Ey benim gecemin mumu, ey parlayan nur
Senin güzelliğine can, pervane gibi fedâ olsun
Mahmud Sâmi Ramazanoğlu hazretleri, Esad Efendi hazretlerinin yolunu devam ettiren en meşhur ve mağfur halîfesi, vekili ve kendinden sonraki postnişindir.
Ey benim gecemin mumu, ey parlayan nur
Senin güzelliğine can, pervane gibi fedâ olsun
Mahmud Sâmi Ramazanoğlu hazretleri, Esad Efendi hazretlerinin yolunu devam ettiren en meşhur ve mağfur halîfesi, vekili ve kendinden sonraki postnişindir.
Zengî (Şehîd) vâsıtası ile Seyfullâh Hz. Hâlid bin Velîd (r.a.)’e dayanır.
Efendi Hazretleri kendi ifâdeleriyle doğumlarını şöyle nakletmektedir:
“Benim doğumum (1308) târihindedir: Adana’da Vakıfsarayı’ndadır. Doğumumdan evvel kapıya bir zât gelerek: “Bu evde, yakında bir doğum olacaktır, oğlan olacaktır, adını: Sâmi koyunuz; hayırlı bir insan olacaktır.” diyor, gidiyor. Bir müddet sonra doğum oluyor, oğlan oluyor. Adı: “Mahmûd Sâmi” konuyor. Sonra o zât tekrâr geliyor. Oğlan, doğduğunu söylüyorlar. Adının da “Muhammed Mahmûd Sâmi” konulduğunu öğrenince: “Sandıktaki emânetimi veriniz!” diyor. Ona benzer bir emâneti veriyorlar: “Bu değil; esâs sandıktaki bana âid emâneti veriniz!” diyor. Veriyorlar. Memnûn oluyor. Duâ edip gidiyor.”
Efendi Hazretleri bu ma’lûmât hakkında: “Bunu kaydediniz. Mühimdir. Gelen zât, boş değildir. Sen bunları olduğu gibi kaydet. İleride neşredilir. İyi olur. Hayırlı olur.” diye buyurdular.
Not: Bu ma’lûmât, Muhterem Ömer Kirazoğlu (Rh. Aleyh) Ağabey’in kendi el yazısı ile not defterinden alınmıştır. Metinden Hazretin ism-i şerîflerinin tam olarak “Muhammed Mahmûd Sâmi” olduğu öğreniliyor. Hazretin 6 Kasım 1937’de kendi el yazılarıyla, latince olarak, “Kadastro ve Tapu Tahrîrine Mahsûs Beyânnâme”de, sâdece “Sâmi” ismini ve imzâsını kullandıklarına ve nüfus cüzdanlarında da sâdece “Sâmi” ismini kullandığına göre, tam ism-i şerîflerinin kullanılmaması o devirdeki birtakım yasakları akla getirmektedir.
Bu “Beyânnâme”de, Hazretin doğduğu ev Seyhân vilâyeti, Adana kazâsı, Kayalıdağ mahallesi, Sabuncu Abdullâh sokağı olarak belirtilmiştir ki burada da isimler değiştirilmiştir. Hazretin doğduğu evin bulunduğu mahalle en son Tepebağ adını almıştır.
1950’li yılların başlarında İstanbul’a intikâllerinden sonra kendilerine Fahri Kâinat salla’llâhü aleyhi ve sellem Efendimiz tarafından “MAHMÛD” ismi verilmiş ve kendileri icâzetli halîfeleri Adanalı Hacı Hasan Efendiye: “Fakire bundan sonra Mahmûd Sâmi denilmesini ihvâna bildiriniz; bize böyle emrolundu.” diye emir gereği büyük tebşîrâtı bildirirler.
Çocuk yaşlarında muhterem anneleri kendilerini akrânlarıyla oynamak üzere dışarı gönderdiklerinde Hazreti Sâmi (k.s.) Efendimiz ellerini dizlerinin üzerine koyup “tahiyyât” oturuşundaki gibi oturup, uzaklara gözlerini diker, devâmlı olarak düşünür, tefekkür ederler. Çünkü Allâh (c.c.)’ın Rasûlü (s.a.v.) Efendimiz, Mi‘râc’da tahiyyâtta gibi oturmuşlardı. Bu sünneti ömürleri boyunca hep böyle sürdürdüler. Hiçbir zaman kendilerini bunun dışındaki bir şekilde otururken gören olmamıştır. “Neden arkadaşları ile oynamayıp oturduğu” sorulduğunda:
“Biz oyun için yaratılmadık.” buyurmuşlardır. İşte hadîs-i şerîfi telmîh; işte sünnete ittibâ.
Doğumlarından itibâren bütün hayatları boyunca bu müjdenin şanlı izlerini taşıyan bu zâta “Âlî makâm sâhibi” mânâsına gelen Sâmi ismi konur. Her hâlleri büyük, yüksek makâm sâhibi oluşlarının dışarıya tezâhürüdür.
Hakk idâresinin kaldırılıp, halk idâresinin Müslümanlara da sevdirilmeye çalışıldığı şu cehâlet asrında; ekseriyetin İslâm dışı davranışlarına; “Bugünkü şartlarda ancak bu kadar olur.” diyerek kılıf bulup, İslâm’ın bazı şartlarda tam olarak yaşanamayacağı iddiâsını hâlleri ile çürütmüştür. Asra yakın ömürlerinin, doğu mundan itibâren tamâmını, sünnete harfiyyen riâyet ederek geçirmiştir. İslâm, fitnenin zirveye çıktığı devir lerde bile sünnete tam olarak ittibâ edilerek yaşanabilir ve kıyâmete kadar da yaşanacaktır diye hayatı ile bunu isbât etmiş bir âlî kadîrdir Hazreti Sâmi (k.s.).
Allâh (c.c.) dostlarının büyüklerinden bir zâtın ifâdesi ile “Asırların nâdir yetiştirdiği büyük bir velîdir” Hazreti Sâmi (k.s.).
İlk, orta ve lise tahsîlini Adana’da tamamlayan Hz. Sâmi (k.s.) yüksek tahsilini İstanbul’da yapar. Hukuk Fakültesi’ni birincilikle bitiren Hz. Sâmi (k.s.), bu arada bir müddet Gümüşhâneli Dergâhı’na devam eder.
Bu sırada Bâyezid dersiâmlarından Rüşdü Efendi (Eski Beşiktaş müftüsü Merhûm Fuat Çamdibi Hocanın babası):
“Sâmi Evlâdım, gel seni Şeyhü’l Meşâyih Esâd Erbilî Hazretlerine götüreyim.” der. Bu teklifi kabûl eden Efendi Hazretleri, Rüşdü Efendi ile beraber Kelâmî Dergâhı’na giderler. Bu ilk karşılaşmanın devamını kendileri şöyle anlatır: “Üstâdımızın huzûruna varıp ellerini öptük. Rüşdü Efendi Hoca:
“Üstâdım, bu getirdiğim genç Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddin Efendi’nin evlâdlarından Adanalı Sâmi Efendi” deyince; birden Üstâdımız Esâd Efendi Hazretleri:
“Hayır! O bizim evlâdımız” buyurdular. Ve orada devâm ettiğim evrâdın ne olduğunu sordular. Günde beşbin zikrullâh, bir cüz Kur’ân-ı Kerîm tilâveti, Delâil-i Hayrât diye cevâb verdim. “Evlâdım hastalık nerede ise tedâviye oradan başlamak lâzım, bu yüzden şimdilik bunları terk edip kalbî zikre başlayacaksın buyurdular ve Fakîre inâbe verdiler.” Akarsu deryâya kavuşmuş; su mecrâını bulmuştu.
Cenâb-ı Hakk’ın lütfu inâyeti ile Hz. Sâmi Efendimiz birkaç ayda seyr-u sülûkunu ikmâl buyurdular. Daha önce iki yıl devâm edilen dergâhta olmayan tecellî, burada birkaç ayda olmuştu. Elhamdü li’llâh.
Kelâmî Dergâhı’ndaki hizmet günlerine âit Adapazarlı Pehlivân Efendi şu hâtırayı anlatır: “Adapazarı’ndan on arkadaşımla berâber Esad Efendi Hazretlerinin ziyâretlerine gittik. Sohbet esnâsında tekkeye dâhil olmuştuk. İçerisi kalabalık olduğundan dışarıda oturuyor, Esad Efendi Hazretlerinin kendilerini göremiyor, sâdece seslerini işitiyorduk. İlk defa sohbetlerine gelmenin heyecânı içindeydik. Sohbet sırasında ihvân arasında genç bir zât dolaşıp hizmet ediyordu. “Bu Genç orada dolaşmasa o zaman dikkatimiz dağılmaz, daha çok istifâde ederdik.” diye içimden geçirdim. Sohbet biter bitmez Esad Efendi Hazretleri:
“Adapazarlı Pehlivân Efendi ve on arkadaşı buraya gelsin!” dediler. Hâlbuki bizi hiç tanımıyor ve geldiğimizi de görmemişlerdi.
“Sâmi evlâdımız hakkında sûi zan ettiniz, helâllık alın.” buyurdular. Affımızı taleb edip böylece bu iki zâtı ve aralarındaki derûnî muhabbet ve bağı öğrenmiş olduk. Elhamdü li’llâh.
Üstâdına olan bu muhabbet ve bağlılığını dâimâ arttırarak devâm ettiren Hazreti Sâmi Efendimiz, bütün gün ve gecelerini hizmet yolunda geçirdiler. Sâmi Efendimiz dergâhın temizliğinden, ihvânın her türlü ihtiyaçlarına varıncaya kadar bütün hizmetlerini seve seve yapardı.
Hazreti Esâd Erbilî Efendimizin: “Mânen bizimle aynı mertebededir, lâkin bu vazîfe bize verildi” diye târîf ettikleri Hüseyin Efendi Hazretleri yatalak olunca: “Bu zâtın hizmeti için kim tâlib olur?” diye Pîr Efendimiz ihvâna sorar. Hemen Sâmi Efendimiz o zâtın hizmetlerine koşarlar. Def‘i hâcetleri dâhil her hizmetlerini uzun müddet seve seve görürler. Nihâyet bu hizmetleri sonunda Hüseyin Efendi Hazretleri:
“Evlâdım, Cenâb-ı Hakk’a niyâz ediyorum; Allâh-u ‘azîmüşşân bize ihsân ettiklerini fazlası ile sana ihsân etsin!” diye duâ buyururlar.
Kısa sürede icâzet ve mutlak hilâfet alan Sâmi Efendi Hazretleri mürşid-i kâmilin görevine âit şu kıssaları naklediyor: “Gençliğimde dergâha devâm ediyordum. Orada vazîfesi müntesiblerin ayakkabılarının tozunu almak olan bir dervîş vardı. Bir gün onun elindeki bezi aldım, pertavsızın altına tutarak bir müddet güneşin altında tuttum. Güneşin harâretinin pertavsız vasıtasıyla bezin üzerine teksîf edilmesi ile bez tutuştu ve yanmağa başladı. Dervîş hayretler içinde kaldı. İşte mürşidi kâmil, iki cihânın Serveri ve Rahmet Güneşi Nebî salla’llâhu ‘aleyhi ve sellem Efendimizden aldığı nûru müntesiblerden müsâid kimselerin kalblerine teksîf edip, o nûrı Muhammedî (s.a.v.) ile kalbleri diriltip kemâle erdiren kişidir, bi-izni’llâh. Mürşid-i kâmil çobana benzer; çoban dağda koyunları otlatırken bacağı kırılanı orada bırakır mı? Sırtına atıp ağıla kadar getirir. Mürşid-i kâmil de hiçbir evlâdını bırakmaz ve terk etmez biizni’llâh.
Mürşid-i kâmilini bulan ve Zât-ı Âlîlerinin onun ifâdesi ile “Eyyâm-ı şebâbını şerîat-ı mutahhare ve tarîkat-ı ‘âliyye hizmetinde geçiren” Hazreti Sâmi Efendimiz mânevî mertebeleri hızla aşıyordu. Bu yolda kendi ifâdeleri ile ihlâs ve tam teslîmiyet şarttı. Ölünün yıkayıcısına teslîmiyeti gibi, mürîd de mürşîdine teslîm olmalıydı ki bi-izni’llâh neticeye ulaşsın.
Kendileri şöyle anlatır: “Allâme Taftadânî hazretlerinin talebelerinden biri, bir şeyhe intisâb etmiş. Bu talebeden hocasının huzûrunda hikmetli kelâmlar sâdır olmuş. Hocası:
“Evlâdım, bunları ben sana öğretmedim; sen bunları nereden öğrendin?” diye soruyor. Talebe:
“Efendim ben bir şeyhe intisâb ettim; zikir çekiyorum, doğuş oluyor ve böylece hikmetli konuşuyorum.” diyor. Bunun üzerine ‘Allâme Taftadânî hazretleri:
“Oğlum beni de şeyhine götür” diyor.
Kendileri de aynı şeyhe intisâb ediyorlar. Fakat ya teslîmiyyet yok veya nasîbi yok aynı tecelliyâtlar kendilerinde zuhûr etmiyor, aynı istifâde olmuyor. Sâmi Efendimiz Hazretlerinin bu anlattığı kıssadan çıkan hükme göre nasîbi olan müsta’îd kişiler mürşîd-i kâmili bulup ona tam olarak teslîm olurlarsa bi-izni’llâh neticeye ulaşır, mânevî mertebelerde hızla ilerleyerek kemâle ererler. Bunların hepsi kendilerinde bi-izni’llâh mevcûd olan Hazreti Sâmi (k.s.), kısa zamanda icâzet alır ve irşâdla görevlendirilirler.
Kendileri 33 yaşında irşâd ile görevlendirilmiştir. İrşâd ile görevlendirildikten sonra Adana’da aşağı yukarı 20 sene, 52 yaşına kadar, ikamet ederek irşâd vazifesini Adana’da îfâ etmişlerdi.
O zamanlar; İstanbul müftüsünün Süleymaniye Camisine imam olarak gece bekçisi tâyin etmek zorunda kaldığı zamanlardı. Camilerde vazife yapacak yetişmiş adamlar yoktu, va’z ve nasihatler yapılamıyordu.
İşte böyle bir zamanda üniversite mezunu da olan Hazreti Sâmi (k.s.) Efendimiz, Adana’da Yağ Camii’nde Ümmeti Muhammed (s.a.v.)’e va’z ve nasihat etmeye başlamıştı.
Şehir otobüsüne bindiğinde, hukuktan mezun arkadaşları ile karşılaştığında, arkadaşları çeşitli hakaretler ederek, terbiyesizlik yaparlar, “Bu sakal ne? Niye kravatın yok? Niye gericilik propagandası yapıyorsun?’’ derlerdi.
Yani Hazret-i Sâmi (k.s.) Efendinin hayatı böyle çilelerle geçmişti. Bunlara rağmen İslâm tebliğini hayatının her safhasında yılmadan usanmadan yapmıştır.
Hazret-i Mahmûd Sâmi (k.s.) Efendimizin hakkındaki büyük tebşîrâtlar, tâ doğumundan önce başlamış, ismi dahî mânevî büyük bir tebşîratla konulmuş, çocukluk yıllarında annesi Onu arkadaşlarıyla beraber oyun oynaması için arkadaşlarının yanına gönderdiğinde, o tahiyyat oturuşunda oturup uzaklara bakarak tefekküre dalmış ve kendisine sorulduğunda Nebî (s.a.v.)’in sözü olan “Biz oyun için yaratılmadık” cevâbını vermişti. Hulâsâ bir asra yaklaşan o koca ömrün tamamını bu şekilde büyük bir hassasiyetle Sünnet-i Seniyye’ye, Şerîat-ı Ğarrâ-i Muhammediyye’ye (s.a.v.) tamamen muvâfık yaşadıkları düşünülürse, Medine-i Münevvere’ye hicret etmek gibi mühim bir emr-i Risâletpenâhî’yi çok önceden programladığını söyleyebiliriz.
Ama Medine-i Münevvere’ye hicret etme arzusunun, Hazret-i Mahmûd Sâmi (k.s.) Efendimiz’de ne zamandan beri var olduğunu, bu isteğini açığa vurmadığı için bilemiyoruz. Bizim bu konudaki ma’lumatımız ilk defa Rahmetli babamın (Mehmet Öztürk) 1956 yılı ile ilgili anlattığı şu hâdise ile olmuştur: Babam, Atasayar Amca (Medine’de irtihal etti, babamın ortağı idi), Alemdar Amca (ki Alemdar amca da Atasayar amca ile eskiden ortaktılar. Efendi Hazretleri de onların Tahtakale’deki dükkanlarında muhasebelerine bakardı. Sonra Atasayar amca ortaklıktan ayrıldı. Hazret-i Mahmûd Sâmi (k.s.) Efendimiz de Alemdar Amca ile devam etti.) Ömer Ki- razoğlu, Ahmed Silahdar (beş kişi) Ebû Eyyûb el-Ensâri (r.a.) türbesinin hemen üst tarafından mezar yeri almak için belediyeye mezarlıklar müdürlüğüne başvurmuşlar.
O zamanlarda ihvan ile Sâmi Efendi Hazretleri arasında irtibat kuran Rahmetli babam idi. Babama diyorlar ki “Üstâdımıza bir sorar mısın ona da yer alalım mı, ister mi” diye babam da Üstâdımıza giderek “Efendimiz şu arkadaşlar beraber Eyüp’ten mezar yeri satın alıyoruz, eğer arzu ederseniz sizin için de yer alalım mı?” diye soruyor.
Efendi Hazretleri de “Eğer herkese gönlünün istediğini veriyorlarsa, bizim gönlümüz Cennetü’l Bâkî’yi ister, Medine’yi arzu eder” buyurarak oradan yer istemediğini beyan etmiştir.
Hazret-i Mahmûd Sâmi (k.s.) Efendimizin hicret arzusuna, babamın anlattığı kadarıyla bu şekilde muttali olmuştuk. Bizim Medine-i Münevvere’ye hicretimizin başlangıcı ise 1976 yılında olmuştu.
1976 senesinde Mart sonu Nisan başı Hazret-i Mahmûd Sâmi (k.s.) Efendimiz: “İnşâallah, Medine’ye hicretimiz için dâvet edildi (izin verildi veya emir edildi)” buyurdular. Umûmî olarak Medine’den dâvet geldiğini bu şekilde buyurduktan sonra fakire de: “Siz de beraberimde bulunursunuz” dediler. O zaman büyük kızım yeni doğmuş, 10 günlüktü. Hazret-i Mahmûd Sâmi (k.s.): “Çok fazla da eşya almazsınız. Evdekiler de (yakın akrabalar da) hicret ettiğimizi anlamasınlar. Bir bavulla gelirsiniz” buyurdular. Ben de evdekileri bir çocukla bırakarak hiç haber vermeden bir bavulla hicrete çıktım.
Efendi Hazretleri (k.s.): “Kimse hicret ettiğimizi anlamasın” dedikleri için ihvâna: “Efendi Hazretleri Umreye gidiyor” diye duyurduk. Uçak biletlerimizi aldığım Ali Koçak bey, 80 küsur kişinin bu umre ziyaretine iştirak ettiğini söylemişti. Yani seksen küsur kişilik bir cemaatle yolculuğa çıkmıştık. Ama Hazret-i Mahmûd Sâmi (k.s.) Efendimiz ile Fakir’den (Muhterem Ömer Öztürk) başka hicret niyeti ile geldiğimizi bilen yoktu.
Mekke ve Medine’de tam toplam 50 gün kaldık. Çok değişik bir ziyâret oldu. Hazret-i Mahmûd Sâmi (k.s.) Efendimiz: “Şimdi döneceğiz, inşâallah ileride tekrar başka bir tarihte yine hicret ederiz” buyurdular. Ve hicret başka bir sefere kalmak kaydıyla geri dönmüş olduk.
1979 senesinde Efendi Hazretlerinin Medine’ye hicret için tekrar emir buyurması üzerine hicret hazırlıklarına başladık. O zamanki Suudi Arabistan Kralı Hâlid’in arkadaşı İbrahim Şâkir, ikâmet için 18 kişilik dâvetiye göndermişti. İbrahim Şâkir’in gönderdiği bu dâvetiye sayesinde ikâmet işinin resmî yönünü halletmiş olduk.
İkâmet işinden sonra sıra, Hazret’in evinin eşyalarının götürülmesi işine geldi. O zaman Suudî Arabistan ile ticarî ilişkiler yok denecek kadar zayıftı. Efendi Hazretlerinin eşyalarını kamyona yükleyerek normal şekilde götürme imkânı yoktu. Eşyaların götürülmesi çok zor idi. Ama Cenâb-ı Hakk’ın lütfu ve ihsânıyla bir çözüm bulmuş olduk. Şöyle ki: MTTB başkanlığım sırasında muhtelif vesilelerle münâsebetler kurduğumuz Riyad’daki Dünya İslâm Gençlik Teşkilatı (WAMY)’nin başkanına birini göndererek umre için 40 kişilik dâvetiye talep ettim. Dâvetiye talebimi kabul eden WAMY’nin başkanı 40 kişilik umre vizesi verdi. Kimya Mühendisliği’nde okuyan Talebe Birliği’nden arkadaşımız olan Orhan Yentürk’ün amcası Fehmi Efendi’nin otobüsünü tuttuk. Efendi Hazretlerinin eşyalarını otobüsün bagaj kısmına, koridorlara, koltuk aralarına yükledik. Talebe Birliğinde 35 arkadaşı da (diğer beş kişinin işlemleri yetişmedi) otobüse yolcu olarak bindirdik. Böylece Efendi Hazretlerinin eşyalarını götürme bahânesiyle bu arkadaşlar da umre yapmış oldular.
“Himmetü’r ricâl takrabü’l cibâl” derler. Allah dostları, ricâlullah himmet ederse Cenâb-ı Allah dağları yaklaştırır. Elhamdulillâh, büyüklerimizin himmeti ile Efendi Hazretleri’nin eşyaları da bu şekilde geçmiş oldu.
Efendi Hazretleri fakiri, ev bulup yerleştirmek üzere Şevval ayında Medine’ye göndermişti. Şevval ayında (Eylül 1979) ikâmet işi için Medîne’ye giderken;
âyetini ve Âyete’l Kürsî’yi okursunuz ve Medîne’deki sohbetlere siz devam edersiniz” diye buyurdular. Fakire bir kitap uzatarak “Bu da size hediyem olsun. Uçakta size zor olur. Taşımanız da uygun değil. Birkaç kilo gelir. Onu sohbetlerde Medîne’de okursunuz. Medîne’ye karayoluyla giden şekerci Mustafa gibi birisine verirsiniz, o da size Medîne’de teslim eder.” buyurdular. Fakir o zaman trafik kazası geçirmiştim. Doktor, iki kilo bile yük taşımamamı söylemişti. Bir kiloluk kitap için bile ne kadar hassas düşünüyorlar. “Efendim bunu kim okuyacak” deyince, “İnşâallah siz okursunuz” diye buyurdular.
Medine’ye gelince daha önceden talebelerle gönderdiğim ve bir depoya koydurduğum eşyaları Efendi Hazretleri için tuttuğum eve yerleştirdim. Böylece bütün hazırlıklar Cenâb-ı Hakk’ın lütfu ve Efendi Hazretleri’nin himmeti ile tamamlamış oldum.
Efendi Hazretleri Zi’l-ka’de ayında geldiler. O zaman uçak seferleri bugüne göre çok ibtidâî idi. Hazret-i Mahmûd Sâmi (k.s.)’i Medine’den gelen üç arkadaşla beraber Cidde’de karşıladık.
Hazret-i Mahmûd Sâmi Efendimizin Medîne’ye hicretleri bu şekilde gerçekleşmiş oldu. Allah şefâatlerine nâil eylesin.
Son Ziyâret
Hz. Sâmi (k.s.) Efendimiz: “Musâfaha için kıyam lâzımdır” buyurur ve herkes ile tek tek ayağa kalkarak el sıkışırdı. Kendileri sekiz sene sonda ile yaşamıştır.
O ızdırâblı hallerinde bile musâfaha için ayağa kalkardı. Kendilerine: “Efendim müsâadenizle ihvân gelip sadece selâm verseler, elinizi sıkmasalar, o zaman olur mu” dediğimizde bu teklifi kabûl etmişlerdi. Bunun üzerine ihvâna teker teker “Huzûra girip sadece selâm vereceksiniz, eline uzanmayacaksınız. Uzanırsanız ayağa kalkmaya çalışıyor, kalkacak hâli de yok” diyerek tembih ettik. Bundan sonra ihvân da sadece selâm vererek ziyaret etti.
En son ziyaret 1983 yılında oldu. “Beraber hacca gidiyorduk, kendilerine ihvanın ziyaret etmek istediğini söyleyince “ziyaret hacdan döndükten sonra olsun” buyurdular. Hac sonrası ihvanı beraberce ziyarete götürdük. İhvan sadece selam vererek teker teker ziyaret etti. Fakir, Rahmetli Atasayar amca ve birkaç arkadaşla beraber içeride duruyoruz. Hz. Sâmi (k.s.) kendilerine ziyarete her gelene: “Cinnîler de karışıyor araya, cinnîler de karışıyor araya” diyordu.
Musa Bey ile ziyâretlerine gittiğimizde misafir odasına kabul edildik. Ömer Kirazoğlu beyi çağırdı, O da Hazretin yanına girdi. Ömer Bey, Efendi hazretlerine Musa Beyin ve Fakir’in ziyârete geldiğini söylemiş, arz etmiş. “Buyursun” diye izin çıkınca, Ömer Kirazoğlu tekrar “Efendim Ömer Öztürk de yanında” deyince: Mahmûd Sâmi (k.s.) Efendimiz: “O da buyursun. Ömer Öztürk ihvana kılavuzdur. Musa beye de kılavuz olsun.” diye buyurmuşlar.
Huzura kabul olunduğumuzda Ömer Kirazoğlu abi, “Musa bey geldi” diye takdim etti. Sonra sıra Fakir’e geldiğinde Ömer Kirazoğlu abi, “Kılavuz geldi, Ömer Öztürk geldi, Musa beye ve ihvana kılavuz olsun buyurmuştunuz, işte kılavuz geldi” dedi. Fakir o zaman ellerini öpüyor idim. Hazret “Elhamdülillah, elhamdülillah, elhamdülillah” buyurdular. Mübârek ellerini öptükten sonra, Fakir’in sadrına mübârek ellerini uzatıp: “Selâmün aleyküm dıbtüm fedhulûhâ hâlidîn. Allâh’ın selâmı sizin üzerinize olsun, ne güzel kulluk yaptınız şimdi ebediyen cennetime giriniz.”58 buyurdular. Bu da kendisinin 20 Ocak 1984 tarihli dünya kelâmı olarak son konuşmalarıdır. 12 Şubat’ta da irtihâl etmişlerdir.
Orada Ömer Kirazoğlu abi diyor ki, “Ömerciğim, not et bak, babam çok enteresan şeyler söylüyor, bak bunlar tebşiratlar, çok büyük tebşiratlar” diyordu.
Konyalı Hattat Hüseyin Efendi, hatırşinas bir insan demek ki, Hazretin en son dünya kelâmının bu âyet-i kerîme olduğunu öğrenince, onu bir hat hâlinde yazmış, hediye olarak göndermiş. O hat halen bizim Medine’deki evin kapısında asılı duruyor.
1979 yılında İstanbul’dan Medine-i Münevvere’ye hicret ederek, 12 Şubat 1984 tarihinde dâr-ı bekâya irtihâl eylemişlerdir. Cennetü’l-Bakîa’da, Ebû Saîd el- Hudrî ve Fâtıma binti Esed (r.anhümâ)’in yanında medfûndurlar.
Mahmud Sâmi Ramazanoğlu hazretlerinin eserleri: Hz. Ebubekir Sıddık, Hz. Ömeru’l Faruk, Hz. Osman Zinnureyn ve Hz. Ali, Ashâb-ı Kiram, Hâlid b. Velid, Bedir Gazvesi, Uhud Gazvesi, Tebuk Seferi, Fatiha Sûresi Tefsiri, Bakara Sûresi Tefsiri, Yusuf ve Hud Sûreleri
Tefsiri, Yusuf Aleyhisselam, İbrahim Aleyhisselam, Musahabe (VI cilt) olmak üzere toplam 19 cilttir.
Ve nefe‘ana’llâhü te‘âlâ bi şefâatihi, Allâh (c.c.) cümlemizi O’nun muhabbetini hakkı ile yaşayıp öylece haşrolanlardan eylesin (Âmîn). Bi hurmeti seyyidi’lenbiyâ-i ve’lmürselîn salla’llâhu Te‘âlâ ‘aleyhi ve sellem.
Sâmi Efendi Hazretlerinin İcâzetnâmesi
Esad Efendi’nin Mektûbât isimli eserinde yayınlanmış olan 134. Mektubunda Sâmi Efendi hazretlerinin icâzetnâmesi yazılıdır:
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Hamd âlemlerin Rabbi olan Cenâb-ı Hakk’a; salât ve selâm O’nun yüce Rasûlü Efendimiz Muhammed (s.a.v.)’e, âline ve bütün ashâbının üzerine olsun. Din kardeşlerime, sadakat ve yakîn erbabına açıkça arz ve ifade olunur ki: Dervîşâne icâzetnâmemizi taşıyan mânevî evladımız Sâmi Efendi, gençlik günlerini nezih dinimizin kurtarıcı dairesi içerisinde geçirmiş. Yüce Nakşbendiyye tarikatına hizmetle bütün gayretini ve mesâisini bu yolda harcamış, ciddiyetini apaçık ortaya koyarak yürürlükte bulunan usûl ve kaidelere göre Hazret-i Hâcegânın muâmelesine uygun olarak önce emr âlemine ait “beş latifesini” tasfiye ederek mâsiva lekelerinden temizlemiş, sonra da halk âlemine ait “beş latifesini” her türlü bulanıklıktan kurtarma ve tezkiyeye gayret etmiş, Allah Teâlâ’ya hamdolsun zâhiri hali ve nâsiyesinde muvaffakiyet emareleri görülmüştür. İlahî inayet letâif-i aşeresinde apaçık tezahür etmiştir. Vuslata erebilmek için gerekli usul ve marifet-i ilâhiyyeye olan arzusunu sağlam ve sâdık, tevhid ağacının meyvesini elde edebilmek için lüzumlu olan gönül, himmet ve kalp gücünü fevkalâde yüksek görmüş olduğum gibi; belli bir müddet de nefy, isbât ve murâkabeler gibi esaslara riayetle zâtını ve sıfatını süslemekte olduğunu gördüm.
Binâenaleyh saadet ve ferahlığın engin pınarından damla damla içmek, selâmet vadisinden serinletici soluklar almak isteyen yani Yüce Nakşibendiyye tarikatına bağlanma ve intisab arzusunda bulunan din kardeşlerime de tarikat âyin ve merasimlerini öğretmek için kendilerini izinli kıldım. Allah Teâlâ “Muhakkak ki Allah emanetleri ehline vermenizi emreder”, buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk ve Hadi-i Mutlak (c.c.) hazretlerinden istirham ederim ki, tertemiz şeriat ve apaydınlık tarikatın hükümlerinin yerine getirilmesindeki şevk, şetaret ve neş’esini bir kat daha artırıp, birtakım tevhid ehli kimselere söz ve halinden istifade ettirsin. Âmin.
“Ne ticaret, ne de alışverişin, Allah’ın zikrinden alıkoymadığı kimseler vardır.” âyet-i celilesini ilahî hükmüne vâkıf olan muhterem ihvânımıza arz edebilirim ki, bâtınını tasfiye ve nefsini tezkiyeye tâlip olanların ve daha doğrusu Nakşbendiyye silsilesinden feyz almak isteyenlerin Sâmi Efendi’nin sohbetlerine devam ve açıklayacağı usul ve âdâba uymaya gösterecekleri gayret ve ihtimam sayesinde bu isteklerine kavuşacaklarından şüphe yoktur. Bu Allah’a güç değildir.
Ve la havle ve la kuvvete illa billahi’l-aliyyi’l azim. Ve sallellahü alâ seyyidina Muhammedin ve alihi ve sahbihi ecmâ’in. Vel hamdülillahi Rabbi’l âlemin.”
Esad Erbilî Hazretlerinin (k.s.) halifelerindendi. İlim rütbesi bakımından Ayasofya dersiamlarından âmâ Hâfız Efendi’den icâzetlidir. Çok ârif ve âşık bir zâttır. Eyüp’te Kırkmerdiven’de aile kabristanında medfundur.
Esad Erbilî Hazretlerinin (k.s.) ona verdiği tarîkat icâzetnâmesinin ikinci bölümü şöyledir:
Ali Yekta Efendi, yüksek tevazû ve fazilet ehli idi. Zülcenaheyndi, yani zâhiri ve bâtınî ilimlerle mücehhez idi. Uzun müddet İstanbul Müftülüğünde vazife görmüş, ferâiz ilminde ismiyle müsemma “yekta” olduğu söylenirdi. Sorulan veraset bahsinde hemen kalem kâğıdı eline alır, bir iki dakikada neticeyi bildirirdi. Hak âşıklarındandı. Pîr-i Ekmel Efendi hazretlerinin (Esad Efendi) icâzetli hülefâsından olmasına rağmen icâzet kâğıdını saklamış, ancak vefatından sonra duyulmuştur. Vefatlarından evvel kütüphâne temizliği yapan damadı Emin Saraç’ın bundan haberi olmuştu. Ona hitaben: “Kitapların arasında bir kağıt bulmuşsun, aman onu kimseye söyleme, mektum tut. O vazifenin ehli ve selahiyetlisi Mahmud Sâmi Hazretleridir” buyurmuşlardır.
Çarşambalı Ali Haydar Efendi, Batum’un Ahıska kazasında 1288/1870 senesinde doğmuştur. Babası Şerif Efendi’dir. İlk tahsilini memleketinde tamamlamıştır. Bundan sonra Erzurum’a gitmiş Bakırcı medresesine devam etmiştir. Daha sonra ise İstanbul’a giderek Fatih Camii’ndeki derslere devam etmiştir.
Uzun yıllar Fatih Camiinde talebe okutmuştur. 1338/1919 yılında, Bandırmada medfun, şeyhi Mevlana Ali Rıza el-Bezzaz’ın yerine geçmiştir. Bir süre Kelâmî Dergâhında kalmıştır. Şu sözleri, Esad Efendi (k.s.)’ye olan yakın ülfetinin bir ifadesidir: “Hayatta iki kişiye gönlümü açtım ve hiç incinmedim, biri Esad Efendi (k.s.), diğeri ise Alvarlı Mehmet Efe.”
1 Ağustos 1960 yılında, Çarşamba’da âyetler okuyarak, çevresindekilere nasihatler ederek âhirete irtihal etmiştir. Cenazesi üç kere yıkanmıştır. Önce, müderris ve Beşiktaş Müftüsü Fuad Efendi, sonra Eminönü Müftüsü Ali Yekta Efendi yıkamışlardır. Daha sonra İsmailağa Camii İmam-Hatibi Mahmud Efendi tarafından yıkanmıştır. Cenaze namazını ise vasiyeti üzerine Sâmi Efendi kıldırmıştır.
Ali Haydar Efendi, Sâmi Efendi için, bütün müridanının huzurunda: Oğlum Sâmi Efendi, bunlar beni fuzûlî yere meşgul ediyorlar. Bari benden sonra sen bunlara bir şeyler yapıver. Müridanına da dönerek: “Sakın benden sonra başkasını denemeyin, Sâmi Efendi’ye teslim olacaksınız” diye şifâhen vasiyette bulunmuştur. Cenazesinin kaldırılması hususunda ise, “cenazemi Sâmi Efendi kaldırsın, hizmetimi o yapsın” buyurmuşlardır. Hatta 1950’lerde haccın yasak olduğu zamanlarda, Sâmi Efendi dönmemek üzere Şam’a hicret ettiklerinde, teessürle: “Bizim defin işini kim yapacak” derlermiş. Fakat Sâmi Efendi Şam’da 9 ay kalıp geri dönmüştür. Ve cenazesini de vasiyet üzere Sâmi Efendi kaldırmıştır.
Mehmed Ali Efendi, 1291/1874 senesinde Erbil’de doğmuştur. Babası Kelâmî dergâhı postnişîni Esad Efendi (k.s.), dedesi Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî’nin halifelerinden Şeyh Hidâyetullah Efendi’dir. Erbil’de Hâlidî tekkesinde Mehmet Emin Efendi’den tahsil yapmış ve İstanbul’a hicret etmiştir. Tahsiline İstanbul’da İslâmbolî Hâfız Şakir Efendi’den devam etmiştir. İcâzetini de 1896’da yine bu zâttan almıştır. Babasına intisab etmiş ve Kelâmî Dergâhı’nda uzun yıllar hizmet etmiştir.
Bir gün Mevlevî dergâhlarından birinin şeyhi bir yere izinli olarak gitmek istediklerinde, o hafta dersi Esad Efendi (k.s.)’nin idare etmesi için ricada bulunur. Esad Efendi (k.s.) de Ali Efendi’yi gönderir. Ali Efendi’nin idare ettiği o günkü zikir meclisine katılanlar bugüne kadar böyle feyizli bir zikre katılmadıklarını itirafa mecbur kalmışlardır.
Süleymaniye Medresesinin ilk açılışında imtihanı vererek ruûsa nail olmuş ve bu medreseye girmiştir. Bu medresenin tefsir ve hadis bölümünden icazet almıştır. Tefsir ve hadise dâir bir eser vererek Ders Vekâleti’ne verilmiştir. Mehmed Ali Efendi, “Tedkikat ve Te’lifat-ı İslâmiyye Heyeti” ikinci reisliğini yapmıştır. 1903’te Musıla-i Sahn Müderrisi, 1907’de İzmir pâyesine nail olmuştur. 1328/1910 senesinde Surre-i Hümayun kadılığında bulunmuştur. Ve bu görev dolayısıyla aynı yıl Hicaz’a gitmiştir. 1334/1915 senesinde Haseki’deki Bayrampaşa, diğer isimleriyle Basamağ-ı Şerif ve Baba Efendi dergâhı postnişini olmuştur.63 1917’de İbtida-i Hariç müderrisi olmuş ve 1918’de dersiâm olmuştur.
Bahaeddin Efendi adında bir oğlu olduğu bilinmektedir. 1931 senesinde Babası Esad Efendi’yle birlikte Menemen Olayıyla ilgisi olduğu gerekçesine binaen tutuklanarak idamla cezalandırılmıştır. Asılırken:
“Son sözün nedir?” suâline:
“Tevhid kelimesidir!” şeklinde karşılık vermiştir.
Şeyh Esad Erbilî Hazretlerinin oğlu Mehmed Ali Efendi, Kelâmî Dergâhında CarlVett’le yaptığı müzakereler sırasında insanı şöyle anlatmıştı ve Esad Efendi bu ikili konuşmayı derin bir tefekkürle dinlemişti. Geniş omuzlu, siyah sakallı Şeyh Mehmed Ali Efendi şöyle dedi;
“Her şeyden önce, insanın kâinatta diğer mahlûkat arasındaki yeri hakkında net bir bilgiye sâhip olmalıyız. Kur’ân tefsirinde, Allah’ın insanı yarattıktan sonra bütün meleklerine varlıkların en şereflisi olarak ona secde etmeleri gerektiği yazılıyor.
İblis hariç bütün melekler Allah’ın emrine uydu. Böylece Allah (c.c) isyan eden İblisi huzurundan kovdu. O da insanı (Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havva’yı) yasak ağacın meyvesinden yedirerek huzurdan/cennetten kovulmalarına sebep olarak insandan intikamını almış oldu. Şeytan yüzünden insan, Allah’ın (c.c) kendisine çizmiş olduğu yoldan ayrılmış oldu.
İblisin bu işte yardımcıları, karanlık unsur olan ve dumanlı ateşten yaratılan cinlerle, şeytanın hizmetkârlığını yapan ifritlerdi.
Melekler ise cinlerin aksine aydınlık unsur olan saf nurdan yaratılmışlardır.
Allah (c.c) insanı topraktan halîfe olacak vasıfta yaratmış ve kendi rûhundan üfürerek ona kendi İlâhî özelliklerinden vermiştir.
İnsan bütün hayatı boyunca bu İlâhî hakîkatin farkında olursa, iblisin ve şeytanların aldatmalarına karşı koyabilir. Ve bu şekilde her zaman daha yüksek makamlara yükselir. Neticede insan böylece rûhunda Allah (c.c) tarafından verilmiş bu aydınlık ve İlâhî yönvasıtasıyla Allah’ın yeryüzündeki halîfesi olabilir, bu görünen maddî hayatın ötesinde Allah’ın (c.c) huzuruna vasıtasız olarak yükselebilir.
Allah (c.c) insana canlı, diriltici sözü/kelamı (Kur’ânı) hediye etmiştir. Bu kelam ile insan, bütün meleklerin ulaşabileceklerinden daha yüksek mertebelere çıkabilir. Çünkü melekler sadece Allah’a (c.c) itaat ve hizmet etmek için yaratılmışlardır.
Hıristiyanlar Hazret-i İsa (a.s)’ya Allah’ın sözü ya da logos derken hata ediyorlar. Hazret-i İsa aleyhisselam, Hazret-i Muhammed aleyhisselamın kabul edip geleceğini bildirdiği büyük bir peygamberdir.”
Bu konuşmasında sonra Mehmed Ali Efendi (k.s) hayvanların âhiretteki durumu hakkında şu açıklamayı yapar;
“Her halükârda onların ruhları da aynı şekilde hesap gününe kadar korunacak. Sonra dünyada iken kendilerine kötü muamelede bulunan insanlar hakkında şâhitlik yapmak üzere öne çıkarılacaklar ve sonunda kötü muamele yapan insanlar, hakettikleri cezayı alacaklar.
İşte bu hesaplaşmadan sonra bütün hayvanlar Allah (c.c) tarafından yok edilecektir.”
Ârızın şevkiyle gönlüm gül gibi handan olur
Gözlerin gördükçe gözler şad iken giryan olur
Carl Vett, Danimarkalı bir sosyolog ve araştırmacıdır ve dünyayı dolaşarak hakikati bulmak ve ona râm olmak ister. Her dinle ilgilenen rûhiyatçı bir psikologdur.
Hindistan’da tanıştığı bir imamın tavsiyesi ile tasavvufu araştırmaya karar veren Vett, 1925 baharında bu amaçla İstanbul’a gelir.
Carl Vett’in “dostum” diye hitap ettiği ve birçok konuda fikrine başvurduğu Gazi Mahmut Muhtar Paşa (ö.1935) ise Osmanlı devletinde ordu komutanlığı, nâzırlık, sefirlik gibi görevlerde bulunmuş büyük bir devlet adamıdır. Müridi olduğu Fatih türbedârlarından Ahmet Âmiş Efendi vefat edince, Şeyh Esad Erbilî’ye intisap eder. Kitapta, kendisinin kaynaklarda geçen eserlerinden başka, oryantalist Gibb tarafından Londra’da İngilizce olarak basılmış “The Quranic Wisdom” adlı bir eserinin bulunduğu kaydedilir.
Carl Vett, Gazi Mahmut Muhtar Paşa ve Münir Paşa vasıtasıyla Kelamî Dergâhına gelir ve orada Esad Efendi hazretleri ile tanışır. On beş gün misafir olarak kalır ve Kelâmî Dergâhından Hatıralar ismiyle birkaç farklı tercümesi yayınlanan hatıralarını yazar. Ve bu eserini Esad Erbili Hazretleri ve Menemen Vak’asında idam edilerek şehid olan Mehmed Ali Efendi’ye ithaf eder.
Esad Efendi (k.s.) Carl Vett’i dergâhta ilk olarak “oldukça sıcak bir ilgi ile karşılayıp, tasavvufî tecrübe yaşamak niyetiyle orada kalmak istemesi üzerine, ona memnuniyetini bildirir ve elinden geldiği kadar yardımcı olmaya söz verir.”
Carl Vett, Esad Efendi (k.s.) hakkındaki ilk izlenimlerini de şöyle dile getirir: “Şeyh Efendi bana hoş geldin demek için, gıcırdayan merdivenlerden ağır ağır yukarı çıktı, odama girdi, diz çökerek oturdu; uzun cübbesine sımsıkı sarılmış bir halde, yanındaki yeri nezaketle bana ayırdı. Uzun beyaz sakallı, nurlu yüzlü, tatlı ve yumuşak siyah gözleriyle seksen yaşından çok daha genç gösteren Şeyh Efendi, bu haliyle insanda saygı uyandırıyordu.”
Esad Efendi (k.s.), Carl Vett’le özellikle İslâmî ve tasavvufî konularda ikili sohbet eder. Bu sohbetlerden birinde anlattığı şu hatırası son derece dikkat çekicidir: Esad Efendi (k.s.), Carl Vett’e Avrupalıların Hz. Muhammed (s.a.v.) hakkında ne düşündüklerini sorar. O da: “O kadar çok farklı görüşler var ki… Bu soruyu cevaplandırmak oldukça güç. Ancak Hz. Muhammed (s.a.v.) hakkında kendi fikrimi söyleyebilirim. Ben O’nun en iyi inancı gerçekleştirdiğine, O’na gelen vahy ve ilhamların diğer peygamber ve azîzlere gelenler gibi olduğuna inanıyorum”. Bu noktada Şeyh Efendi Carl Vett’in sözünü keserek: “Yani O bir peygamberdi, değil mi?” der. O da: “Evet, der, bana göre O, İslâm’ı bütün insanlara öğretme görevi olan büyük bir peygamber”. Esad Efendi (k.s.): “Ve O’ndan sonra da hiç peygamber gelmedi?” diye ekler. Carl Vett: ise buna, “Hayır gelmedi. Sanırım O, peygamberlerin sonuncusu oldu. O zamandan beri mânevî yolun yolcuları eksik olmamıştır” şeklinde karşılık verir.
Batı dünyasından birinin bu konuda böyle konuşmasına hayret eden Esad Efendi (k.s.), bu cevap karşısında, kendisine otuz yedi sene evvel Şeyhi Tâha’l-Harîrî tarafından keşfen söylenen bir sözü hatırlar: “Oğlum Esad, bu gördüğün rüyaya göre, istikbalde büyük bir mânevî güce sâhip olacaksın. Binlerce mürîdin olacak. Elin Batıya bile ulaşacak”.
Hüseyin Vassaf Efendi, Sefine’de “Ecell-i Hulefâsı” başlığı altında şu isimleri sayar: Hacı Mes’ud Bey, Hafız Mustafa Efendi, Seyyid Kemal ve Hüseyin, Müftü Şeyh Muhammed ve Müderris Ali Rıza, Şeyh Sırrı, Hacı Nuri, Yekta, Samatya İmamı Ali ve Âsım Efendiler. Yine kendisi Terceme-i halini verirken: “Tarikat-ı aliyye-i Nakşi- bendiye ve Kadiriyyeden mezun ve berhayat olan hülafamız” diyerek halîfelerini şöyle sıralar:
Tefsir sâhibi Elmalılı Hamdi Yazır, son zamanlarda Esad Efendi (k.s.) ile görüşmeye başlamış ve ona candan bağlananlar arasına girmiştir.
Diğer Bağlıları
Hüseyin Vassaf Efendi Sefine’sinde şöyle der: “Hâl-i hazırda kendilerine ve halîfelerine müntesib olan zevâtın miktarı azîm bir miktara bâliğ olmuştur. Hele ilim erbabının kendilerine karşı gösterdikleri saygı ve tâ’zîmi örünce kalbim munbasıt olmaktadır.”
Kelâmî Dergâhı’nda yetişenlerin hadd-ü hesabı yoktur. Bunlar arasında Gazi Mahmud Muhtar Paşa (1867-1935), Prof. Mehmed Ali Aynî (1868-1945), Ömer Ferid Kam (1864-1944), o dönemin İstanbul Hukuk Fakültesi dekanı, yine İstanbul Üniversitesinden Matematik profesörü Ord. Prof. Mustafa S. Tunakan. İhsan Doğramacı’nın babası ve dedesinin Esad Efendi (k.s.)’nin müridlerinden oldukları söylenmektedir.
Hâfız Ali Rıza Sağman, dergâhın müdâvimleri arasında meşhur hâfızlarından olduğundan bahisle şu bilgileri vermektedir: “Hâfız İlyas’ı Birinci Cihan Harbi’nden sonra da Odabaşı’nda Kelâmî Dergâhı’nda dinlemiştim. Okuduğu aşr-ı şerif ile dinleyenleri gaşy eylemişti. Bu dergâh, malum, Şeyh Esad Erbilî’nin dergâhı idi. Birçok ekâbir ve e’âzım oraya derviş ve sâmi’în olarak devam ederdi. Derviş olarak devam edenlerin biri de meşhur Hâfız Sâmi idi. Hâfız Sâmi bu dergâhta bir kere bir aşr-ı şerif okudu. Dervişler vecd-ü istiğraka gelerek kendilerini kaldırıp kaldırıp yere vurdular. Dinleyenler feryada geldiler. Semâhâne kıyâmet gününe döndü.”
Esad Efendi (k.s.)’nin irtibat kurduğu önemli zevâtın, Mektûbat’ından tespit edebildiğimiz isimlerini şu şekilde sıralayabiliriz:
Ziya Bey, Hoca Yekta Efendi, Hacı Hüseyin Efendi, Zihni Efendi, Hâfız Mustafa Efendi, Hayri Bey, Ali Rıza Efendi, Ali Efendi, Mehmet Cemal Efendi, Hasan Halil Efendi, Semahatlı Efendi, Ethem Efendi, Hoca Mehmet Efendi, Hacı Âsım Bey, Hâfız Efendi, Tatar Halil Efendi, Fikri Efendi, Kavak Camii İmamı Hulusi Efendi, Bahâeddin Efendi, Tırnovalı Hoca Efendi, Sâmi Efendi, Abd’ün-Nâfi Efendi, Emin Efendi, İbn Ebi Abdissamed Efendi. Hasip Efendi’nin rivâyet ettiği dergâha gelen bazı zevât da şöyledir: Sütlüce İmamı Ömer Efendi, Hoca Tayfur Efendi, Kastamonulu Hafız Nuri Efendi, Kayseri Dersiâmı Hafız Abdullah Efendi, Konya Reisü’l Kurrası Konyalı Hafız Efendi, İstanbul Reisü’l Kurrası Hafız Hayrullah Efendi, Hoca Yusuf Efendi, Fatih Dersiâmı Hafız Abdullah Efendi, Abdulhakim Arvâsi, Küçük Hüseyin Efendi.