DOĞUMLARI
Muhterem Ömer Öztürk, 13 Ağustos 1946’da Adana’nın Seyhan ilçesine bağlı Tepebağ Mahallesi’nde doğdu.[2]
Doğduğu seneyi rahmetli babaları Mehmed Öztürk (r.h.) şöyle anlatır:
“O sene benim için yümn-i bereket ve büyük fütuhâta sebep oldu. Ömer’in doğduğu sene üstadımıza bağlandık, onun evladı olduk. O sene hacca gittim. İşin içine rüşvet girme riski bulunduğu için müteahhitliği bırakmak istiyordum; o sene müteahhitliği bıraktım, demir ticaretine başladım. ‘Ya Rabbi nâmahremden uzak duracağım iş nasip eyle’ diye dua ederdim. Hakikaten demir ticaretinde kadın olmazdı, bu işe girdik ve uzun süre bu ticareti yaptık.”
Yüzlerinde Hicabla Doğmaları
Muhtereme valideleri Hacı Hâtun Anne, Muhterem Ömer Öztürk’ün dünyayı teşrifiyle ilgili harikulâde bir menkıbe anlatır. Erenköy Maşallah Apartmanı’nda, 22 Ağustos 1999’da Muhterem Ömer Öztürk’ün büyük kızının söz kesilmesinde kadınlara önce Muhterem Ömer Öztürk’ü, ailesini, evladını metheder. Hepsinden memnun ve râzı olduğunu bildirir, sonra şöyle devam eder:
– Evladım Ömer, yüzünde hicab olduğu hâlde dünyaya geldi. Doğumu yaptıran ebe; ‘senelerdir doğum yaptırırım, böyle bir şeye şahit olmadım’ diyerek hayrete düşmüştü.
Doğumunda yüzünde bulunan ‘hicab’, şeffaf olduğu için yüz hatları gözüküyormuş. Tabii o zaman Adana nüfus itibarıyla da küçük bir yer. Haber bütün şehre yayılmış:
– Bir çocuk yüzünde şeffaf hicab (örtü) ile doğmuş. Babası Sâmi Efendi hazretlerinin ihvanıymış, adını Ömer koymuşlar…
Bereketli ve mübârek sayılan bu hicab, mahkemesi olan bir hanım komşunun, “mahkemeye gideceğim, ceza alma ihtimalim de var, onu bana verseniz de mahkemeye götürsem, bakarsınız bunun bereketiyle kurtulurum” diyerek annesi Hacı Hâtun Hanım’dan rica etmesiyle kendisine verilmiş. Ancak kadın bir daha geri getirmemiş.
Bu şekilde hicabla doğmasını ailesi ve komşuları hayra yormuşlar. Hayırlı bir evlat ve insanlık için faydalı bir şahsiyet olacağını dile getirmişler.
Muhterem Ömer Öztürk de bu husûsu bir sohbetinde; “Adanalı Hasan Efendi[3] sağ olsaydı, bunu ona sorardık. O, bunun cevabını biiznillah gayet rahat verebilirdi. Nur içinde yatsın” diye ifade etmişlerdir.
İsimlerinin Konulması
Babaları, Mahmud Sâmi Efendi hazretlerinin (k.s.) müridi olduğu için ona götürüyorlar. Hazret; ‘Ömer olsun çocuğumuzun adı’ diyor. Küçük Ömer, Mahmud Sâmi Efendi hazretlerinin (k.s.) dizinin dibinde ve onun terbiyesinde yetişiyor.
Bu kutlu başlangıçla birlikte 38 yıl süren beraberlik, Sâmi Efendi hazretlerinin (k.s.) son nefesine kadar devam etmiştir.
Üstadları Mahmud Sâmi Ramazanoğlu (k.s.)
İslâm’ın her zaman olduğu gibi günümüzde de bütün saflığıyla yaşanabileceğini, bir asra yakın ömürleri boyunca sünnet-i seniyyeye katıksız ittibâ ile her hususta örnek olup tâbilerini de doğrudan doğruya Nebî (s.a.v.)’e kılavuzlayan Hz. Mahmud Sâmi Ramazanoğlu (k.s.), silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velilerin otuz üçüncüsüdür.
Muhterem Ömer Öztürk, kaleme aldıkları bir yazılarında Sâmi Efendi’nin (k.s.) hayatını şöyle anlatırlar:
“1892 yılında Adana’nın Tepebağ Mahallesi’nde dünyayı teşrîf eden Hz. Sâmi’nin (k.s.) babaları Müctebâ Efendi, anneleri Ümmü Gülsüm Hanımefendi’dir. Çocuk yaşlarında muhterem anneleri kendilerini arkadaşlarıyla oynamak üzere dışarı gönderdiklerinde Hz. Sâmi (k.s.) Efendimiz ellerini dizlerinin üzerine koyup ‘tahiyyat’ oturuşundaki gibi oturur, uzaklara gözlerini diker, devâmlı olarak düşünür, tefekkür ederler. Çünkü Resûlü (s.a.v.) Efendimiz, Mi’râç’da Allah (c.c.)’nun huzurunda tahiyyatta gibi oturmuşlardı. Bu sünneti ömürleri boyunca hep böyle sürdürdüler. Hiçbir zaman kendilerini bunun dışındaki bir şekilde otururken gören olmamıştır. “Neden arkadaşları ile oynamayıp oturduğu” sorulduğunda:
– Biz oyun için yaratılmadık, buyurmuşlardır.
İşte hadîs-i şerîfe telmîh; işte sünnete ittibâ.
Doğumlarından itibaren bütün hayatları boyunca bu müjdenin şanlı izlerini taşıyan bu zâta “âlî makam sahibi” mânâsına gelen “Sâmi” ismi konur. Her hâlleri büyük, yüksek makam sahibi oluşlarının dışarıya tezahürüdür.
Hak idaresinin kaldırılıp halk idaresinin Müslümanlara da sevdirilmeğe çalışıldığı şu cehalet asrında; ekseriyetin İslâm dışı davranışlarına; ‘Bugünkü şartlarda ancak bu kadar olur’ diyerek kılıf bulup İslâm’ın bazı durumlarda tam olarak yaşanamayacağı iddiasını hâlleri ile çürütmüştür. Asra yakın ömürlerinin, doğumundan itibaren tamamını, sünnete harfiyyen riâyet ederek geçirmişlerdir. ‘İslâm, fitnenin zirveye çıktığı devirlerde bile sünnete tam olarak uyarak yaşanabilir ve kıyâmete kadar da yaşanacaktır’ diye hayatı ile bunu ispat etmiş, kıymeti yüce bir kimsedir Hz. Sâmi (k.s.).
Allah (c.c.) dostlarının büyüklerinden bir zâtın ifadesi ile; “Asırların nadir yetiştirdiği bir büyük velidir” Hz. Sâmi (k.s.).
İlk, orta ve lise tahsilini Adana’da tamamlayan Hz. Sâmi (k.s.) yüksek tahsilini İstanbul’da yapar. Hukuk Fakültesi’ni birincilikle bitirip bir müddet Gümüşhânevî Dergâhı’na devâm eder.
Daha sonra Nakşi postnişinlerinin 32’ncisi olan Şeyhu’l-Meşâyih (Osmanlı topraklarındaki bütün tarîkat şeyhlerinin bağlı bulunduğu Meşâyih Meclisi’nin reisi) Es‘ad-ı Erbilî’ye (k.s.) intisap eder. Cenâb-ı Hakk’ın lütfu inâyeti ile Hz. Sâmi Efendimiz birkaç ayda seyr ü sülûklarını tamamlarlar. Daha önce iki yıl devâm edilen dergâhta olmayan tecellî burada birkaç ayda gerçekleşir elhamdülillâh.
Adapazarlı Pehlivan Efendi, Hazret’in Kelâmî Dergâhı’ndaki hizmet günlerine ait şu hatırayı anlatır:
“Adapazarı’ndan on arkadaşımla beraber Es‘ad Efendi hazretlerinin ziyaretlerine gittik. Sohbet esnasında tekkeye dâhil olmuştuk. İçerisi kalabalık olduğundan dışarıda oturuyor, Es‘ad Efendi hazretlerinin kendilerini göremiyor, sadece seslerini işitiyorduk. İlk defa sohbetlerine gelmenin heyecanı içindeydik. Sohbet sırasında ihvan arasında genç bir zât dolaşıp hizmet ediyordu. “Bu genç ortada dolaşmasa o zaman dikkatimiz dağılmaz, daha çok istifade ederdik” diye içimden geçirdim. Sohbet biter bitmez Es‘ad Efendi hazretleri:
– Adapazarlı Pehlivan Efendi ve on arkadaşı buraya gelsin!, dediler.
Hâlbuki bizi hiç tanımıyorlardı. Geldiğimizi de görmemişlerdi.
– Sâmi evladımız hakkında sû-i zan ettiniz (kötü düşündünüz), helallik alın, buyurdular.
Affımızı talep edip böylece bu iki zâtı ve aralarındaki derûnî muhabbet ve bağı öğrenmiş olduk. Elhamdülillâh.
Üstâdına olan bu muhabbet ve bağlılığını dâimâ arttırarak devam ettiren Hz. Sâmi Efendimiz bütün gün ve gecelerini hizmet yolunda geçirdiler.
Kendileri 33 yaşında irşâd ile görevlendirilmiş ve aşağı yukarı 20 sene (52 yaşına kadar), Adana’da ikamet ederek irşâd vazifesini yerine getirmişlerdir.
O zamanlar; İstanbul müftüsünün Süleymaniye Camii’ne imam olarak gece bekçisini tayin etmek zorunda kaldığı zamanlardı. Camilerde vazife yapacak yetişmiş insan yoktu, va‘z u nasihatler verilemiyordu.
İşte böyle bir zamanda üniversite mezunu da olan Hz. Sâmi (k.s.) Efendimiz, Adana’da Yağ Camii’nde ümmet-i Muhammed (s.a.v.)’e va‘z u nasihat etmeğe başlamıştı.
Şehir otobüsüne binip Hukuk’tan mezun arkadaşları ile karşılaştığında, onların hakaretlerine maruz kalırdı. Terbiyesizlik yapıp; “Bu sakal ne? Niye kravatın yok? Niye gericilik propagandası yapıyorsun?” diye sataşırlarmış. Hz. Sâmi (k.s.) Efendimizin hayatı böyle çilelerle geçmişti. Bunlara rağmen hayatının her safhasında yılmadan usanmadan İslâm’ın tebliğini yapmışlardır; elhamdülillah.
Bu sünnete uygun hayat, günümüz insanlarının ancak örneklerini kitaplarda görebildiği bir şekilde tam 96 yıl devam etmiştir. Doğumlarından dâr-ı bekâya intikallerine kadar gecesiyle gündüzüyle, harekâtı ve sekenâtı ile günün 24 saatinde sünnet-i seniyyeye; Hz. Abdullah ibn Ömer’in (r.a.) dediği ve Es‘ad-ı Erbilî hazretlerinin de mısralaştırdığı şekilde:
“Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz hazretlerinin eşiğinde aklı kurbân ederek”
katıksız, tam teslimiyetli bir sünnet tatbikatıdır, bu mübarek hayat!
1979 yılında İstanbul’dan Medine-i Münevvere’ye hicret ederek, 12 Şubat 1984 tarihinde dâr-ı bekâya irtihal eylemişlerdir. Cennetü’l-Bakî’de, Ebû Sa‘îd el-Hudrî ve Fâtıma binti Esed’in (r.a.) yanında medfundurlar.”
Muhterem Dedeleri
Muhterem Ömer Öztürk anlatıyor:
“Rahmetli babam, dedemle beraber ailecek 72 kişi olarak, seferberlik zamanında Rus işgali olunca Artvin’den çıkmışlar; bir buçuk seneyi aşkın zaman zarfında konaklayarak, yavaş yavaş İstanbul’a gelmişler. İstanbul’a geldiklerinde o 72 kişilik aileden sadece 17 kişi hayatta kalabilmiş. Yolda, başta hastalık olmak üzere çeşitli sebeplerle aile fertlerinden 55 kişi vefat etmiş. Dedem de babaannem de yolda vefat edenler arasında; Allah rahmet eylesin.
Dedem Artvin’in Ardanuç kazasının Ovacık köyünden… Yakınlarımızın söylediğine göre Kafkaslardan gelmişiz. Artvin’e, babamın halası ve halasının kızlarıyla beraber çocukken 1960 senesinde gitmiştim. Ruslar, Şeyh Şamil’i esir edip oradaki Müslümanları sürünce, birçok insanın Kafkaslardan buraya geldiği söyleniyor. Hani, birkaç Tıp Fakültesi hocası da bizim aile fertlerinde Kafkas tipi olduğunu söylemişti. Yani baba tarafından aslımızın -kesin olmamakla beraber- Kafkasya olduğu anlaşılıyor.
Babam Mehmed Öztürk, dedem Osman Öztürk, onun babası Hasan Öztürk, dedemin dedesi Ahmed, dedemin dedesinin babasının adı da Mustafa. Ondan sonrası bilinmiyor. Babamın dedesi Hasan Öztürk, Artvin’in Ardanuç kazasının Ovacık köyünde yaşamış. Allah gani gani rahmet eylesin. Babam 6 yaşındayken annesi, 7 yaşındayken de babası vefat ediyor. İkisi de 30’lu yaşlarında vefat etmişler.”
“Anne tarafına gelince, annem Kayserili… Kayseri’nin Gültepe Mahallesi’nden… Annemin babasına Camgöz Hüseyin Efendi derlermiş. İbrahim Eken Hoca’nın amcası benim dedem. Eken’in babası da Yusuf Hoca idi. Dedem, ticaret ve çiftçilikle uğraşan bir kimseydi. Ben kendisini hatırlıyorum, 1954 senesinde vefat etti. Allah rahmet eylesin. O zaman 8 yaşındaydım. O dönemde hacca gitmek yasaktı. Kendisi hacca gitmek için ticarî pasaport almış, ama hacca gitmek nasip olmamıştı. Bahçeye diktiği kavak ağaçlarını kestirirken ağaçlardan birinin üstüne düşmesiyle vefat ediyor. Böylece pasaportu çıkmış olmasına rağmen hacca gidemiyor. Allah rahmet eylesin. Nur içinde yatsın.
Anneannemin ailesi, Atlıhanoğulları olarak bilinir. Mersin’de Atlıhan otelleri hâlen mevcuttur.”
Ahde Vefa Örneği
“Adana’da pamuk üzerine sanayi ve ticaret hareketlenince dedem de arkadaşlarıyla beraber Adana’ya göç etmiş. Zaten anne-babamın evlenmelerine vesile olan irtibatlar da orada kurulmuş. Babam o dönem Tarsus’ta müteahhitlik yapıyormuş.
Dedem eniştesine, Adana’da ticaret için kefil olmuş. Bunun üzerine eniştesi, kefil olduğu müesseseyle 11 sene ticaret yapmış; 11 sene sonra enişte iflas etmiş. Eniştenin ticaret yaptığı tüccar gelmiş:
– Hüseyin Ağa sen buna kefil oldun, parayı öde, demiş. Dedem demiş ki:
– Yahu bu, sizi tanıştırmak için kefaletti. 11 sene sonra kefalet mi kalır? Sen bana bu zâtı tanımak için geldin sordun, ben de ilk alışveriş için kefil oldum, kefalet orada bitti!
Ondan sonra müessesenin sahibi sağda solda laf çıkarınca, Adana’da bir imalathane kurmuş olan dedem, onu satıp eniştenin borçlarını ödeyip Kayseri’ye dönüyor. O zamanın insanları söze ehemmiyet verirdi. Şimdikiler senede de ehemmiyet vermiyor, icraya da, hacize de… Dedem böyle dürüst ve saf yapılı bir kimseydi.”
“Annemin amcası olan Yusuf Hoca tarafı, çok akıllı ve açıkgöz insanlardı. Annemin babası ise çok saf bir kimseydi. Allah rahmet eylesin. Ama o saflığı, bakınız, onu nelerden kurtarmış:
Dedemin, Kayseri’den Adana’ya birlikte geldiği beş kişi varmış. Bir tanesi Hacı Ömer namıyla bilinen, ‘Hacı’ olmayan Ömer Sabancı… Sabancıların babası… Bir diğeri Hacı Musa Ballı… Bir tanesi de Seyyid Mirza. Bu kişilerle beraber gelmiş Kayseri’den Adana’ya. Ömer Sabancı önceleri bunların bulunduğu yerde hamal başı imiş, sonra ticarete başlamış. Üçü aynı bahçe içerisinde ev yaptırmışlar. Yani birbirlerine bu kadar yakınlarmış. Dedem o iflasta parayı ödeyip döndükten sonra Sabancılar Akbank’ı kurmuşlar. Yani her şeyde bir hikmet var. Cenâb-ı Hakk:
‘… Olur ki, bir şey hoşunuza gitmezken sizin için o hayırlı olur ve bir şeyi de sevdiğiniz hâlde o, hakkınızda şer olur. Allah bilir, siz bilemezsiniz’
[4] buyuruyor.
Dedemin o saflığı, o kefaleti kabul edişi, kendisini büyük beladan kurtarmış. Belki banka işine girmezdi, ama Allah göstermesin belki onlarla beraber bir faiz müessesesi olan bankanın kuruluşuna katılacaktı Allah muhafaza. Cenâb-ı Hak böylece kurtarmış oldu dedemi. Allah rahmet eylesin.”
Babaları Muhterem Mehmed Öztürk (r.h.)
Muhterem Ömer Öztürk’ün 10 Mart 2000’de Cuma günü 11.35’te salâ vakti irtihâl-i dâr-ı bekâ eden muhterem pederleri Hacı Mehmed Öztürk yedi yaşından itibaren, istisnaları çok az olmakla birlikte, hep cemaatle namaz kılmışlardır. Komşuları, Mehmed amcanın camiye gidiş gelişlerine göre vakitlerini tayin ederlerdi. Umreler hariç, otuz hac yapmışlar, 35 – 36 sene Hz. Mahmud Sâmi’ye (k.s.) hizmette bulunmuşlar ve onun mahrem-i esrarı olmuşlardır. Sâmi Efendi hazretlerinin misafirlerini yıllarca ağırlamış ve Hz. Sâmi, yıllarca Mehmed Öztürk’ün devlethanelerinde sohbet buyurmuşlardır.
Mahrem İhvan
Muhterem Ömer Öztürk anlatıyor:
“Yazın çok sıcak olduğu için Adana’da yaylaya çıkılır. Namrun Yaylası’nda iken -ki aslında Namrun, Adana’nın değil Tarsus’un yaylasıdır. Adana’nın Tekir Yaylası vardır. Babam Tarsus’tan gelme olduğu için ve daha ziyade Tarsuslularla ahbap olduğundan oranın yaylasına çıkarmış.- Sâmi Efendi hazretleri ile orada tanışmış. Elhamdülillah o tanışma hepimiz için büyük fütuhat olmuş. Yalnız babam için değil, bütün aile için, arkadaşlar için, hepimiz için… Allah şefaatine nail eylesin.
Adana’da Sâmi Efendi hazretlerinin hizmetlerini görmekle görevli birinci zât Hasan Akbaşgil amca, ikinci kişi ise pederdi. Adana’nın o günkü şartlarında arabası olan fazla kimse olmadığı için Efendi hazretlerini bir yere götürüp getirmek icap edince Hacı Baba götürür, Hasan Efendi amcayla ikisi hizmetlerini görürlerdi.
Babamın, üç katlı genişçe bir evi vardı. Bahçesinde de hizmetkârlar için üç tane ev vardı. Pek çok ihvanı alabilecek durumdaydı. İktidar, Cumhuriyet Halk Partisi’nden Demokrat Parti’ye yeni geçmiş, İslâmî vecîbeleri yerine getirme imkânları yeni yeni doğmağa başlamıştı. (Mesela camiye gitmek gibi…) Bu sebeple Adana şartlarında öyle kalabalık bir ihvan grubu yoktu. Babamın, Sâmi Efendi hazretleri yanında çok önemli yeri vardı. Kendisi için de Efendi hazretleri:
“Hacı Mehmed Öztürk benim mahrem ihvanımdır”
buyururdu.
Hoşlanmadığı bir ziyaretçi olsa haber gönderir, pederi çağırırdı. Peder olmadığı zaman da o kişinin götürülmesi için biz giderdik.
İstanbul’da 1961’den 1976 senesine kadar 15 sene, Sâmi Efendi hazretlerinin da iştiraki ile pederin evinde Ramazanda hatimle teravih namazı kılındı; elhamdülillah. Sohbetler de umumiyetle ilk zamanlar babamın evinde yapılırdı. İhvan artmağa başlayınca çeşitli evlerde sohbet yapılmağa başlandı. İşte Hazret’i oralara götürüp getirme vazifesi pedere aitti. Ehliyet alınca, elhamdülillah, bu görevi pederin yanında Allah (c.c.) bize de nasip etti.
1964-66 senelerinde Sâmi Efendi hazretlerinin Hz. Ebû Bekr (r.a.) isimli kitabını babam ilk kez Osmanlıca olarak Suriye’de bastırmıştı. Zira Harf İnkılâb’ından kaynaklanan yasaklardan dolayı o yıllarda Türkiye’de basılması yasaktı. Suriye’de basılan kitaplar, kaçakçılar vasıtısıyla Adana’daki mağazamıza getirilir, oradan da İstanbul ve Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki ihvana dağıtılırdı.”
İstanbul’a Hicret
“Adana’dayken babam, Hasan efendi hazretleri ile birlikte Sâmi Efendi hazretlerinin, ihvanını toplayıp sohbet etmesine, görüşüp konuşmasına vesile oluyordu. Hazret 1952 senesinde İstanbul’a hicret etti. Ondan üç sene sonra da babam işlerini tasfiye edip Efendi hazretlerinin arkasından İstanbul’a geldi.
Sâmi Efendi hazretlerinin oturduğu apartmanda, her katta ikişer daireden toplam altı daire vardı. Üçünde Efendi hazretleri, kızı ve damadının kardeşi ikamet ediyordu. Evin üst katını da babam kiralamıştı. O evin yanında Hamdi Helvacıoğlu diye bir zâtın kendi anne-babasına aldığı bir ev vardı. Helvacıoğlu’nun anne ve babası vefat edince babam, Efendi hazretlerine komşu olayım diye gidip eve talip oluyor. Hamdi Bey de bizim piyasada tüccardı. Hamdi Helvacıoğlu:
– Ben satmayacağım evi Mehmed Bey, diyor. Babam çok kararlı:
– Yok! Satacaksın, burayı mutlaka almam lazım. Sâmi Efendi hazretlerine komşu olacağım, diyor.
Adam bunu duyunca, nasıl olsa vermez diye, 60 bin liralık eve 120 bin lira istiyor. Babam, 60 bin liralık evi Hamdi Helvacıoğlu’ndan 118 bin liraya alıyor. Yıl 1958, o günün parasıyla çok büyük meblağ. Sadece Efendi hazretlerine komşu olayım, yakınında, hizmetinde bulunayım diye. Helvacıoğlu, babamın kararlılığı karşısında iki bin lira kendiliğinden ikramda bulunuyor. Allah gani gani rahmet eylesin.
Allah babamın niyetine göre verdi, 1961’den 1976 senesine kadar 15 yıl boyunca, Efendi hazretleri orada teravih namazı kıldı. Her yıl 29 veya 30 gün. Sohbetler de yaptı, elhamdülillah. Millet buna aptallık diyebilir; 60 bin liralık eve 118 bin lira verilir mi, diye düşünebilir. Ama babam hiçbir zaman pişman olmamış, yaptığı şeyden memnuniyetini şöyle ifade etmişti:
– Ben güzel bir alışveriş yaptım. Bu alışveriş benim hayatta yaptığım en iyi alışveriş.
Allah (c.c.) rahmet eylesin, nur içerisinde yatsın.”
Mehmed Öztürk’ün Ticaret Ahlakı
Kalem Tartılan Kantar
“Babam, müteahhitlik yaparken haramdan uzak olacağı ve hanımlarla fazla muhatap olmayacağı bir ticarî faaliyet için dua ediyordu. 1946’da demir ticaretini seçti. 1979’a kadar 33 sene demir ticaretiyle uğraştı. Tartıya, helal ve harama azamî derecede dikkat ederdi. O yüzden piyasada, ‘Mehmed Öztürk’ün kantarında kalem bile tartılır!’ diye meşhur olmuştu.
O zaman İngiliz malı “Avery” kantarları vardı. Üzerindeki tozları silip temizlediğiniz takdirde, dolma kalemi cebinizden çıkarıp kantarın üzerine koysanız 50 gramdan aşağı olduğu için tartmazdı ama kantarın dili oynardı. Avery kantarın bu husustaki dikkatine dair Hürriyet gazetesinde bir yazı bile çıkmıştı. O zamanlar ‘Küçük Osmanlar’ hem kantar yapar hem de isteyenlerin kantarlarını ayda bir gelip kontrol ederdi. 1965 senesinde, babamın yaptırdığı aylık kontrollerde bir hesap yanlışı çıktı. Hacı Babam, muhasebecisine verdiği talimatta dedi ki:
– Bu ay içerisinde, geçen ayki kontrol gününden bugüne kadar kaç kişi alışveriş yapmışsa hepsine kantar farkını iade edelim. Binde iki, yani 1 tonda 2 kilo hata çıktığına göre, 10 ton alışveriş yapana 20 kilonun ücretini iade etmeliyiz. Hepsini teker teker tespit edin. Farkı hesaplarına yazalım veya hesabı olmayana da PTT vasıtasıyla gönderelim.”
O vakitler, bu hesap farkını alanlar, ‘bu ne biçim iş’, diye hayretler içerisinde kalmışlar. Şüpheden kurtulmak için bir ay içerisinde kim bizden demir almışsa hepsini hatalı kabul edip farkını müşteriye iade ettik. Bu durumu bir inşaat mühendisi Hürriyet Gazetesi’nde şöyle yazmıştı:
– Dünyada böyle insanlar da var, o hâlde kolay kolay kıyâmet kopmaz!
Sonraları bu hususu Mehmed Şevket Eygi ağabey, Allah selâmet versin, bir yerde kendi yazısına konu etmiş, tahsin etmişti.”
Yıllar Sonra Gelen Fırsat
“Babam birinci sınıf müteahhitti; Süleyman Sezer ise Artvin’den gelen ve Adana’da kendisinin hemşehrisi olan bir müteahhit… Babam, müteahhitlik karnesini hemşehrisine vermiş (1946). Tekfen’in sahipleri; Nihat Gökyiğit, Feyyaz Berker ve Necati Akçağlılar üç arkadaş. Bunlar da Teknik Üniversite’den mezun olmuş, gelip; ‘Bize iş alıp verir misin’ diye babamı bulmuşlar. Necati dışında, ikisi Artvinli… Hacı babam da iş alıp onlara veriyor. Arada komisyon, para falan yok. Bunlar, 1952 senesinde ilk yaptıkları işten 80 bin lira zarar etmişler. Babam:
– Geldiler dükkânda ağladılar, diyor.
– Yahu oğlum ne yapayım, ben sizden para pul almadım, sadece müteahhitlik karnemi kullandınız. Ticarette böyle şeyler olur, diyor.
Aradan uzun zaman geçti. Babam Mehmed Öztürk üç cami yaptırmıştı. Camilerden birini yaptırırken camiye yardım etmesi için Nihat’a da adam göndermiş (Nihat Gökyiğit, Tekfen’in ortaklarından, yani Türkiye’nin sayılı zenginlerinden). O da geçmiş gün, 60’lı yıllar, 1000 lira civarında bir para göndermiş. Babam da bir mektup yazmış, içine de bu parayı koymuş:
– Oğlum Nihat, bu parayı sakla belki bir gün sana lazım olur, kullanırsın! diye geri göndermiş.
Peder, Süleyman Sezer’e de iş veriyor. Sezer, 120 bin lira parasını ödememiş Hacı babamın; 1954 veya 1955 yılı. O zamanlar için külfetli bir meblağ. Gel zaman git zaman, 10 sene sonra, belki 1963’te, Karaköy’deki mağazaya geldi Süleyman Sezer. 120 bin lirayı vermemiş ama besbelli defterde yazılı, öyle geçmiş gitmiş.
Devlet ihalelerine giriyor. İstihkak almış, akşam saat beş buçuk, bankalar da kapanmış. Sirkeci’de otelde kalıyor, 300 bin lira da para var yanında. Onu da otele koymaya korkuyor, çalınır diye. En güvenilir adam kim diye düşünüyor, getiriyor babama:
– Hacı ağabey şu 300 bin lirayı al sabahleyin götürüp falanca yere yatıracağım, diyor. Peder 300 bin lirayı alıp kasaya koyuyor.
İki büyük ağabeyim İsmail ve Cevat itiraz ediyorlar:
– Baba işte tam fırsatı, şu 120 bin lirayı tahsil et. Bize borcu var, 300 bin lira verdi. 180’ini geri ver, diyorlar. Babam ise şöyle karşılık veriyor:
– Oğlum şer’an onu tahsil etmeğe hakkım yok. Ya verirken almayacaktım ya da; ‘Bak bu parayı alırım ama 120 bin lirasını tahsil ederim!’ diyecektim. Böyle bir şey demediğime göre o paraya dokunma hakkım yok. Dolayısıyla geldiğinde parayı geri vermeliyiz.
Böyle şeyler günümüz insanına hikâye gibi geliyor, ama yaşanmış. Ertesi gün Süleyman Bey parasını alıp pişkince çekip gitmiş…”
Hadîs-i Şerîf:
“Emanete sahip çıkmayanın îmânı yoktur ve sözünde durmayanın dini yoktur.”
Vefa Numuneleri
“Babam Mehmed Öztürk bir gün Ankara’ya istihkak almağa gitmişti, devlet ihalesi almış, köprüler yapıyordu. Sel gelmiş, köprünün ayaklarını götürmüş. Şirketinin üç tane ustası vardı o zaman. İki tanesini gördüm ben: Selim Usta ile Hafız Usta. Bir de tanışamadığım Mustafa Usta vardı. Babam gerisini şöyle anlatmıştı:
– Beni görünce ağlamağa başladılar. Niye ağlıyorsunuz, dedim. ‘Niye ağlamayacağız, görmüyor musun yaptığımız bunca iş heder oldu.’ ‘Size ne dedim, zararsa zararı bana.’ Yemin ettiler: ‘Vallahi eğer dişimizle sökeceğimizi bilsek şu demirleri betonun içerisinden sökeriz, hiç olmazsa onları kullanıp zararı aza indirmek için’ dediler.
Bugün böyle bir şeyi düşünmek bile mümkün değil. Böyle insanlara Allah gani gani rahmet eylesin. Ekmek yediği, yanında çalıştığı adama böyle vefa, takdire şayan bir davranış. Eski insanlar hep böyleydiler, Allah rahmet eylesin.
Bizim Adana’da Kürt işçilerimiz vardı. Bunlardan üç kardeş senede dörder ay nöbetçi olarak gelirler, hamallık için kendi hemşerilerini de getirirlerdi. Bizim demirleri onlar tartar, iş yerinde yatar kalkarlardı, dükkân içerisinde onlar için yer yapmıştık. Dükkânın anahtarı da ellerindeydi. Bankaya para götürür, o günün parasıyla, 50’li yıllarda 300 – 500 bin lira, kimsede olmayan para…
Düşünün, Adana’da o dönemde Şevket Bey isminde tek bir milyoner vardı. 1946 senesinde Adana’da birisi babamda olmak üzere sadece 6 otomobil vardı.
Babam bu üç kardeşten Şehmuz, Hasan veya Sabri’ye günlük hasılatı verir; onlar da havale yaptırır veya ilgili yerlere ulaştırırlardı. Hâlbuki onların Suriye’de de akrabaları vardı. O paraları alıp Suriye’ye geçseler, kimse bir daha izlerini bile bulamazdı. O günün insanları böyle vefakâr, sadık insanlardı. Şimdi böyle insanları bulmak çok zor! Hâlbuki Nebî (s.a.v.);
‘Vefâ îmândandır’
buyuruyor.”
Mehmed Öztürk’ün Ahlak ve Fazileti
Muhterem Ömer Öztürk, merhum Mehmed Öztürk’ün vefatından hemen sonra kendisinin İstanbul’a gelişini şöyle anlatıyor:
“Elhamdülillah, en son gassalın önünde yetiştik. Medine’de Cuma günü Cuma namazından geldim, pederin vefatını bildirdiler telefonla. Yola çıktık, ertesi gün sabah İstanbul’da olduk. Üç uçak değiştirerek yetiştik, elhamdülillah. Önce Cidde-Adana, Adana-Ankara, Ankara-İstanbul. Ve elhamdülillah gasilden evvel yetiştik.
Resûlullâh (s.a.v.), Mü’minin cesedinin beyaza yakın bal sarısı renginde olacağını haber veriyor. Allah gani gani rahmet etsin. Cesedi de o vaziyetteydi. İnşallah istediğini elde etmiş, kazanmıştır biiznillah. O yıkama işini yapan hocaefendi de ahlak, fazilet sahibi bir hocaydı. Kendisi tabii gassal değildi, orada Hacı Baba’dan ötürü bu işi yapıyordu. Kendisine yardım eden esas yıkama elemanları:
– Biz ilim adamlarının başına sarık sararız, dediler. O yıkayıcılardan birisi Hocaefendi’ye sordu:
– Bu zâtın başına da sarık saralım mı? Hoca’nın verdiği cevap şöyle:
– Vallahi kardeşim böyle bir ahlak, fazilet numunesi insan ben görmedim. Buna sarık da sarsanız, şer’î ne yapsanız yeridir.
Allah gani gani rahmet eylesin. Babam, İslâm ahlakını kendisine şiar edinmiş bir insandı. Hayatı boyunca da insan-ı kâmil olmak için çalışmış, uğraşmıştı. Babam (rahmetullahi aleyh) son derece az konuşan ve -evinde de kendi yapmadığı gibi- gıybet edilmesine müsaade etmeyen, hiç kimsenin hakkında konuşulmasına râzı olmayan bir yapıya sahipti. Evimizde yaz akşamları akşamla yatsı arası, kışın da yatsıdan sonra oturulur, ilmihâlden başlamak üzere, kendisi yarım saat, 45 dakika kitap okurdu. Cevdet Paşa’nın tarihine varıncaya kadar çeşitli kitaplar okurdu ve hepimize şöyle derdi:
– Bu kimseleri örnek almamız lazım. Bunlar Peygamberimizin (s.a.v.) ahlakı ile ahlaklanmış kişilerdir, bizim de bunların arkasından gitmemiz lazım.
Kendisine mürid olduğu 1946 senesinden itibaren Sâmi Efendi hazretlerinin (elhamdülillah) peşinden hiç ayrılmadı. Elinden geldiği kadar insanların hayrına, yardımına koşmağa çalıştı. Nur içinde yatsın inşallah.”
Anneleri Hâtun Öztürk (r.h.)
Muhterem Ömer Öztürk anlatıyor: “Merhum pederimin ilk hanımından iki çocuğu vardı. İki büyük ağabeyim: İsmail ve Cevat Öztürk. Onların annesi vefat etmiş, babam iki çocuğunu anneannelerinin yanına bırakmış. Kendisi Anadolu’da müteahhitlik yapıyor; ihale alıp inşaat yapıyormuş. Teyzemin kocası (onun da adı Mehmed’di, Allah rahmet eylesin) babama demiş ki:
– Mehmed Bey, sen böyle ömür boyu bekâr devam edemezsin. Hanımın ölmüş ama ölenle ölünmüyor, evlenmen lazım. Müslüman adamsın neticede. -Annemi kastederek- benim bir baldızım var, kayınpederim çok dindar bir adamdır. Senin namaz kıldığını, teheccüde kalktığını görse hiç düşünmeden kızını sana verir. Gel istersen gidip isteyelim.
Babamla teyzemin kocası kalkıp Kayseri’ye gitmişler. Hakikaten de eniştenin dediği gibi, dedem babamın bu hâlini görünce, hiç tereddüt etmeden kızını vermiş.
Bugün Müslümanlar kızlarına zengin koca arıyor, oğluna da zengin kız arıyorlar. Sadece ‘İyi bir Müslüman’dır’ diye kız veren varsa Allah adetlerini arttırsın. Dedemin iki kızı varmış, biri teyzem biri de annem. Annem o zaman 18 yaşında ve Kayseri’de dedemin de hâli vakti yerinde. Babamla annem arasında 17 yaş fark varmış. Babam 35 yaşında o zamanlar… Bu yaş farkı çok mühim tabii. Hatta arkadaşlara bunu da sordum:
– Bundan 40 – 50 sene evvel 18 yaşında bir kızı 50 – 60 yaşında bir adamla evlendirmeğe kalksalar ne olurdu?
Birçoğu dedi ki:
– İntihar ederdi.
Hâlbuki şimdi genç kızlar parası olan yaşlı erkek arıyorlar ki evlendikten bir müddet sonra adam ölürse parasını alır, rahat yaşarım diye. Öyle bir anlayışın olmadığı zamanda 18 yaşında bir kızı 35 yaşında bir adama vermek farklı bir kıstasın sonucu. Maddi bir ihtiyacı da yok, yaşı da büyük değil.”
Kocaya İtaatteki Seviye
“Annem gelin giderken dedem, anneme dönüp şunları söylemiş:
– Bak kızım! Sen öldün, biz seni gömdük. Bu adamla beraber gelirsen babanın kapısı açık, ne zaman istersen buyur. Kocan olmadan buraya gelmeyeceksin, kocan olmadan ne şartla gelebilirsin? Ancak şu şartla: Bu adam, Allah muhafaza, İslâm’dan dönecek olursa şu yaşayışını terk edecek olursa veya ahlakî bir bozukluk olursa o zaman kapımız açık.
Peki, o günün şartlarında 18 yaşında bir kıza babası böyle derse bu gelin kız ne yapacak; mecburen evlendiği kişinin sözünü dinleyecek.
Bir ara ülkemizde bir milyon boşanma davası vardı. Hukukçulara göre şimdi bu sayı daha da arttı. Evliliklerin üç yıl, hatta bir kısmının daha da az sürdüğü söyleniyor.
Hak Te‘âlâ hazretleri elimizdeki parmakları bile eşit yaratmamış. Hepsi birbirinden farklı, parmaklarımızın izleri de birbirinden farklı. Dünyada birbirinin benzeri iki insan bulamazsınız. Kadın da erkek de öbüründen farklı. Allahü Azîmü’ş-şan kadın ile erkeği birbirinden farklı vasıflarda yaratarak birbirleriyle imtihan etmeği murad etmiştir.
Bunu dikkate aldığımızda en mükemmel birliktelik, aile beraberliği, karı-koca beraberliğidir. Allahü Azîmü’ş-şan, karı-koca beraberliğinin bu şartlar içerisinde birbirlerine eza etmeden devam etmesini murad buyurmuştur. Resûlullâh (s.a.v.),
“Üç kişi yolculuğa çıktığında, içlerinden birini başkan seçsinler”
[7] buyurmuştur.
Bu sebeple sağlıklı bir evlilik hayatı için, kadının kocaya itaati çok mühimdir.”
Üvey Olduklarını Hissetmeyen Çocuklar
“Babam kız istemeğe gittiğinde, dedeme şöyle söylemiş:
‘Benim ilk hanımımdan iki çocuğum var. Çocukları getirmeyeceğim, onları ayrı büyüteceğim.’
Ona böyle söz vermiş. Fakat dayanamamış.
Ahlakı güzel olmakla beraber babam, zekâsını da mükemmel kullanabilen biriydi. Gelini getirdikten birkaç gün sonra başlamış söylenmeğe:
– Ah çocuklarım da yanımda olsaydı…
Ertesi gün yemeğe oturuyor, yine aynı şey:
– Ah çocuklarım da yanımda olsaydı…
Bu böyle birkaç kez tekrar edince annem dayanamamış, demiş ki,
– Getir çocuklarını da bu konu kapansın.
Babam iki çocuğunu getiriyor, büyük ağabeyimle annemin arasında 5 yaş, ikinci ağabeyimle annemin arasında 7 yaş fark var. Annem 1923 doğumluydu, İsmail ağabeyim 1928, Cevat ağabeyim 1930 doğumlu.
14 veya 15 yaşımda bir evrak doldururken baktım İsmail Öztürk’ün annesi hanesinde “Nurizat” yazıyor; Cevat Öztürk, annesi Nurizat. Allah Allah! Yahu benim annemim adı Hâtun, onların annesinin adı Nurizat. Hiç duymamıştım böyle bir şeyi. Rahmetli anneannem evdeydi. Ona sordum:
– Anneanne bu ne hâl böyle? Dedi ki:
– Oğlum, babanın ilk hanımı öldü, ondan sonra annenle evlendi, iki ağabeyinin annesi ayrı, sebebi bu.
Yani 14 – 15 yaşına kadar annem, öbürlerinin üvey olduğunu bana bile fark ettirmemiş. Demek ki onlara ‘üff’ bile dememiş.
Onlar da, Allah için, daha başlangıçtan itibaren uyguladıkları âdetlerini son ana kadar devam ettirdiler, ikisi de ‘anne’ diye hitap ederlerdi. Öyle olunca öz çocukları bile annemin onların üvey annesi olduğunu anlamamış. Annemin ağabeylerime nasıl bakıp yetiştirdiğini düşünün… Onun ahlak ve faziletine bence en güzel örneklerden biri budur. Allah gani gani rahmet eylesin.”
Hacı Hâtun Öztürk’ün İbâdet ve Ahlakı
“Musalla taşında yıkayıcı kadını bekliyoruz. Saliha bir kadın vardı, o gelsin yıkasın diye… Annemin başörtünün altına sıkı sıkı bağladığı ‘yazmaları’ vardı. Gene sıkı sıkı bağlamış, bir tek teli gözükmemek üzere öylece yatıyor musalla taşında… Gözleri de tam olarak kapanmamış sanki nefes alıyor gibi… Yanında yengeler de var. Akrabalar olmasa eğilip bakacaktım, annem yaşıyor mu acaba diye. Yüzünde hafif bir gülümseme, gözleri de biraz açık. Allah rahmet eylesin. Öyle rahat ve güzel bir şekilde terk-i hayat etti ki… Nur içerisinde yatsın.
Annemin zikir ve evrâd dersi vardı. Gece kalkar, teheccüd namazı kılar, dersini yapardı. Gündüz de Kur’ân okurdu. Babamın izni olmadan, o bir yere götürmeden evinden dışarıya çıkmamıştır.
Bizi her konuda, babamıza itaat etmek üzere terbiye etmiş, yetiştirmişti:
‘Babanız ne diyorsa söylediğini yapacaksınız’ derdi.
Annem evde babamın avukatı gibiydi. Pederin evde olmasına hiç gerek yoktu, annem varsa zaten babam oradaydı. Konuşamaz, şikâyet de edemezdik. Yani babam şunu yaptı, böyle yaptı da diyemezdik. Çünkü o, her konuda babamla beraberdi. Her konuda babam haklıydı, ne yaparsa yapsın. Böyle bir hayat sürdü annem. Bugün bu vasıflar ne kadar insanda var, bilmiyorum. Babamla aralarında nefret veya olumsuz bir şey asla hissetmedik. Yani ‘üff’ çok hafif bir ifade, ama birbirlerine onu da demediler. Birbirlerinden şikâyetçi de olmadılar. Allah rahmet eylesin.
Tesettüre son derece riâyet eder, çocuklarının da aynı şekilde olması için çalışan bir kimseydi. Eve gelen bütün ihvanın senelerce yemeğini çayını ikram etti. Yaptığı hizmeti seve seve, söylenmeden yapardı.
Dedem ben 8 yaşımda iken, anneannem de 17 yaşımdayken vefat etti. Allah rahmet eylesin. Anneanneme de ait söylenecek bir şey var. Anneannem de her sene bir müddet bizde kalır ondan sonra giderdi. Üvey evlat meselesini annem söylememişti, o söyleyebilirdi, yani bize bir vesileyle duyurabilirdi. O da duyurmadı ağabeylerimin üvey olduğunu. Zarif ve hassas bir insandı. Allah rahmet eylesin.”
Sosyal Medya Hesaplarımızı Takip Edin