MUHTEREM ÖMER ÖZTÜRK’ÜN MÜSLÜMAN
GENÇLİĞE VASİYETİ
“Bismillâhirrahmânirrahîm
Hamd, kâinatın mutlak sahibi, yaratılışta herkese hakkını veren Allah (c.c.)’yadır. Salat ve selâm, hakkında, ‘Habibim sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım’ buyurulan, âlemlere rahmet vesilesi Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hazretlerinin üzerine olsun. Allah (c.c.)’nun rahmet ve bereketi, ehl-i beytin, güzide ashabın, onları seven, nurlu yolunda gidenlerin üzerine olsun.
Cenâb-ı Hakk’ın, ‘Habibim; de ki Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı örtsün’ diye açıkça beyan ettiği ve âlemlere rahmet olarak gönderdiği Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hazretlerine her konuda tâbi olmayı Müslüman kendisine şiar edinmelidir. ‘Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik’ ayet-i kerimesindeki sır, bizleri derin bir tefekküre sevk etmelidir.
Mü’min kişi, Resûlullâh (s.a.v.)’e bütün hâl ve hareketleriyle tam olarak uymak mecburiyetindedir. İslâmiyet, Peygamberimiz (s.a.v.) ile tebliğ edilmiş ve yine O (s.a.v.)’inle kemale ermiştir. Yani ilahi rahmetin tecellisi yine burada ortaya çıkarak, İslâmiyet’in kâinata yayılması Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in yüzü suyu hürmetine gerçekleşmiştir.
İslâm, sözlerde ve eserlerde kalıcı bir manzume değildir. Bir hayat nizamı, yaşam tarzıdır.
Nefisleri ve bütün azaları Resûlullâh (s.a.v.)’in hayatına göre aynı usulle terbiye etmeliyiz. İslâm gençliğinin metot tartışmaları ile kaybedecek vakti yoktur. Bunun için her fert, her mü’min, özellikle Müslüman gençlik, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hazretlerini, giyinişleri, oturuşları, yürüyüşleri, konuşmaları, yemek yemeleri, kısacası bütün hâl ve hareketleri ile örnek alıp kendi hâl ve hareketlerini ona uydurmağa çalışmalıdır. Mesela, boş konuşuyor ve gıybet ediyorsa terk edip ya hayır söylemeli ya susmalıdır. Sol eliyle yemek yiyorsa terk ederek sağ eliyle yemeli, israfa son verip orta hâlli olmalı, şaka da olsa yalan söylememeli ve verdiği sözü mutlaka yerine getirmeli; işlerinde acele ediyorsa terk edip akıllı ve dikkatli hareket etmelidir. Yol budur. Başka yollar çıkmazdadır. Müslümanın boşa geçirecek zamanı yoktur. Her anının hesabını vereceğinin şuurunda olmalıdır.
Ve sallallahu alâ seyyidinâ ve nebiyyinâ Muhammedin ve âlihi ve ashâbihi’t-tayyibîne’t-tâhirin. Ve’l-hamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn.”
Öğrencilere yaptıkları bir sene sonu sohbetinde de şöyle buyurmuşlardır:
“İki şey size vasiyetim olsun: Birincisi; kat’iyyen yalan söylemeyin. Sürekli doğruyu söylerseniz sırtınız yere gelmez. İkincisi; namazlarınızı her zaman vaktinde ve cemaatle kılın.”
MUHTEREM ÖMER ÖZTÜRK’ÜN BAZI VECİZ SÖZLERİ ve TAVSİYELERİ
– Allah (c.c.) kendi yolunda bulunan kulunu imtihan eder, ama mahrum etmez.
– Kimin istikameti daha düzgün ise o Allah’a (c.c.) daha yakındır.
– Sabırla muamele, hayırlı neticeler getirir.
– Vazifemiz Allah demektir, kullara da Allah dedirtmektir.
– Ancak, dünya muhabbeti kalbini saran kimseler faiz alıp verebilir.
– Toplumun temeli tesettüre dayanır.
– Aile reisinin en temel görevlerinden ikisi tesettüre uymağı sağlamak ve eve helal rızık getirmektir.
– Bu dünyada (nefs ve hevasına uyarak) yaşama hakkını kullanan kimse, ahiretteki yaşama hakkını kaybetmiştir.
– Müslümanın tatili iş değişikliği yapmaktır. Müslüman bu şekilde dinlenir.
– Şeriat, tarikat, zikir ve fikir, hepsinden maksat, ahlakı güzelleştirmektir.
– Ta‘zîm ile yapılan ibadet kişiyi Allah (c.c.)’nun zâtına yaklaştırır.
– Peygamberlerden sonra insanların en üstünü Hz. Ebû Bekir (r.a.)’dir. Çünkü Nebi (s.a.v.)’nin yolunda her şeyini feda etmiştir.
– Bir tek bilen vardır: O da Nebi (s.a.v.)’dir. Söylenen söz ancak onun (s.a.v.) sözüne uyuyorsa muteberdir.
– Edebe riâyet etmezsen yıktığın yaptığından fazla olur.
– Edebi zayi edersen, İslâm’ı muhafaza edemezsin.
– İslâm, tahâret-i kâmile (tam bir temizlik) dinidir.
– Para cepte olabilir, kasada olabilir; ama kalpte olması caiz değildir.
– İslâm’ın propagandaya ihtiyacı yoktur. En güzel propaganda onu sünnete tam uyarak yaşamaktır.
– İslâm aksiyon dini değildir, amel dinidir. Allah ve Resûlü (s.a.v.) emreder, biz yaparız. Nehyeder, biz de terkederiz.
– Bir meclisin (oturumun) şer’an caiz olabilmesi için bir şey öğrenmek veya öğretmek şarttır.
– Oldum demek, öldüm demektir.
– Tecrübe para ile satılan bir şey olsaydı bütün paranızı verip almanızı tavsiye ederdim.
– Hacca, umreye para ile gidilmez, dua ile gidilir. Yani ihlas ile dua edene, maddi durumu müsait olsun veya olmasın Allah bir kapı açar.
– Günah olmayan şeyi yapmak ayıp değildir. Günah olan bir şeyi yapmamak da ayıp değildir.
– Her gün tevbe-i nasuh ile tevbe ediniz.
– Kalb-i selim, kimseyi incitmemek, kimseden de incinmemektir.
– İslâm’ın altıncı şartı haddini bilmektir. Yani haddini bilen kişi, İslâm’ı hakkı ile anlayıp yaşayabilir.
– Peygamberler hariç hiç kimsenin hüsn-i hâtimeyle (îmânla) ölme garantisi yoktur.
– Önümüze bakarak yürümeliyiz, gözler de zina eder.
– Kişinin kalbinde Allah (c.c.)’dan gayri ne varsa o, kişi için puttur.
– Hiçbir Müslüman’ın ve Müslüman grubun arkasından konuşmayalım.
– Evimizde, iş yerimizde İslâm’ı ilan edip uygulayalım, yaşayalım.
– Dava, ‘La ilahe illallah’ davasıdır. Bunu yüceltmektir.
– İslâm demokrasisi olmaz, demokraside halkın dediği, İslâm’da Hakk’ın dediği olur.
– İslâm, Hak idaresi; demokrasi halk idaresidir.
– Asıl keramet yirmi dört saat istikamet üzere olabilmektir.
– Sünnet, Resûlullâh (s.a.v.)’e götürür. Sünnete uymayan üstada uyulmaz.
– Tarikat, İslâm’ı yaşamak içindir.
– Şeriatsız tarikat olmaz. Şeriata uymayan tarikat zındıklıktır.
– İşleri başarmak için işin peşini bırakmamak, gayret etmek lazımdır.
– Allah yaratılışta her şeye hakkını vermiştir.
– En büyük cihad, vaktinde kılınan namazdır.
– İnsanın derecesi, sünnete uyduğu ölçüdedir.
– Ölümü çok hatırlamalı, ona hazırlanmalıdır.
– İlim, Hak erlerinin sohbetinden (ağzından) öğrenilir.
– Müslüman’ın her nefesi (nefes alıp verişi) en kıymetli zebercetten daha kıymetlidir.
– Aramaktan maksat bulmaktır.
– Helalin hesabı var, haramın cezası var.
– Derviş demek, Allah (c.c.) ve Resûlullâh (s.a.v.)’in askeri demektir.
– Cemaate devam edelim. Bu din camilerde kuruldu. Yine orada ihya edilecektir.
– Yaşlıları baban gibi, emsallerini kardeş gibi, küçüklerini evladın gibi bilerek ziyaret etmeli.
– İzzet ve şeref olarak Müslüman olmak yeter.
– Din, fıkıh okuyarak öğrenilir. Fıkıh okuyunuz.
– Şefaat-i Peygamberî (s.a.v.) olmadan hiç kimse kurtulamaz, cennete giremez.
– Bir Müslüman, içinde Müslüman’ın olmadığı bütün insanlardan daha değerlidir.
– Din, kuru temenni ile olmaz. Yaşamalı, yaşamaya gayret etmelidir.
– Haset etmeyiniz, komünizm hased üzerine bina edilmiştir.
– İslâm’ı öğren, yaşa; öğret, yaşat.
MÜRŞÎD-İ KÂMİL’E KARŞI ÂDAB[1]
Hak yolda hatırda tutulması lâzım gelen en mühim şartlardan biri; “Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla berâber olun!”[2] âyet-i celîlesindeki emirdir. Bu emre göre sâlihlerle sohbette bulunarak onların hâl ve tavırlarının, yâni onlarda tecellî eden maddî ve mânevi güzelliklerin sende de tecellî etmesi, onlardaki taze ve güzel varlığın, güzel hâlin sana geçmesi gerçekleşmiş olacaktır.
Herşeyin bir âdâbı olduğu gibi sâlih kimselerin (mürşîdin) meclisinde bulunmanın da âdâbı vardır:
Mürşidin huzurunda; yüzüne, gözünü dikmeden boynunu bükerek durmak gerekir. Bir kaçak nasıl dîvâna alınırsa o şekilde hudû hâlinde olmalı, mürşidin emri olmaksızın oturmamalı ve mühim bir problemi olmadıkça söze başlamamalı ve mürşidin huzurunda bulunan diğer kimselerle konuşmamalıdır. Mürşidine olan muamelesini tıpkı Resûlullâh (s.a.v.)’e olan muamelesi gibi bilmelidir. Zira hadîs-i şerîfte, “Âlimler, nebîlerin vârisleridir”[3] buyrulmuştur.[4]
Bu hadîs-i şerîfte kastedilen âlimden murâd, ilmiyle amel eden ârif-i billâhtır. Zira ilmiyle amel etmeyen âlim, kitap yüklü eşeğe benzetilmiştir.
Mürşid-i kâmil huzurunda dikkat edilmesi gereken diğerhususlar şunlardır:
(Huzûruna girerken) öncelikle kalbini tam mânasıyla boşaltmalıdır. Boş bir testi nasıl çeşme önüne tutulur ve dolarsa kalbini boş testi gibi tutup, gafletten (dikkatsizlikten), kötü hatıra ve fena düşüncelerden, îtimadsızlık ve imtihan gibi vesveselerden kalbini tamamen arındırmalıdır. Mürşidinin feyzine intizâr etmelidir. Aksi takdirde, yâni gönlünde yukarıda kaydedilen güzel hâllerin yerine, fena hâtıra ve düşünceler gelirse, mürşidin gözünden ve gönlünden düşmeye neden olur. Allah muhafaza buyursun, bu hususa çok dikkat etmek lâzımdır. Ehl-i Hak nazarından düşmek, Allahü Te‘âlâ’nın nazarından düşmek demektir.
Bununla beraber onlarda öyle bir gönül vardır ki, düşmanlarına bile dâima hayır ve iyilikleri ve nefislerinin ıslâhı için duâda bulunurlar. Allah onlardan razı olsun. Âmîn. Ecmâîn.
Mürşîdin huzurunda fazla kalmamalı ki mürşidin hoşnutsuzluğunu mûcib olur. Şayet mürşidin sözleri devam ediyor ve oturması hususunda mürşidi tarafından teklif varsa, biraz daha oturabilir. Bununla beraber anlayışlı davranarak mürşidin zamanını almamaya çalışmak gerekir.
Bir de mürşidin meclisinde; mürşidin, başkasıyla meşgul olması dolayısıyla, benimle neden meşgul olmuyor diye hatırına bir şey getirmemelidir. Bu da mürşide itikadın zayıflığından, ve kötü zandan hâsıl olur. Halbuki mürşid öyle bir mertebededir ki halk onu Hakk’tan ayırmaz.
Mürşidin yanında ve huzurunda ve huzurdan ayrıldıktan sonra dâima hürmet ve edebi muhafaza etmelidir. Çünkü ehlullah kalplerin câsusudur. Hak Te‘âlâ hazretleri bu mübarek zâtları, müridlerin işlerine ve taşıdıkları iyi hâllere muttalî eder. Fakat bunu müridlerine açıklamazlar.
Bir de mürşîdin, görünüşte kendisine karşı iyi muamele etmesine ve gülmesine kat’iyyen güvenmemelidir. Zîra bâzı ulu kişiler, müride zâhir muamelesi edip, iç sevgi ve rahmetten mahrum eder. Bunun için mürid, şeyhinden zahir muamelesi etmemesini rica etmelidir.
Bir de mürşidin, kendisine ta’zimde bulunmasını beklememelidir. Zira mürşidin müride tâzîmi zehirdir. Bu hâl müridi yabancı olarak görmesi demektir. Mürşîd, müridi bütün hâllerinde tecrübe ve imtihan eder, bâzen sert muamelede bulunur. Bu da ilerlemesi içindir.
Bir kimse bir mürşidden istifade ediyorsa, onun söz ve işlerine itiraz etmemeli, eğer kalbinde bir îtiraz veya kuruntu oluşursa derhâl istiğfar etmelidir. Zira o kuruntu ve îtiraz, mürîdi zehirleyip öldürür. Çünkü evliyaullaha îtiraz sû-i hatimeye (îmânsız ölüme) götürür. Bu da ehl-i keşif tarafından defalarca tecrübe olunagelmiş, kitaplara yazılmıştır.
Ancak şu da unutulmamalıdır ki kişide ehl-i tarîk olanlara ait tasarruf ve alâmetler bulunmazsa (manen görevlendirilmiş bir kimse olmadığı ve silsiledeki zâtların kavuştuğu hallerden mahrum olduğu hâlde şeyhlik yaptığı anlaşılırsa), hâline îtiraz ve inkâr vâcib olur. Çünkü bu zamanın şeyhleri, çölde serâb misâli, gerçekten istekli tâlipleri ve bu yola sülûk edecek kâbiliyetleri,-Allah korusun- sarp ve çıkmaz yollara götürürler. Kalb gözleri açık olanlar, bunları pek iyi anlarlar. Çünkü bu nasîbsizlerin kendileri muhtac-ı himmet iken, başkalarına himmet etmek gibi bir durumları yoktur. Bu hususta idrâk ve iz’an sâhiblerinden yardım ve bilgi istemek ve tahkîk etmek gerektir. “Her gördüğüne gönül verme ki yolunu sarpa uğratır”, sözünü düstûr edinmek lâzımdır.
Edeblerden biri de, mürid, mürşid tarafından teklîf vâki olmadıkça, mürşid ile beraber yemek yememeli, onun mekânında oturmamalı onun vasıtasına binmemelidir.
Diğer bir edeb de, mürşidin uyarı ve tâzîrine gücenmemeli, bunu lütuf bilmelidir. Aksi hâlde mürşidinden incinirse, müridin manevi derecesi düşer. Tevbe ve istiğfara muhtaç olur.
Edeblerden bir diğeri de mürşidi tarafından sorulan şeylere doğru cevab vermelidir. İçini mürşidinden başka kimseye açmamalıdır.
Edeblerden biri de mürşidinin muhabbet ettiği kimselere muhabbet etmeli, buğz ettiğine de buğz etmeli, (Ehl-i Sünnet çizgisinin dışına çıkan) her türlü bid’at ehlinden, erbâb-ı gafletten ve tarikatları kabul etmeyen kimselerden uzak durmalıdır.
Edeplerden biri de, münkirlerin yemeğinden yememektir! Çünkü o yemek kırk gün feyiz ve rahmet kapısının kapalı olmasına vesile olur.
Edeplerden biri de, nefsini şiddetli kızgınlık ve öfke ile çok gülmekten esirgemelidir. Zîra bunlar kalbi öldürür.
Mâlâyâni (boş ve faydasız lâfları) terk edilmelidir.
Bunların hepsinin kıyamette Allah (c.c.)’nun huzuruna arz olunacağından utanıp azîz ömrü boş yere zayi etmemeli ve bu kıymetli cevheri fırsat ve ganîmet bilip zikrullaha ve Hak ile huzura sarf etmelidir.
Maneviyat büyüğünü ziyaret edeceği zaman izin alıp, sonra ziyaret yapılması, o büyüğü üzecek sözlerden sakınılması, konuşurken sesin kısılması da âdabdandır.
Huzurda bulunduğunda, mürşid konuşmaya başladığı zaman, mürşidin sözlerini kalb ve lisâniyle tasdik etmelidir. Gerek lisân ve gerek kalble büyüklerin sözlerine “hayır” ile karşılık vermemelidir. Böyle yapan mürid ebediyyen iflah olmaz. Çünkü velîlerde bâzı işler vardır ki yalnız kudret-i Hakk’tan doğar. Bâzı işler de hikmete dayanır. Hikmetten suâl edilmeyip boyun büküp tasdîk eylemek daha iyidir.
Ey mürid! İçindeki îtirazın zamanını bekle. Sonunda göreceksin ki, evliyâullahın her sözünün içi sırlarla doludur. Er ya da geç bu itirazın giderilir. Mürşidin o sözünün sırrını göremeden ölmezsin ve o zaman velînin sözünün doğruluğunu anlarsın.
Edeblerden biri diğeri de bir sıkıntılı hâli veya her hangi bir derdini arz için huzurda bulunduğun zaman, kalben bunu mürşidine arz eyle, mutlaka oradan ayrılmadan sana sıkıntının çözümü açıklanacaktır.
Rüyâ tâbîri ve gayb ile ilgili sorulardan çekin. Mürşidi rahatsız etme.
Bir mürşidin büyüklüğü kerametlerinden anlaşılmaz. Allah’a yakınlığı ve irfanı ile anlaşılır.
Edeplerden biri de her hangi bir yolculuğa çıkmadan önce mürşidinden izin talep etmektir.
Öbür bir edeb de hizmet edebidir. Bu da mâl ve beden ile yapılan hizmetin, Peygamberimiz (s.a.v.)’e, dolayısıyla Hak Te‘âlâ’ya râci olduğuna inanıp, o hizmetin, Hak Te‘âlâ’dan kendisine lütuf ve ihsan olduğunu düşünmeli, şükretmelidir.
Mürşid-i kâmil tarafından kendisine verilmiş olan vazifeyi hiç bir surette geri bırakmamalıdır. Velev ki kendi aleyhinde olsa dahi… Mürşid-i kâmilin ağzından çıkanları vakit geçirmeden yerine getirmek gerekir. Çünkü mürşidin himmet ve yardımı ile yapılacak iş kolaylıkla vücûda gelir. Bu yaptığı iş ve hizmetlerden yalnız Allah (c.c.)’nun rızasını düşünmelidir ve bu hizmetler sonucunda kendinde bir varlık görmemelidir.
Mürşidine bir hediye vereceği takdirde gizli vermeli, ikramını mürşide açıklamamalı, doğrudan doğruya mürşidine vermeyip hizmetçisine teslim etmelidir. Mürşidine vermek istediği hediyeyi malının en iyisinden vermeli, kabulünü minnet bilmeli ve bundan dolayı Hak Te‘âlâ’ya şükür etmelidir.
“Benden en az bir sâlih kulumdan utandığınız kadar utanın” hadis-i kudsîsine göre kendisini devamlı mürşidinin murakabesi altında hissetmelidir. Son nefese kadar bu hâlini devam ettiren sâlik elbette son nefesinde, mürşidinin rûhâniyyetinin yardımıyla selâmetle ruhunu Allah (c.c.)’a teslim eder. Kabirde de sorgu meleklerinin cevâbını kolaylıkla vermek mümkün olur. Biiznillâhi te‘âlâ.
Malûm olduğu üzere şeytân mürşid-i kâmilin cisminden ve ruhundan kaçar. Yine bilindiği üzere ruhâniyyette perde, madde ve müddet yoktur. Kardeşlerimizden bâzıları vefat eden müridin kabrine teveccüh edince kabirde mürşidin ruhaniyetini keşif ile görüp, ona imdâd ve teselliyet verdiğini ve kabir dehşetini teskîn eylediğini müşahede etmiştir. Bu işlerin kudretullaha âit olduğu şüphesizdir.
Kudret-i Hakk’a îmân etmek, îmânın başıdır.
Bu babda aklın tasarrufu ve te’sîri bulunmadığına inanmalıdır.
“Bana, Rabbime ulaşmakta vâsıta ancak şeyhimdir” diye düşünerek hiç kimsenin kınamasından korkmamalıdır.
Beyit:
Tutagör yâr eteğin,
Ko, ne derse desinler…
Ancak şeyhine karşı bir hata yapmaktan korkmalı ve şöyle düşünmelidir: “Eğer beni şeyhim reddederse ondan evvelki dahî beni tard eder (kovar) ve bu tard ediş, silsile yoluyla Resûlullâh (s.a.v.)’e ulaşır.”
Mürşidinin uykusu, kendisinin gecelerini ihya etmesinden ve mürşidinin yemesinin, kendinin orucundan hayırlı olduğunu, onun bir nefeste yaptığı manevi ilerlemenin, kendinin bütün ömründeki ilerlemesi kadar olduğunu bilmelidir.
Sâlik, çalışmasına güvenmeyip mutlaka Hakk’ın fazlına ve merhametine sığınmalı, dayanmalıdır. Bununla birlikte talep ve istek noktasındaki gayretini son noktaya vardırmalıdır.
Şunu da kayıt ve ilâve edelim ki mürid olan kimse, mürşidiyle irtibatı, hakikî sevgiyi ve hizmeti ne kadar arttırırsa o nisbette füyûzâta mazhar olur.
Ve sallallahu aleyhi ve ‘alâ âlihi ve sahbihi ve sellim.
Da’vâhüm fihâ subhânek’allahümme ve tahiyyütüm fihâselâm. Ve âhiru da’vâhüm en’ilhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn.
[1] Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdi (k.s.)’nun Risâle-i Hâlîdiyye isimli eserinin ilgili kısmından özetlenmiştir.
[2] Tevbe sûresi, 119. ayet.
[3] Buhârî, İlim 10; Ebu Davud, İlim 1; İbn Mâce, Mukaddime 17.
[4] Bu sözle mürşid, -hâşâ- peygamber seviyesine çıkarılmamakta, ancak muamele ve saygı yönünden nasıl hareket edileceği tarif edilmektedir.
Sosyal Medya Hesaplarımızı Takip Edin