Facebook
Twitter
YouTube
android
  • Esad Erbili (k.s.)
  • Hayatı
  • Halifeleri
  • Menkibeleri
  • Eserlerinden Pasajlar
  • Esad Erbili Silsilesi
  • Sohbetler
  • İletişim

Silsile-i Âliyye-i Nakşibendiyye

Silsile-i Âliyye-i Nakşibendiyye

1. Seyyidinâ Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.)
2. Hz. Selmân-ı Fârisî (r.a.)
3. Hz. Kâsım bin Muhammed (r.a.)
4. Hz. Cafer-i Sâdık (r.a.)
5. Beyazid-i Bistâmî (k.s.)
6. Hz. Ebü l-Hasan Harkânî (k.s.)
7. Hz. Ebû Alî Farmedî (k.s.)
8. Hz. Yûsuf Hemedânî (k.s.)
9. Hz. Abdulhâlık Gocdüvânî (k.s.)
10. Hz. Ârif-i Rivgirî (k.s.)
11. Hz. Mahmûd Fağnevî (k.s.)
12. Hz. Alî Râmitenî (k.s.)
13. Hz. Muhammed Baba Semmasî (k.s.)
14. Hz. Seyyid Emir Külâl (k.s.)
15. Hz. Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahâüddin (k.s.)
16. Hz. Alâaddin Attâr (k.s.)
17. Hz. Yakub-ı Çerhî (k.s.)
18. Hz. Ubeydullah Ahrâr (k.s.)
19. Kadı Muhammed Zâhid (k.s.)
20. Derviş Muhammed (k.s.)
21. Hâcegî Muhammed Emkenegî (k.s.)
22. Muhammed Bâkî-billâh (k.s.)
23. Müceddid-i Elf-i Sânî İmam-ı Rabbânî (k.s.)
24. Urvetül Vüskâ Muhammed Ma'sum Fârûkî (k.s.)
25. Şeyh Seyfüddîn-i Fârûkî (k.s.)
26. Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî (k.s.)
27. Hz. Mazhar-ı Cân-ı Cânân Şemsüddîn (k.s.)
28. Hz. Abdullah Pîr Dehlevî (k.s.)
29. Şemsü ş Şümûs Hz. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (k.s.)
30. Tâhâ'l-Hakkârî (k.s.)
31. Tâhâ'l-Harîrî (k.s.)
32. Şeyhu'l Meşâyîh Muhammed Es'ad Erbilî (k.s.)
33. Hz. Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.)
SİLSİLE-İ ÂLİYYE-İ NAKŞİBENDİYYE
1. Seyyidinâ Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.)

1. Seyyidinâ Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.)

Silsile-i Âliyye’nin Pîşvâsı Seyyidinâ Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.) Nebîlerden Sonra En Yüce İnsan

Dünyâ târihinde en büyük iş, İslâm’ın zuhûrudur. Bu zuhûrla Hakk, hakkıyla bilindi ve Âdem oğlu huzûra erdi. İslâm’ın ilk intişâ Hakk Elçisi (s.a.v.)’in yanından hiç ayrılmayan “Yâr-ı Ğârı” diye anılan Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.)’dir.

O, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ve İslâm’a, kalbiyle, canıyla, malıyla ve bütün kudret ve imkânlarıyla yardımda bulunduğu gibi, İslâm ve insanlık uğruna -Hakk Resûl (s.a.v.)’den sonra- en büyük fedâkârlığı ihtiyâr etmişti.

Bunun içindir ki -İnsanlık âleminde- Nebîlerden sonra en yüksek insan olarak tanınır. Bu yükseklik onun hayâtı boyunca devâm etmiş İlâhî vahye mazhar olmadığı halde, Hakk yolundaki sadâkati ve güzel ahlâktaki sebâtı, onu “Sıddîklık” derecesine erdirmiştir.

Onun devrinde, siyâsi hayâtında öyle bir sene vardır ki: İnsanlardan bir şikâyet ve muhâkeme mevzûu olmamıştır. Hâkimler boş, hapishâneler açık, kalmıştır. Cihan târihinde bu sene tekdir. Ve bunun yegâne âmili Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.)’dir. Bu cihetle, onun siyâset, kiyâset, şahsiyyet ve dehâsı, dünyâca meşhûrdur.

İnsanlık için İslâm’ın lüzûmunu cân-ı gönülden takdîr eden Hz. Sıddîk (r.a.), Peygamber-i Zîşan (s.a.v.)’in irtihâlinden sonra, İslâm’ın yayılmasına devâm etti. Hattâ ona hız vermek imkânını buldu. Bu hâl büyük bir düzen ve huzûr sağladı.

Zîrâ: İslâm, din ve dünyâ nizâmıdır. İslâm nazarında dîni, dünyâdan ayırmak mümkün değildir. Hakk’ın hayâtın ve bekânın dîni olan İslâmiyyet, cidden lâyıkıyla tatbîk edildiği vakit insanoğlunu, aradığı huzûra kavuşturuyor. Târihte, fethedilen kıt’alar, yaşanan devirler, kurulan medeniyyet ve saltanatlar, bunun şâhididirler…

Seyyidinâ Hz. Ebû Bekir (r.a.), İslâm siyâsetini lâyıkıyla yürütenlerin başında gelir. Onun zamanında, tefrikalar bertaraf edilmiş, münâfıklar sindirilmiş, kötüler susturulmuş, fitneler bastırılmıştır. Bu husûstaki dirâyeti, ileriyi görmekteki firâseti, ahkâmı tatbîkteki icraatı, hizmete kendini vermekteki ferâgatı dillere destândır.

Hele Peygamber-i Zîşân (s.a.v.)’e hicrette yâr-ı ğârı olarak gösterdiği sadâkat ve metânet ve o en tehlikeli andaki teslîmiyyeti ve o anda aldığı ma‘nevî emânet, dünyâ durdukça nâmını rahmetle yâd etmeye yetmiştir. Bu ma‘nevî emânet hafî (gizli), dâimî Zikrullâh telkînine mazhar oluşudur. Her an Allâhü Te‘âlâ ile berâber olma şuûrudur.

Hz. Mahmûd Sâmî Ramazânoğlu (k.s.), Hz. Ebûbekir Sıddîk (r.a.), 13.s.)

2. Hz. Selmân-ı Fârisî (r.a.)

2. Hz. Selmân-ı Fârisî (r.a.)

Ebû Abdullah Selmân-ı Fârisî (r.a.), aslen İranlıdır. Eski ismi “Mâbih” olub, babası İran dehkanlarından “Bûd” yahud “Budahşan” isminde bir zât olup bulunduğu karyenin beyi, ağasıydı. Taraf-ı âli-i Risâletpenâhî (s.a.v.)’den kendisine “Selmânu’l-Hayr” lakabı bahşolunmuştur.

Selmân-ı Fârisî (r.a.), gençliğinde Mecûsî iken, dîn-i hak aşkı ile âba ve ecdadının dînini terk edip ibtida nasraniyyeti kabul etmiş ve O Nûr-ı Hidayet’e tabi’ olmak için refakatlerine dahil olduğu tacirlerin hıyânetleriyle köle olarak Medine Yahudîlerinden birine satılmışdı.

Süleyman Çelebi Merhumun: Kimde ki aşkın nişanı vardurur, Elbette ânı ma’şûka irdürür beyti mazmûnunca Hâtemu’n-nebiyyîn (s.a.v.) Efendimiz’in cemâl-i bâ-kemaliyle ve şeref-i dîn-i İslâm ile müşerref olarak, Hatem-i nübüvvete ağlayarak yüz sürmüşdü ve matlubuna kavuşmuşdu. İbn-i Sa‘d’in rivayetine göre Hadîs-i şerîfte: “Selmân’a doyasıya ilim verilmişdir.” buyurulmuşdur.

Kezâ Resûlullâh (s.a.v.): “Cennet üç kişiye yani, Ali, Ammar ve Selman’a müştakdır.” buyurmuşdur.

Hz. Alî (r.a.) onun hakkında: “Ulûm-i evvelini ve âhirini tahsil etmiş bitmez ve tükenmez bir bahirden, bizden, yani ehl-i Beyt-i Nübüvvetdendir.” diye buyurmuşdur.

Geceleri Resûlullâh (s.a.v.) ile tenhâca pek çok musâhabet eylerdi. Hicrî 35 senesinde Medayin’de valiyken rahmet-i Rahmân’a kavuşmuştur.

Kıymettar sözlerinden bazıları:

Mü’minin dünyada hâl ü şânı tabibi yanında bulunan bir hastanın hali gibidir ki, o tabib onun derdini ve devasını bildiği için muzır bir şey iştiha ettiğinde mani olup, eğer onu yersen helak olursun, der. Mü’min de birçok şeyleri arzu eder ki Hakk Te‘âlâ Hazretleri onu onlardan men’eder. Tâ ki, öldüğünde cennete idhâl eylesin.

(Hz. Mahmûd Sâmî Ramazânoğlu (k.s.), Ashab-ı Kiram, 126-145.s.)

3. Hz. Kâsım bin Muhammed (r.a.)

3. Hz. Kâsım bin Muhammed (r.a.)

Tâbiînin büyüklerinden. Medîne-i münevveredeki yedi büyük âlimden biri. Adı, Kâsım bin Muhammed bin Ebû Bekr-i Sıddîk et-Teymî’dir. Babası Muhammed, Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in oğludur. Annesi Sevde, son Sâsânî hükümdârı Yezdücürd’ün kızı olduğundan, İmâm-ı Zeynelâbidîn ile teyze çocuklarıdır. Hz. Osmân’ın hilâfeti zamânında 651 (H. 31) yılında doğdu. Babası Mısır’da şehid edilip küçük yaşta yetim kalınca, halası ve Peygamberimiz (s.a.v.)’in mübârek hanımı Hz. Âişe (r.anha)’nın yanında büyüdü. 719 (H. 101) veya 725 yılında Mekke ile Medîne arasında Kudeyd’de Kâbe’yi ziyâret için giderken vefât etti.

Kâsım bin Muhammed (r.a.), Selmân-ı Fârisî (r.a.)’in sohbetlerinde bulunarak yetişip bir rûh mütehassısı olmuştu. Tasavvuf ilminde, verâ ve takvâda yâni Allâhü Te‘âlânın harâm ettiklerinden sakınıp kaçınmada eşi yoktu. Silsile-i âliyye büyüklerinden dördüncüsü olan İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık da ounun sohbetinden feyz aldı.

Medîne’de yetişen ve kendilerine fukahâ-i seb’a adı verilen yedi büyük âlimden birisiydi. Allâh ve Resûlü (s.a.v.) adına konuşmanın ve dînî meselelerde fetvâ vermenin mesûliyetini en iyi şekilde idrâk edenlerdendi. Abdurrahmân b. Ebî Zenâd: “Peygamberimiz (s.a.v.)’in sünnetini Kâsım bin Muhammed’den daha iyi bilen birisini görmedim.” diyor.

Kâsım bin Muhammed (k.s.), çok mütevâzî, alçak gönüllüydü. Bir gün köylünün birisi Ona; “Sen mi daha çok biliyorsun, Sâlim bin Abdullah mı?” diye sordu. Cevâb olarak; “Burası Sâlim’in evidir.” deyip başka söz söylemedi. Muhammed bin İshak da onun için; “O benden daha iyi bilir, deyip, yalan söylemeyi veyâhut ben ondan daha iyi bilirim, diyerek kendisini üstün göstermeyi istemedi.” dedi.

Hâlbuki Kâsım bin Muhammed, her ikisinden de âlimdi. Ebû Eyyûb Sahtiyânî; “Ondan daha faziletli bir kimse görmedim.” derken, İmâm-ı Buhârî de; “Zamânının en fazîletlisiydi.” demiştir.

(Yeni Rehber Ansiklopedisi, 11.c., 240.s.)

4. Hz. Cafer-i Sâdık (r.a.)

4. Hz. Cafer-i Sâdık (r.a.)

Muhammed Bâkır (r.a.)’in oğludur. O da, Ali Zeynel Âbidin’in, Ali Zeynel Âbidin ise, Hz. Hüseyin’in oğludur. Hz. Hüseyin (r.a.) ise, malum, Hz. Ali (r.a.)’in oğludur. Allâh hepsinden razı olsun.

Der ki: “İyilik şu üç hale sahib olunca tam olur:

Bir güzel iş yapınca; gözünde küçültesin, gizli tutasın, acele edesin.. Çünkü küçük görürsen, büyür. Gizlersen, eksiği tamam olur. Acele edersen, ona bir an önce kavuşmuş ve iyi etmiş olursun..”

“Bir mümin kardeşine ait sevmediğin iş duyarsan, birden yetmişe kadar özür kapısı araştır. Bulamazsan; belki, benim anlayamadığım bir özrü vardır, de ve kapa..”

Derdi ki: “Müslüman kardeşinizden, manasını anlayamadığınız bir kelâm duyarsanız; iyiye yorunuz. Daha iyisini bulmanız kabil olmayacak kadar güzel bir şekilde yorumlayınız. Onun sözündeki, tam anlayamadığınız mana şeklini değil; nefsinizi töhmet altına alınız.”

Derdi ki. “Bir hata işlediğiniz zaman, Allâh’tan bağış taleb ediniz. Çünkü hatalar; insanlar yaratılmadan önce yaratılmıştır. Bütün helâk hatada ısrardadır.”

Medine’de vefat etti. Hicretin, 148.yılı idi. Milâdî, 65. yıla rastlar.

Derdi ki: “Bir kimsenin rızkı daralırsa istiğfara devam etsin.”

Kısa ve kalın yünden bir elbise giyerdi. Haz’dan yapılma bir de güzel kaftanı vardı, yünden yapılmış elbiseyi içten giyerdi, diğerini dıştan giyerdi.

İçine giydiği elbise için: “Onu, Allâh için giyeriz..”

Dışına giydiği için de. “Bunu da sizin için giyeriz..” buyururdu. Sonra da:

“Allâh için olanı gizledik.. Sizin için olanı da açığa çıkardık.” diye anlatırdı..

Derdi ki: “Cenâb-ı Hakk dünyaya şöyle emretti:

Ey dünya, bana hizmet edene hizmet et. Sana hizmet edeni de yor.

“Sultanların kapısında yaltaklanmadıkça, fakihler; peygamberlerin vekilleridir.

“Allâhım, rızkını kestiğin kimsenin nasîbini elimle aç. Bana verdiğin herşey, senin ihsanındandır.”

Allâh ondan razı olsun..

(İmam-ı Şa’rânî (rh.a.), Tabakâtü’l-kübrâ, 101.s.)

5. Beyazid-i Bistâmî (k.s.)

5. Beyazid-i Bistâmî (k.s.)

Beyazid onun künyesidir. Esas adı Tayfur, babasının adı İsa’dır.

Hicrî ikinci, Milâdî dokuzuncu asırda yaşamıştır. Derdi ki: “Allâh’ım, bu kulları, onlardan bir gayret olmadan yarattın. Onların arzusu olmadan, boyunlarına bir emanet yükü vurdun. Bu halleriyle, onlara yardım etmezsen, kim yardım edecek?.”

Birgün, kendisinden farz ve sünnetin tarifini istediler. Şöyle cevap verdi: “Sünnet, dünyayı tamamen terk etmektir. Farz ise, Mevlâ ile sohbettir.” Sonra biraz daha açıkladı:

“Çünkü Peygamber (s.a.v.) Efendimizin bütün sünneti; dünyayı kalbe sokmamaya delâlet eder. Farzların bir emirler külliyesi olan Kitaba gelince; O da, Mevlâ ile sohbete çağırır. Çünkü O’ndaki kelâm; şanı yüce Allâh’ın sıfatlarından, kelâm sıfatının tecellisidir.” Derdi ki:

“Nimetler, insanda devamlıdır. Onlara yapılacak şükür de ezelî ve ebedî bir vasıf taşımalıdır.” Birgün biri geldi:

İnsan ne zaman tevazu‘ halini bulabilir, diye sordu. Şu cevabı verdi:

“Nefsine ne bir hal, ne de bir makam tanıyacak ve halk içinde kendisinden daha hakir kimse olacağını aklına getirmeyecek.”

Birgün, Bistam âlimlerinden biri, Bayezid’in yanına geldi ve:

Yâ Beyazid! Bu ilim sana nereden, kimden vergi, dedi. Şu cevabı aldı:

“Allâh’tan. Allâh’ın nimeti. O’nun zatından. İzahı gayet kolay. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin şu Hadîs-i Şerifi’ni, tam ma‘nâsıyla okursan, anlarsın:

Bir kimse bildiğiyle amel ederse; Cenâb-ı Hakk ona, bilmediğini ihsan eyler.”

O gelen âlim, bu cevap karşısında sustu.

(İmam-ı Şa’rânî (rh.a.), Tabakâtü’l-kübrâ, 250-253.s.)

6. Hz. Ebü l-Hasan Harkânî (k.s.)

6. Hz. Ebü l-Hasan Harkânî (k.s.)

İsmi Ali bin Ca‘fer, künyesi Ebü’l-Hasan’dır. Harkânî diye de meşhur olmuştur. İran’ın Horasan bölgesindeki Bistam’ın bir kasabası olan Harkan’da doğdu. 1034 (H.425) senesinde Harkan’da vefât etti.

Büyük İslâm âlimi Bâyezîd-i Bistâmî’nin rûhâniyetinden istifâde eden Ebü’l-Hasan Harkânî on iki sene Harkan’dan Bistam’a hocasının kabrini ziyâret için gitti. On iki sene sonra, Allâhü Te‘âlânın lütfuyla Bâyezîd’in rûhâniyetinden istifâde edip olgunlaştı. Allâhü Te‘âlâyı tanıtan kalp ilimlerinde ve diğer ilimlerde talebe yetiştirmeye başladı. Pek çok talebesi vardı. Zamânın hükümdârı Sultan Mahmûd-ı Gaznevî, onun sohbetinde bulundu. Ebü’l-Hasan Harkânî ona bir hırkasını hediye etti.

Yolların korkulu eşkıyâlarla dolu olduğu bir zamanda yolculuğa çıkan talebeleri, nasıl hareket edelim diye sorduklarında; “Ebü’l-Hasan deyip beni hatırlayınız.” demişti. Yolda eşkıyâlarla karşılaşınca; “Yâ Allâh…” dediler. Yalnız birisi, hocasını yardıma çağırdı. Diğerlerinin bütün mallarını aldıkları hâlde ona dokunmadılar. Berâberce Ebü’l-Hasan’ın huzûruna gelince, durumu anlatıp, sebebini sordular: “O arkadaşınızı kurtaran Allâhü Te‘âlâdır. Günahkâr ağızdan çıkan duâyı Cenâb-ı Hakk kabul etmez. Bunun için siz Allâh’a yalvardığınız zaman duânız kabûl olmadı. Bu arkadaşınız beni hatırlayıp imdât isteyince; “Yâ Rabbî! Şu kulunu içinde bulunduğu belâdan kurtar.” diye Rabbime duâ ettim. Allâhü Te‘âlâ duâmı kabul ettiği için, arkadaşınız kurtuldu. Mesele bundan ibârettir.” buyurdu.

Ebü’l-Hasan Harkânî hazretleri buyurdular ki:

Nîmetlerin en iyisi, çalışarak kazanılandır. Arkadaşların en iyisi, Allâhü Te‘âlâyı hatırlatandır. Kalplerin en nûrlusu içinde mal sevgisi olmayandır.

Şu iki kişinin çıkardıkları fitneyi, şeytan bile çıkaramaz. Dünyâ hırsına sâhib âlim ve ilimden yoksun sûfî.

Çok ağlayınız, az gülünüz, çok susunuz, az konuşunuz. Çok veriniz, az yiyiniz, çok uyanık olunuz, az uyuyunuz.

(Yeni Rehber Ansiklopedisi, 6.c., 142.s.)

7. Hz. Ebû Alî Farmedî (k.s.)

7. Hz. Ebû Alî Farmedî (k.s.)

İsmi, Fadl bin Muhammed’dir. Künyesi, Ebû Ali’dir. Ebû Ali Fârmedî diye meşhur olmuştur. 1042 (H. 434) senesinde doğdu.

Zâhirî din ilimlerini, Ebü’l-Kâsım Kuşeyrî’den öğrendi. Ayrıca, Ebû Abdullah Muhammed bin Muhammed Şîrâzî, Ebû Mansûr Temîmî, Ebû Abdurrahmân Neylî, Ebû Osman Sâbunî ve başka âlimlerden de ilim tahsili gördü.

Tasavvuf ilminde yüksek derecelere kavuşması iki vâsıtayla olmuştur. Birisi Ebü’l-Kâsım Gürgânî-i Tûsî, diğeri de Ebü’l-Hasan Harkânî’dir.

Ebû Ali Fârmedî (k.s.), Nizâmülmülk’ün makâmına gelince, büyük vezir derin bir hürmetle ayağa kalkar, O’nu kendi makâmına oturturdu. Hâlbuki, İmâmü’l-Haremeyn ve Ebü’l-Kâsım Kuşeyrî geldiği zaman, sâdece ayağa kalkar, yerini terk etmezdi. “Neden böyle yapıyorsun?” diye sorduklarında; “Ebû Ali Fârmedî hazretleri benim yüzüme karşı kusurlarımı söylüyor, yaptığım yanlış işleri açıklayıp beni îkâz ediyor. Diğer âlimler ise, beni bana övüyorlar. Bu yüzden nefsim gururlanıyor. Ebû Ali Fârmedî hazretlerinin yermesi, benim için daha hayırlı olduğundan, ona daha çok hürmet ediyorum.” derdi.

Ebû Ali Fârmedî ilim ve fazîlette yüksek derecelere ulaşıp, pek çok talebe yetiştirdi. Yûsuf Hemedânî ve İmâm-ı Gazâlî gibi büyük âlimler onun ilim meclisinde ve sohbetinde yetiştiler. Her ikisi de Ebû Ali Fârmedî hazretlerinden istifâde ederek kemâle gelip yüksek derecelere kavuştu. Ömrünü ilim öğrenmek, öğretmek ve insanlara Allâhü Te‘âlânın emir ve yasaklarını anlatmakla geçiren Ebû Ali Fârmedî, 1085 (H. 477) senesinde vefât etti. Kabri Tûs, yâni Meşhed şehrindedir.

Ebû Ali Fârmedî (k.s.) buyurdular ki: “Talebenin hocasına karşı dili ile saygılı olması gerektiği gibi söylediğini de kalbinden reddetmemelidir.” Bununla ilgili şu rüyâsını anlatır: Hocam Ebü’l-Kâsım Gürgânî’ye bir rüyâmı anlattım ve ona; “Senin bana rüyâmda şöyle şöyle dediğini gördüm ve niçin böyle yaptığını sordum.” dedim. Hocam, bunun üzerine bir ay benimle konuşmadı ve; “Eğer içinde söylediklerimi reddetmek duygusu ve cevap arzusu olmasa, rüyânda bana bunu bu şekilde sormazdın.” dedi.

(Yeni Rehber Ansiklopedisi, 6.c., 106.s.)

8. Hz. Yûsuf Hemedânî (k.s.)

8. Hz. Yûsuf Hemedânî (k.s.)

İsmi Yûsuf bin Eyyub, künyesi Ebû Yâkub’dur. 1048 (H.440) senesinde Hemedan’da doğdu. 1141 (H.535)de Herat’tan Merv’e giderken yolda vefat etti. Merv’de bulunan kabri ziyaret yeridir.

On sekiz yaşında Bağdat’a gelip fıkıh ilmini Ebû İshâk Şirâzî’den öğrendi. Yaşı küçük olmasına rağmen, Ebû İshak (rh.a.) kendisine husûsî ihtimam gösterirdi. Tasavvufu Ebû Ali Fârmedî hazretlerinden öğrenip, sohbetinde yetişerek kemâle ulâştı.

Altmış yıldan fazla, insanlara doğru yolu göstermekle meşgul oldu. Yüzlerce talebe ondan ders aldı. Abdullah Berkî, Hasan Endâkî, Ahmed Yesevî ve Abdülhâlık Gücduvânî gibi büyük velîler yetiştirdi. Bunlardan Ahmed Yesevî, Türkistan tarafına göç edip, insanları irşâd ederek büyük hizmetler yaptı.

Yûsuf Hemedânî rahmetullahi aleyh önce Merv’de bir müddet kalıp Herat’a gitti. Herat’ta uzun zaman kaldıktan sonra, tekrar Merv’e gelip bir müddet daha kaldı ve tekrar Herat’a döndü. Herat’tan Merv’e giderken yolda vefat etti.

Yûsuf Hemedânî, bütün dostlarına, talebesi Abdülhâlık Gücduvânî’ye tâbi olmalarını söyledi. Kendisinden sonra, bu talebesi insanlara doğru yolu gösterdi.

Yûsuf Hemedânî Irak, Horasan, Mâverâünnehir bölgelerinin muhtelif şehirlerinde bulunarak, halka saadet yolunu anlatmakla meşgul olmuştur. İlmi, fazîleti ve kerâmetleriyle İslâm dünyâsında tanınıp çok sevilmiştir.

Eline ne geçerse muhtaçlara verir, kimseden bir şey istemezdi. Herkese iltifat eder, yumuşak ve merhametli davranırdı. Yolda yürürken bile Kur’ân-ı Kerîm okumakla meşgul olurdu.

Yûsuf Hemedânî (k.s.)’a; “İslâm âlimlerinin ve kıymetli rehberlerin azalıp, yok olduğu zaman ne yapmak lâzım?” denildiğinde:

“O zaman hergün o büyüklerin yazdığı kitaplardan bir miktar okuyunuz.” buyurdu.

Sayısız kerâmetlerin ve fazîletlerin kendisinde toplandığı ve velî-i kâmil bir zâttı. Kerâmetlerinin en büyüklerinden birisi; Allâhü Te‘âlâyı tanımak yolunda çok yüksek derece ve makamlar sâhibi olan, Abdülhâlık Gücduvânî gibi büyük bir velîyi yetiştirmesidir.

Ebû Saîd Abdullah, Abdülkâdir Geylânî hazretleri ve İbnü’s-Saka ilim tahsili için Bağdat’a gelmişlerdi. Yûsuf Hemedânî Bağdat’ta Nizamiye Medresesi’nde va‘z ediyordu. İbnü’s Saka adındaki meşhur bilgin kalkıp saygısızca bir şey sordu. Ona otur senin sözünden küfür kokusu geliyor buyurdu. Hakîkaten İbnü’s Saka o zaman İstanbul’a sefir olarak gidip orada Hıristiyan oldu.

Birgün, Hemedân’dan bir kadın ağlayarak, Yûsuf Hemedânî (k.s.)’un huzuruna geldi ve dedi ki:

“Oğlumu Bizanslılar esir etmişler.”

“Sabredin.”

“Sabredecek hâlim kalmadı.”

Bunun üzerine Yûsuf Hemedânî hazretleri:

“Yâ Rabbî, bu kadının oğlunu esirlikten kurtar. Üzüntüsünü neşeye çevir!” diye duâ etti.

Kadın eve gelince, bir de ne görsün, oğlu evde oturuyor! Şaşakaldı. Oğluna:

“Anlat evlâdım! Buraya nasıl geldin?”

“Biraz evvel İstanbul’daydım. Ayaklarım bağlıydı. Başımda muhafız vardı. Aniden bir kimse geldi. Beni kaptığı gibi, bir anda buraya getirdi.” dedi.

(Yeni Rehber Ansiklopedisi, 20.c., 280.s.)

9. Hz. Abdulhâlık Gocdüvânî (k.s.)

9. Hz. Abdulhâlık Gocdüvânî (k.s.)

Babası Abdülcemil Efendi alim bir zat olup, Malatyalıydı. İmâmı Malik’in soyundandır. Kitaplarda doğum tarihine rastlanmamıştır. Buhara yakınlarındaki Gocdüvân kasabasında doğdu. 1180 (H. 575) senesinde aynı yerde vefat etti. Babaları Abdülcemil, Hızır (a.s.) ile arkadaşlık ederdi. Aralarında muhabbet olduğundan, Hızır (a.s.) babasına; “Senin bir salih evladın dünyaya gelecektir. İsmini Abdülhalık koyarsın.” buyurdu.

Birgün Hızır (a.s.) yanına gelip Allâhü Te‘âlâyı gizli ve açık anmanın yollarını öğretti ve onu manevi evlatlığa kabul etti. Yirmi iki yaşındayken Hızır (a.s.) onu, şaşırmışlara yol göstericilerin büyüklerinden olan Yusuf Hemedani’ye gönderdi. Manevi ilimleri hocasının sohbetiyle tamamladı. Onun vefatı ile insanlara, doğru yolu gösterme vazifesini devraldı. Çok talebe yetiştirdi; binlerce insanın doğru yolu bulmalarına sebeb oldu.

Abdulhalık Gocdüvânî bir aşûre günü birkaç dostu ile beraber otururken, sırtında hırka, omuzunda seccade olan biri gelip meclise oturdu. Bir müddet sonra üstada: “Hazret-i Resûlullâh buyurdu ki: “Mü’minin firasetinden korkunuz. Çünkü o, Allâh’ın nuru ile bakar.” Bu hadîsin sırrı nedir?” diye sordu. Abdülhalık hazretleri; “Sırrı şudur ki, belindeki zünnarı kesip Müslüman olmakla şereflenesin.” Adam şaşırıp; “Allâh korusun, bende zünnar falan yok.” dedi. Birisi, bu adamın üstündeki hırkasını çıkartınca, kafirlere mahsus olan zünnar ortaya çıktı. O zat tövbe etti ve Müslüman oldu.

Vasiyetnamesinde, manevi oğulları Hace Evliya-yı Kebir’e buyurdular ki: “Sana vasiyyet ederim ey oğul ki: Her halinde ilim, edep ve takva üzere ol! İslam alimlerinin kitaplarını oku! Fıkıh ve hadis öğren! Cahil tarikatçılardan sakın!

Şöhretten kaç! Şöhrette afet vardır. Aslandan kaçar gibi cahillerden kaç! Bid’at sahibi, sapıklar ile ve dünyaya düşkün olanlar ile arkadaşlık etme! Helalden ye! Çok gülme! Kahkaha ile gülmek gönlü öldürür. Herkese şefkat ve merhamet et! Kimseyi hakir görme! Kimse ile münakaşa, mücadele etme! Kimseden bir şey isteme! Tasavvuf büyüklerine dil uzatma! Onları inkar eden felakete düşer.”

Tasavvufta meşhur olan, on bir temel kelime Abdulhalık Gocdüvânî’nin sözlerindendir. (Huş der-dem, Nazar ber-kadem, Sefer der-vatan, Halvet der-encümen, Yâd-kerd, Bâz-geşt, Nigâh-daşt, Yâd-daşt, Vukûf-i Zamâni, Vukûf-û Adedi, Vukuf-i Kalbi)

(Yeni Rehber Ansiklopedisi, 1.c., 74-75.s.)

10. Hz. Ârif-i Rivgirî (k.s.)

10. Hz. Ârif-i Rivgirî (k.s.)

Buharalıdır. Buhara’ya 30 kilometre uzaklıkta bulunan Rivgir kasabasında doğdu. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. 1209 (H. 606)’da Rivgir’de vefat etti.Medrese tahsili görüp, zâhiri ilimlerde büyük gayret ve çalışma gösterdi. Bu tahsil sırasında büyük âlim ve veli Abdulhâlık Gocdüvânî (k.s.) ile tanışıp onun sohbetlerinde bulundu. Abdulhâlık Gocdüvânî (k.s.) ile tanışması şöyle oldu:

Ârif-i Rivgirî (k.s.), birgün çarşıda büyük alim Abdulhâlık Gocdüvânî (k.s.)’a rastladı. Baktı ki, şeyh yüklenmiş evine erzak götürüyor. Edeple yaklaşarak eşyaları taşımak için izin istedi. Şeyh yükünü Arif’e verdi ve beraberce eve gittiler. Eşyaları bıraktıktan sonra; “Bir saat sonra gel, yemeği beraber yiyelim.” davetini aldı. Rivgirî evden ayrıldıktan sonra kendisinde bir boşluk hissetti. Kalbindeki bu boşlukta sadece Abdulhâlık Gocdüvânî (k.s.)’a karşı bir hizmet aşkı vardı. Bir saat sonra eve gitti. İltifatlar görüp evlatlığa kabul edildi. Hocası tarafından mänevi ilimler ve evliyalık yolunun esasları öğretilmeye başlandı. Ârif-i Rivgirî (k.s.), hep bunlarla meşgul olup, medreseye ve eski hocasına dönmedi.

Ârif-i Rivgirî (k.s.) hocası Abdulhâlık Gocdüvânî (k.s.) hazretlerinin derslerini ve sohbetlerini ihlasla ve dikkatle takib ederek zahiri ilimlerde büyük âlim, batıni ilimlerde çok üstün bir veli oldu. Abdulhâlık Gocdüvânî (k.s.) hazretlerinin hayatları boyunca, hizmetiyle şereflendi. Hocasının vefatından sonra onun yerine irşad makamına geçip, talebelere ders vermeye başladı. Pekçok kimsenin hidayete ve yüksek evliyalık makamlarına kavuşmasına vesile oldu. Uzun bir ömür sürdü.

Zamanının bir tanesi olan Ârif-i Rivgirî (k.s.) hazretleri herkese yumuşak davranır, kimsenin kalbini kırmazdı. Nefsinin istediklerini yapmaz, istemediklerini yapardı. Haramlardan şiddetle kaçar, harama düşmek korkusuyla mübahların fazlasını terk ederdi. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin sünnetlerine sıkı sıkıya sarılır, sünnet-i seniyyenin yaşanması için çok gayret gösterirdi. Onun bu gayretine karşılık Allâhü Te‘âlâ da kendisine büyük makamlar ihsan etti.

(Yeni Rehber Ansiklopedisi, 2.c., 258-259.s.)

11. Hz. Mahmûd Fağnevî (k.s.)

11. Hz. Mahmûd Fağnevî (k.s.)

Mâverâünnehr bölgesinin Tûr-i Sînâ gibi mukaddes bir yer olmasına vesile olan, orayı nûrlandıran büyük âlim ve velîlerden olan Mahmûd-i İncir-i Fağnevî, Buhara’nın Fağne köyünde doğdu ve Akbenî nâhiyesinde yerleşti. Doğum târihi bilinmemektedir. 1315 (H.715) senesinde vefat etti. Mimarlıkla geçinirdi. Zamanın meşhur velîsi Hâce Arif-i Rivgirî hazretlerinin derslerinde ve sohbetlerinde yetişip, kemâle geldi. Maddî ve manevî ilimlerde zamânının en büyük âlimlerinden oldu. İnsanları irşâd edip, saadet yolunu göstermek için hocasından icazet aldı. Bir çok âlim yetiştirdi. Binlerce kimsenin, dalâletten hidâyete (doğru yola, saadete) kavuşmasına vesîle oldu. Yetiştirdiği âlimlerin en büyüğü Hâce Ali Râmitenî hazretleridir. Kendisinden sonra halîfesi olmuştur.

Zikri sesli yapardı. Vaktinin büyük âlimlerinden Hâce Muhammed Pârisâ’nın dedelerinden olan Mevlânâ Hafizuddîn, Buhara’da, o zamanın en büyük imâm ve âlimlerinin huzûrunda, Hâce Mahmûd’a: “Siz hangi niyyetle cehri (sesli) zikr ile meşgul oluyorsunuz?” diye sordu. Cevâbında: “Uyuyanları uyandırmak, gafillere işittirmek ve insanları dînin ana caddesi ve doğru yolu üzerinde yürütmek, hakîkate teşvik etmek, böylece insanların, bütün iyiliklerinin anahtarı ve her mutluluğun esâsı olan tövbe ve bir büyüğe bağlanmalarına sebep olmak istiyorum.” buyurdu. Bunu duyunca Mevlânâ böyle zikretmeniz helâl olur.” dedi ve hakikatini mecazdan ayrılma hududunun belli olması için sesli zikrin sınırını (şartını) rica etti. Bunun üzerine Mahmûd İncir-i Fağnevî (k.s.) şöyle buyurdu: “Sesli zikri ancak, dili yalandan ve gıybetten, boğazı, mîdesi haram ve şüpheliden temiz, kalbi riya ve gösterişten uzak, sırrı Rabbinden başka her şeye teveccühden münezzeh olan yapabilir.” buyurdu.

(Yeni Rehber Ansiklopedisi, 13.c., 157.s.)

12. Hz. Alî Râmitenî (k.s.)

12. Hz. Alî Râmitenî (k.s.)

“Azizan” ve “Pir-i Nessac” isimleri ile meşhurdur. Buhara’ya on beş kilometre olan Ramiten adında büyük bir kasabada doğdu. 1328 (H.728)’de Harezm’de vefat etti. 1315 (H.715) ve 1321 (H.721) tarihlerinde vefat ettiği de bildirilmiştir.

Ramiten’de ilim tahsiline başladı. Çok kısa zamanda ilim yolunda mertebeler katetti. O devrin en büyük alimi olan Hace Mahmud İncir-i Fağnevî’nin derslerine büyük bir aşkla devam etti. Hocasının iltifatlarına kavuştu. Manevi ve maddi ilimlerde kemale erdi. Böylece zamanının en büyük alimlerinden, yol göstericilerinden oldu. Harezm’e gidip yerleşti. İnsanlara İslamiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Pek çok talebe yetiştirdi. Harezm sultanı da onun sohbetinde bulunarak talebeleri arasına girdi. Kerametleri pek çoktur. Bunların bir kısmı kitaplara geçmiştir. İki oğlu olup, ikisi de din ve fen ilimlerinde söz sahibi idiler. Hace Azizan, vefatından sonra talebelerle meşgul olmayı küçük oğlu İbrahim’e bıraktı. Büyük oğlu da büyük âlim idi. İnsanlara doğru yolu gösterme vazifesi niye büyük oğluna verilmedi diye bunları tanıyanlarda bir düşünce hasıl oldu. Büyük âlim Hace Ali Ramiteni bu düşünceleri anlayıp buyurdu ki: “Büyük oğlum bizden sonra fazla yaşamaz. Kısa zamanda bize kavuşur.” Gerçekten kendisinin vefatından on dokuz gün sonra büyük oğlu da babalarına kavuştu.

Buyurdu ki: “Allâhü Te‘âlâya hiç isyan etmediğiniz bir dille dua ediniz ki, duanız kabul olsun.”

“İki halde kendinizi sakının: Söz söylerken ve yemek yerken.”

“Halkı Hakka davet eden kimse, canavar terbiyecisi gibi olmalıdır. Canavar terbiyecisi, nasıl uğraştığı hayvanın huyunu ve istidadını (kabiliyetini) bilip de ona göre davranırsa, o da öyle.”

“Talebenin, maksadına kavuşması için çok çalışması, nefsini terbiye etmek için çok uğraşması lazımdır. Fakat bir yol vardır ki, nefsi itmi’nana (Rabbinden razı olmaya) kavuşturup, rûhu kısa zamanda yüksek derecelere kavuşturur. O da; Allâhü Te‘âlânın sevgili kullarından birinin gönlünü kazanmaktır. Zira onların kalbi, Allâhü Te‘âlânın nazar ettiği yerdir.”

(Yeni Rehber Ansiklopedisi, 2.c., 35.s.)

13. Hz. Muhammed Baba Semmasî (k.s.)

13. Hz. Muhammed Baba Semmasî (k.s.)

Evliyânın büyüklerinden ve Silsile-i Âliyye denilen İslâm âlimlerinin onüçüncüsüdür. Türkistan’da Râmiten ile Buhâra arasında Semmas köyünde doğdu. 1354 (h.755) de orada vefât etti. Tasavvuf ilmini büyük âlim Alî Râmitenî’den öğrendi. Onun derslerinde ve sohbetlerinde yetişip, tasavvufta yüksek dereceye ulaştı. Hocası kendisinden sonra irşâd makamına Muhammed Baba Semmâsî (k.s.)’u seçti. Talebelerine ona tâbi olmalarını emretti.

Hocasının vefâtından sonra Muhammed Baba Semmâsî (k.s.) çok talebe yetiştirdi ve içlerinden bir kısmını tasavvufta yüksek makama kavuşturdu. Bu talebelerinin başında, kendisinden sonra yerine geçen Seyyid Emir Külâl (k.s.) gelmektedir. Bir talebesi de Şâh-ı Nakşibend Bahâeddîn Buhârî hazretleridir. Bahâeddîn Nakşibend hazretleri Kasr-ı Hindüvan’da doğdu. Henüz o doğmadan hocası Muhammed Baba Semmâsî (k.s.) onun doğduğu yerden geçerken; “Bu yerden büyük bir zâtın kokusu geliyor. Pek yakında Kasr-ı Hindüvan Kasr-ı Ârifân olur.” dedi. Bir gün yine oradan geçiyordu; “Şimdi o güzel koku daha çok geliyor, umarım ki o büyük insan dünyâya gelmiştir.” buyurdu. Böyle buyurduğu zaman, Bahâeddîn Buhârî hazretleri doğalı üç gün olmuştu. Dedesi çocuğun göğsünün üzerine hediye koyup, Muhammed Baba Semmâsî (k.s)’a getirince; “Bu bizim oğlumuzdur. Biz bunu kabul eyledik.” buyurup talebelerine; “Kokusunu aldığım işte bu çocuktur. Zamanının rehberi ve bir tanesi olacaktır.” dedi. Sonra halîfesi Emir Külâl hazretlerine onun iyi yetiştirilmesini tenbîh etti.

Dört halîfesi vardı. Biri Hâce Sofi Suhari, ikincisi kendi oğlu Hâce Mahmûd Semmâsî, üçüncüsü Mevlânâ Danişmend Alî, dördüncüsü de Seyyid Emir Külâl hazretleriydi.

(Yeni Rehber Ansiklopedisi)

14. Hz. Seyyid Emir Külâl (k.s.)

14. Hz. Seyyid Emir Külâl (k.s.)

Hazreti Hüseyin (r.a.)’in soyundan olup, seyyiddir. Çömlekçilik yaptığı için “külâl” lakabı ile meşhur olmuştur. Babası Seyyid Hamzâ Medine’den gelip, Buhârâ’nın Efşene köyüne yerleşmiş, sâlih bir zâttı. Evliyânın meşhûrlarından Muhammed Baba Semmâsî (k.s.)’un talebesi ve Behâeddîn Buhârî Nakşîbend hazretlerinin hocasıdır. Buhârâ’nın Sühârî kasabasında doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1370 (h.772) senesinde Sühârî’de vefât etti. Kabri oradadır.

Annesi Emîr Külâl’e hâmileyken, şüpheli bir lokma yese, karın ağrısına tutulur, o lokması midesinden geri çıkmadıkça, ağrıdan kurtulamazdı. Bu hâl üç defa başına gelince, çok temiz ve hayırlı bir çocuğa hâmile olduğunu anladı. Bundan sonra yediği lokmaların helâlden olmasına daha çok dikkat edip, ihtiyatlı davrandı.

Emîr Külâl hazretleri, talebelerine şöyle vasiyet etti: Ey kıymetli talebelerim! İlim öğrenmekten ve Hz. Muhammed (s.a.v.)’in yoluna tâbi olmaktan asla ayrılmayınız. Bu, mü’min için bütün saadetlerin ve ni‘metlerin vasıtasıdır. Bunun için Resûlullâh (s.a.v.) buyurdu ki: “İlim öğrenmek, her Müslüman erkek ve kadına farzdır.” Yani her Müslüman erkeğin ve kadının, kendine lazım olan din bilgilerini öğrenmesi farzdır. Bunlar, sırasıyla şunlardır:

1) İmân ve i‘tikat bilgileri,

2) Namazla ilgili bilgiler,

3) Oruçla ilgili bilgiler,

4) Zengin ise, zekât ile ilgili bilgiler,

5) Eğer zengin ise, hac ile ilgili bilgiler,

6) Ana-baba hakkını öğrenmek. Allâhü Te‘âlânın kendisinden razı olmasını isteyen annesinin ve babasının rızâsını kazanır.

7) Sıla-i rahm (akrabayı ziyâret),

8) Komşu hakkını gözetmek,

9) Lâzım olan alışveriş bilgilerini öğrenmek,

10) Helâli ve haramları öğrenmek. Çünkü insanların çoğu, bilmediğinden ve bildiği ile amel etmediğinden helâk olmuştur.

Bir hadîs-i şerifte buyruldu ki: “Bir kimse, hiç haram karıştırmadan, kırk gün helâl yerse, Allâhü Te‘âlâ onun kalbini nûr ile doldurur. Kalbine nehirler gibi hikmet akıtır. Dünyâ muhabbetini kalbinden giderir.”

(Yeni Rehber Ansiklopedisi)

15. Hz. Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahâüddin (k.s.)

15. Hz. Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahâüddin (k.s.)

Muhammed Baba Semmâsî (k.s.) ile Emîr Külâl (k.s.)’ün talebesidir. İsmi, Muhammed bin Muhammed’dir. Behâeddîn ve Şah-ı Nakşibend gibi lakabları vardır. Allâhü Te‘âlânın sevgisini kalplere nakşettiği için, “Nakşibend” denilmiştir. 1318 (h.718) senesinde Buhârâ’ya beş kilometre kadar uzakta bulunan Kasr-ı Ârifân’da doğdu. Kasr-ı Ârifân’da 1389 (h.791)’de Rebîul-Evvel ayının üçünde Pazartesi günü vefât etti. Kabri oradadır.

Şah-ı Nakşibend hazretleri orta boylu, mübârek yüzü değirmi olup, yanakları kırmızıya yakındı. İki kaşı arası açık, gözleri sarı ile elâ karışımı olan kestane rengindeydi. Sakalının beyazı siyahından çoktu. Ne hızlı ne de yavaş yürürdü. Konuşmaları Peygamber (s.a.v.) Efendimizin konuşması gibi tane taneydi. Konuştuğu kimseye yönünü dönerek konuşurdu. Kahkaha ile gülmez tebessüm ederdi. Her gün kendini yirmi kere ölmüş ve mezara konmuş olarak düşünürdü. Kimseyi küçük ve hakir görmez, dâimâ güleryüzle karşılardı. Ancak celâllendiği zaman kaşlarını çatardı. Heybetinden karşısında durulmaz olurdu. Şemâli, çok bakımdan Peygamber (s.a.v.) Efendimize benzediği gibi, sözleri, işleri bütün hareketleri sünnet-i seniyyeye uygundu.

Helâl kazanmak, kendilerine ve hane halkına helâl lokma temin etmek için çok fazla dikkat eder ve haram karışır diye çok korkardı. Hanelerinde olsun, talebeleriyle sohbet yaptığı topluluklarda olsun, “İbâdet on kısımdır. Onda dokuzu helâl rızık talep etmektir. Kalanı sâlih ameller ve ibâdetlerdir.” hadîs-i şerîfini çok söylerdi.

Fakir olmasına rağmen lütuf ve keremi bol ve cömertti. Bir kimse kendilerine bir hediye getirse o kimseyi eli boş göndermezdi. Misafire bizzat kendisi hizmette bulunur, bir başkasına yaptırmazdı. Eğer haneleri soğuk ise misafirin üşümemesi için sırtındaki elbiselerini ve hatta yattığı yatağı verir, kendisi döşeksiz yatardı: Misafirin hayvanı varsa suyunu, samanını bizzat kendisi verirdi. Nafakasını çalışarak temin ederdi.

(Yeni Rehber Ansiklopedisi)

16. Hz. Alâaddin Attâr (k.s.)

16. Hz. Alâaddin Attâr (k.s.)

Buhârâ’da yetişen evliyanın büyüklerindendir. Adı, Muhammed bin Muhammed Buhârî’dir. Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin onaltıncısıdır. Şâh-ı Nakşîbend Buhârî (k.s.)’un hem talebesi, hem damadıdır. Buhârâ’nın Çağanyân nahiyesinde 1400 (h.802)’de vefât etti.

Babası, Buhârâ’nın zengin eşrâfından olan Alâeddîn-i Attar (k.s.) çocukluğundan itibaren zenginliğine rağbet etmeyip, fakirler gibi yaşamaya çalıştı. Küçük yaştan i‘tibaren medrese tahsîline başladı. Babasının vefâtından sonra, Şâh-ı Nakşîbend Bahâeddîn-i Buhârî (k.s.)’a talebe oldu ve onun kızıyla evlendi. Bu büyük zâtın sohbetinde yetişerek tam bir velî oldu. Hocasına teslîmiyet ve bağlılıkla hizmet etti. Hocasının emriyle nefsini terbiye etmek için odun topladı ve pazarda elma sattı.

Şâh-ı Nakşîbend Buhârî hazretleri henüz hayatta iken, bütün talebesinin yetiştirilme işini Alâeddîn-i Attâr (k.s.)’a bıraktı ve buyurdu ki: “Alâeddîn, bizim yükümüzü çok hafifletti.” Çok talebe yetiştirdi. Seyyid Şerif Cürcânî, Muhammed Pârisâ, Yâkûb-i Çerhî gibi âlim ve velîler Alâeddîn-i Attâr (k.s.)’un yetiştirdiği talebelerdendi. Seyyid Şerîf Cürcânî diyor ki: “Alâeddîn-i Attar hazretlerinin sohbetine kavuşunca, Rabbimi tanıyabildim. O zamana kadar câhildim.”

Buhârâ’da, Allâhü Te‘âlânın cennette zamansız ve mekansız olarak görüleceğini isbât etti. Hastalıkları esnasında talebelerine, birlik ve beraberliği, Peygamber (s.a.v.) Efendimizin yolundan ayrılmamayı ve sohbete devam etmeyi tavsiye etti. Nakşibendî yolunun “Alâiyye” kolu onunla başlar. Dünyâ malına meyletmezdi.

“Hakikat, zenginliğin gösterişinden korkmak ve titremek gerektirir. Zenginlik taslamamalı, Allâhü Te‘âlânın verdiğine şükretmelidir. Bir âlimi ve evliyâyı ziyâret etmekten maksât, Allâhü Te‘âlâya yönelmektir. O büyüklerin rûh-ı şerîflerini tam bir yönelme île ziyâret etmek, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına kavuşmaya vesiledir. Nitekim görünüşte, halka tevâzu‘, hakîkatta Hakk’a tevâzûdur. Çünkü insanlara tevâzu‘ göstermek, Allâhü Te‘âlânın rızâsı için ise makbûldür. Evliyâ ile sohbet, aklın artmasına sebeptir.” buyurmuşlardır.

(Yeni Rehber Ansiklopedisi)

17. Hz. Yakub-ı Çerhî (k.s.)

17. Hz. Yakub-ı Çerhî (k.s.)

Evliyânın büyüklerindendir. İnsanların i‘tikâd, amel, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenip yapmalarını sağlayan ve Allâhü Te‘âlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine Silsile-i âliyye denilen İslâm âlimlerinin on yedincisîdir. İsmi, Yakûb bin Osman bin Mahmûd’dur. Gazne’nin Cerh köyünde doğdu. Doğum târihi belli değildir. 1447 (h.851) senesinde Hülfetû’da vefât etti. Burası, sınır köylerinden bir köy olup, kabri oradadır. Derin âlim, veliyy-i kâmil idi.

Yâkûb-i Çerhî, önce Hirat’a gidip, bir müddet ilim tahsîl ettikten sonra Mısır’a gitti. Orada Zeynüddîn-i Hâfî ile birlikte, zamanının büyük âlimi Mevlânâ Sihâbüddîn Sirvânî’den ve diğer âlimlerden aklî ve nakli ilimleri öğrendi. Sonra Buhârâ’ya gitti. Orada da âlimlerden ilim öğrenip, icazet aldı. Zahirî ilimlerde yetiştikten sonra tasavvufa yöneldi. Tasavvuf ilminde ve hâllerinde önce Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî (k.s.)’nin, sonra da onun halîfesi Alâeddîn-i Attâr (k.s.)’un sohbetinde yetişti.

Hocası Alâeddîn-i Attâr (k.s.)’un halîfesi olup, insanlara doğru yolu gösterdi. Onun en başta gelen talebesi ve halîfesi de Ubeydullah-ı Ahrâr (k.s.)’dur. Yâkûb-i Çerhî hazretlerinin yazdığı, Tebâreke ve Amme Cüzleri Tefsîri ve Fârisî Risâle-i Ünsiyye adlı eserleri vardır. Bu eserleri Hindistan’da basılmıştır.

Ya‘kûb-i Çerhî hazretleri, Şâh-ı Nakşibend Muhammed Buhârî hazretlerinin sohbetine kavuşmasını ve o büyük rehberden duyduklarının bir kısmını Farsça bir risâle hâlinde yazmış, bu risâlesinde o büyükler yolunun edep ve dîne bağlılıklarını hâlisâne bildirmiştir. Buyurdu ki: “İç temizliği; kalbin kin, çekememezlik (hased), insanlara düşmanlık, cimrilik gibi kötü sıfatlardan ve Allâh sevgisinden başka her sevgiden temizlenmesi ve Allâh sevgisi ile rahatlamaktan ibarettir. Kalp, kötü sıfatlardan temizlenip, iyi sıfatlarla süslenince, düzeltilmiş olur. Bu dünyânın kötülüklerinden, ancak salim, doğru kalple kurtulunabilir.

(Yeni Rehber Ansiklopedisi)

18. Hz. Ubeydullah Ahrâr (k.s.)

18. Hz. Ubeydullah Ahrâr (k.s.)

Evliyânın büyüklerindendir. İnsanların i‘tikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenip yapmalarını sağlayan, Allâhü Te‘âlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine Silsile-i âliyye denilen İslâm âlimlerinin on sekizincisidir. İsmi, Ubeydullah bin Mahmüd bin Şihâbuddîn’dir. 1403 (h.806)’da Taşkent’te doğdu. 1490 (h.895) senesinde Semerkant’ta vefât etti.

Babaları, o zamanın büyük âlimlerinden velî bir zâttı. Soyu, annesi tarafından Hazret-i Ömer (r.a.)’e dayanır. Çocukken yüzünde parlayan nûru görenler hayran kalıp, ona duâ ederlerdi. Dilinden Allâhü Te‘âlânın ismi hiç düşmez, devamlı zikirle meşgûl olurdu. Dedesi Hace Şihâbüddîn, âlim ve evliyâ bir zâttı. Vefat edeceği sırada, torunlarını son olarak görüp vedâlaşmak istedi ve onlarla tek tek vedâlaştı. Torunu Ubeydullah Ahrâr’ı da görmek isteyip, babasına onu getirmesini söyledi. Yanına getirdiklerinde o zaman çok küçüktü. O yanına getirilince, beni yatağımdan kaldırın deyip, yatağı üzerinde oturarak, Ubeydullah Ahrâr’ı kucağına aldı. Sarılarak ağladı ve şöyle dedi: “Benim istediğim çocuk budur. Ben, bunun büyük bir zât olduğu zaman hayatta olmam. Bunun âlemde yaptığı hizmetleri göremem. Bunun nâmı, şöhreti dünyâyı tutacak, İslâmiyete hizmet edecektir. Cihan pâdişâhları itaat edecekler. Bundan zuhur edecek işler, önceki âlimlerde görülmemiştir.” Daha birçok müjdeler verdikten sonra, tekrar bağrına basıp sarılarak, Ubeydullah Ahrâr’ın babası Mahmûd Şâşî’ye; “Benim bu oğlumu iyi gözet, gerektiği gibi yetiştirip terbiye et.” diye vasiyet etti.

Ubeydullah Ahrâr hazretleri daha çocukken, üstün hâllere kavuşmuş olup, kerametleri görülüyordu. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri buyurdu ki:

“Söz söylemek, dilin gönülle, gönlün de Hak ile olduğu zaman makbuldür.”

“Tasavvuf bilgilerinden maksat, kendini zorlamadan, uğraşmadan, her ân Allâhü Te‘âlâya teveccüh ve ikbâldir. Yâni her ân Allâhü Te‘âlâyı hatırlamaktır.”

“Bütün hâlleri ve keşifleri bize verseler, fakat ehl-i sünnet ve cemâat itikadını kalbimize yerleştirmeseler, hâlimi harâb, istikbâlimi karanlık bilirim. Eğer bütün haraplıktan, çirkinlikleri verseler ve kalbimizi ehl-i sünnet îtikâdıyla süsleseler hiç üzülmem.”

(Yeni Rehber Ansiklopedisi)

19. Kadı Muhammed Zâhid (k.s.)

19. Kadı Muhammed Zâhid (k.s.)

On beşinci ve on altıncı yüzyıllarda Semerkand’da yetişen evliyanın büyüklerindendir. İnsanları Hakk’a davet eden ve Silsile-i âliyye denilen büyük âlim ve velîlerin on dokuzuncusudur. Silsile-i âliyye büyüklerinden Ya‘kûb-i Çerhî’nin kızının oğludur. Semerkandlı olup, doğum târihi bilinmemektedir. 1529 (h.936) senesinde Semerkand’a bağlı Hisâr’ın Vahş köyünde vefât etti. Kabri oradadır.

İlk tahsilini Semerkand’da yapıp, o beldenin âlimlerinden ilim öğrendi. Daha fazla ilim öğrenmek için Semerkand’dan Hirât’a giderken büyük evliyâ Ubeydullâh Ahrâr hazretleriyle karşılaşıp, talebesi oldu. On iki sene müddetle sohbetinde ve hizmetinde bulundu. Tasavvuf yolunda ondan feyz alarak olgunlaştı. Asrındaki âlimlerin ve evliyânın en büyüklerinden oldu. Hocasının vefâtından sonra, onun talebelerini yetiştirdi. İnsanlara Allâhü Te‘âlânın emir ve yasaklarını uzun uzun anlattı. Kendinden sonra kız kardeşinin oğlu Derviş Muhammed hazretleri yetiştirdiği velîler arasında en büyüğüdür.

Buyurdu ki:

“İnsanın yaratılmasından maksad, kulluk yapmasıdır. Kulluğun aslı ve özü ise her halükârda Allâhü Te‘âlâyı unutmamak, gâfil olmamak, tazarrû (yalvarma) ve huşû (korku) içinde bulunmaktır.”

“Gençlik zamanı fırsat ve ganîmettir. Bu kıymetli zamanı ve nefesleri saâdet vesîlesi yapmayana yazıklar olsun. Saâdet arayan kimse, Resûlullâh (s.a.v.)’in ahlâkı ile ahlâklanmalıdır. Hilm (yumuşaklık), kerem (cömertlik), tevazû (alçak gönüllülük), îsâr (başkasını kendisine tercih etmek) ve diğer güzel ahlâk ile ahlâklanmalıdır. Özellikle, kalbde Allâh (c.c.)’den başka hiçbir şeye bağlılık kalmamasına çok çalışmak lâzımdır.”

(Yeni Rehber Ansiklopedisi, 3.c.)

20. Derviş Muhammed (k.s.)

20. Derviş Muhammed (k.s.)

Evliyânın büyüklerinden olup, insanları Hakk’a da‘vet eden, doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i âliyye denilen büyük âlim ve velîlerin yirmincisidir.

Doğum târihi bilinmemekte olup, 1562 (H. 970) senesinde vefât etti. Rûh ilimlerinde mütehassıs idi. Büyük âlim ve kâmil bir velî olan dayısı Kadı Muhammed Zâhid’den ders alarak yetişti. Dayısına talebe olmadan önce, onbeş sene nefsinin isteklerinden kurtulmak için mücâdele etmiş ve insanlardan uzak yaşamıştı.

Birgün ellerini açıp, âcizliğini ve çaresizliğini Allâhü Te‘âlâya yalvararak arz etmişti. Âniden Hızır aleyhisselâm gelip; “Eğer sabır ve kanâat istiyorsan, Muhammed Zâhid’in hizmet ve sohbetine kavuşmakta acele et. O sana sabır ve kanâati öğretir.” buyurdu.

Muhammed Zâhid (k.s.)’un yüksek huzûrunda ilim tahsîl etti. Güzel terbiye görüp, kemâle geldi. Hocasının vefâtından sonra yerine geçip, Semerkand’da doğru yoldan ayrılanlarla ve dîne sonradan sokulan bid‘atlerle uğraştı. Bid‘atleri yok etti. Çok velî yetiştirdi. İnsanları Allâhü Te‘âlânın yoluna çağırmada çok gayret gösterdi. Talebelerinin terbiyesi husûsunda, insanüstü bir kuvvet ve gayrete sâhibdi.

1562 senesinde, ikinci binin yenileyicisi İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretlerinin dünyâya gelmesinden bir sene önce, Büster kasabası Dasferâr köyünde vefât etti.

İnsanlara doğru yolu göstermek için yetiştirdiği yüksek talebeleri pekçok olup, en büyüğü Hâce Muhammed Emkenegî (k.s.)’dur. Allâhü Te‘âlâ yollarına ve şefaâtlerine cümlemizi nâil eylesin.

(Yeni Rehber Ansiklopedisi)

21. Hâcegî Muhammed Emkenegî (k.s.)

21. Hâcegî Muhammed Emkenegî (k.s.)

Evliyânın büyüklerinden Dervîş Muhammed hazretlerinin oğlu ve Muhammed Bâkî-billâh hazretlerinin hocasıdır. Dîn ve fen ilimlerini babasından öğrendi. Yine babasından feyz alarak tasavvufta yetişip kemâle erdi. Rûh ilimlerinin mütehassısı idi.

Bütün ömrü; İslâmiyete hizmetle ve Peygamberimizin (s.a.v), güzel ahlâkını insanlara du yurmakla ve öğretmekle geçti. Hâcegî Emkenegî hazretleri, dünyevî sıkıntıları çok olduğu zamanlarda bile, talebeleri yetiştirmekle meşgûl idi. Birgün talebeleri ile dikenlik bir yerden geçiyordu. Bazılarının ayağında ayakkabı yoktu. Ayaklarına devâmlı diken batıyor, gayet derinden acı ahlar çekiyorlardı. Buna rağmen, hocalarının peşinden geri kalmıyorlardı. Hâcegî Emkenegî hazretleri bir ara geri dönüp “Birâder! Izdırab veren diken batmadıkça, murad gülü açmaz!” dedi. Bu söz talebelerin pek hoşuna gitti.

Muhammed Bâkî-billâh hazretleri bir gece rü’yâsında Muhammed Emkenegî hazretlerini gördü. Ona; “Ey oğul! Senin yolunu gözlüyorum!” buyurdu. Bâkî-billâh hazretleri buna çok sevindi hemen huzûruna gitti. Huzûruna varınca ona çok iltifat ve inâyet gösterip, yüksek hâllerini dinledi. Sonra üç gün üç gece birlikte bir oda da başbaşa kalıp, sohbet ettiler. Hâcegî Emkenegî hazretleri ona feyz verip, yüksek fâidelere kavuşturdu. Sonra Bâkî-billâh hazretlerine;

“Sizin işiniz, Allâhü Te‘âlânın yardımı ve bu yüksek yolun büyüklerinin rûhlarının terbiyeleri ile tamâm oldu. Tekrar Hindistan’a gitmeniz îcâb ediyor. Çünkü bu Silsile-i âliyyenin, orada sizin sayenizde parlayacağını görüyorum. Bereket ve terbiyenizden çok istifâde edip, büyük işler yapacak olanlar gelecek.” buyurdu.

Hâce Bâkî-billâh hazretleri kendilerini bu işe lâyık görmediğinden özür dilediyse de, Hâcegî Emkenegî (k.s.), ona istihâre yapmasını emretti. Rü’yâlarını Emkenegî hazretlerine anlattığı zaman, şu karşılığı aldılar:

“Derhâl Hindistan’a gidiniz. Orada sizin bereketli nefeslerinizden bir azîz meydana gelecek, bütün dünyâ onun nûruyla dolacak. Hattâ, siz de ondan nasîbinizi alacaksınız!”

Hâce Bâkî-billâh hazretleri Hindistan’da Serhend şehrine geldi zaman, kendisine; “Kutbun etrafına geldin!” diye ilhâm olundu. Bu kutb, İmâm-ı Rabbânî hazretleri idi. Böylece bu kıymetli tohum, Semerkand ve Buhârâ’dan getirilmiş, Hindistan toprağına ekilmiş oluyordu.

(Yeni Rehber Ansiklopedisi)

22. Muhammed Bâkî-billâh (k.s.)

22. Muhammed Bâkî-billâh (k.s.)

Zât-ı âlîkadir, 1563 (H. 971) senesinde Kabil’de doğdu. Babasının ismi Abdüsselâm olup, fazîletli bir zât idi. Annesi ise Hz. Hüseyin (r.a.)’in soyundan olup, seyyide ve mübârek bir hanım idi. Daha çocukluk zamanlarında, bazen bütün gün odanın bir köşesinde başını önüne eğip sessizce oturur, tefekküre dalardı. Zâhirî ilimlerde ilerleyen Hazret, tasavvufa karşı duyduğu aşırı istek ve arzu ile bir büyüğe tâbi olmak için dolaştı.

Mâverâünnehir’de iken bir gece rü’yâsında Mevlânâ Hâcegî Emkenegî hazretleri ona; “Ey oğul! Senin yolunu gözlüyordum” buyurdu. Mevlânâ Hâcegî Emkenegî (k.s.)’un huzûruna kavuşup, çok yardım ve ihsânlar gördü. Hocası onun yüksek hâllerini dinledikten sonra, üç gün üç gece birlikte yalnız bir odada sohbet ettiler.

İcâzet aldıktan sonra, iki-üç sene gibi kısa bir müddet irşâd makamında bulunmasına rağmen, pek çok âlim ve evliyâ yetiştirdi. Yetiştirdiği büyüklerin başında, hâlifesi olan, hicrî ikinci bin yılının müceddidi, İslâm âlimlerinin gözbebeği İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî (k.s.) gelir. Şeyh Tâceddîn’e gönderdiği mektûbunda buyuruyor ki:

“Devâmlı abdestli bulunmak; helâl yemeye dikkat etmek, bütün günâhlardan, gıybetten, söz taşıyıcılıktan, mü’mini aşağılamaktan, Müslümâna düşman olmaktan, kin tutmaktan, eli altında olanlara kızmaktan ve sert davranmaktan sakınmak lâzımdır. Bizim yolumuzun esâsı budur. Bunlarsız iş sağlam olmaz. Ama bu sayılanlarda arada bir gevşeklik olursa, bu işi, ya‘ni büyüklerin verdiği vazîfeleri ve o yolun îcâblarını terk etmemeli, aksine tevbe ve istiğfar etmeli, aldığı ve yapmakta olduğu vazîfelere daha sıkı sarılmalıdır ki; “Muhakkak ki sevâblar, günâhları götürür” meâlindeki âyet-i kerîmesinin sırrı ortaya çıksın. Doğru yolda bulunanlara selâm olsun!”

Hazret, 1603’te 40 yaşlarında Hakk’ın rahmetine kavuştular.

(Yeni Rehber Ansiklopedisi)

23. Müceddid-i Elf-i Sânî İmam-ı Rabbânî (k.s.)

23. Müceddid-i Elf-i Sânî İmam-ı Rabbânî (k.s.)

1563 (H. 971) senesinde aşûre günü Hindistan’ın Serhend şehrinde doğdu. Hazret-i Ömer (r.a.)’in soyundan olup babası ve dedelerinin hepsi, zamanlarının büyük âlimi, sâlih, fazîletli kimseleriydi.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri doğduktan bir müddet sonra hastalanınca babası onu kendi hocası Şâh Kemâl Kıhteli Kâdirî’ye göstermiş, o da; “Korkma bu çocuk çok yaşayacak ve büyük bir zât olacak.” buyurup, elinden tutarak ağzından öpmüş ve ma‘nevî feyzlere kavuşturmuştur.

Gençliğini ilim tahsîlinde geçiren İmâm-ı Rabbânî (k.s.), babasının vefâtından bir sene sonra, hacca gitmek üzere Serhend’den yola çıktı. Hindistan’ın hükümet merkezi olan Delhi şehrine gelince orada büyük velî Muhammed Bâkî-billah hazretlerini ziyâret etti. Huzûruna girince kalbinde bir nûr parladı. Mıknatısın iğneyi çektiği gibi çekilip, duymadığı, bilmediği şeyler kalbine doldu.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, hocasının lûtfu ve himmeti ile iki ay içinde kimsede görülmeyen hallere kavuştu. Birkaç ay sonra hocası Muhammed Bâkî-billah’tan kayıtsız, şartsız icâzet aldı.

Zamanın âlimleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerine “Sıla” ismi ile hitâb ettiler. Sıla, birleştirici demektir. Çünkü o, tasavvufun İslâmiyetten ayrı bir şey olmadığını İslâmiyete uygun bir şey olduğunu isbât ederek, Ahkâm-ı İslâmiyye ile tasavvufu birleştirmiştir. Bir mektûbunda da; “Beni iki deryâ arasında sıla yapan Allâhü Te‘âlâya hamd olsun.” diye duâ etmiştir.

İmâm-ı Süyûtî’nin Cem‘u’l-Cevâmî kitabında bir Hadîs-i şerîfte; “Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefaati ile çok kimseler Cennete girer.” buyrularak, onun geleceği haber verilmiştir.

63 yaşında Hakk’ın rahmetine kavuşan İmâm-ı Rabbânî (k.s.)’un husûsî sırlarına, büyük derecelerine, eşsiz kemâlât ve hâllerine kavuşup onun nûrunu bütün âleme yayan üçüncü oğlu Muhammed Ma‘sûm-i Farûkî’dir. Allâh şefaatlerine ve yollarına cümlemizi nâil eylesin. Âmin.

(Yeni Rehber Ansiklopedisi)

24. Urvetül Vüskâ Muhammed Ma'sum Fârûkî (k.s.)

24. Urvetül Vüskâ Muhammed Ma'sum Fârûkî (k.s.)

Hicrî ikinci bin yılının müceddidi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğludur. Lâkabı Mecdüddîn olup, Urvetül-vüskâ ismiyle meşhûrdur. Urvetül-vüskâ; sağlam ip, kendisine uyulan büyük âlim demektir.

1599 (H.1007) senesinde Hindistan’ın Serhend şehrine iki mil uzakta bulunan Mülk-i Haydar mevkiinde doğdu. Muhammed Ma‘sûm hazretleri, bu ümmette gelmiş olan en yüksek evliyâdandır. Babası İmâm-ı Rabbânî hazretleri onun için; “Bu oğlum sâbıkîndan (bu ümmetin büyüklerinden)dir” buyurdu.

Daha ondört yaşında babasına; “Ben kendimde bütün âlemi güneş gibi aydınlatan bir nûr görüyorum. Eğer o sönerse dünyâ karanlık ve zulmetli olur.” diye arzedince, babası; “Sen zamânının kutbu olursun.” buyurarak müjde vermiştir.

Nitekim daha sonra bunu kendisi; “Allâhü Te‘âlâya hamd ü senâlar olsun. Va‘d edilen ele geçti. Babamın müjdelediklerine kavuştum.” diye haber vermiştir.

Onaltı yaşında, bütün ilimlerin tahsilini bitirdi. Sonra tamâmen tasavvufa yönelip, babasının feyzlerine, üstün makamlara, büyük derecelere ve yüksek kemâlâta kavuştu.

Muhammed Ma‘sûm (k.s.), babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefâtından sonra, va‘z ve irşâd makâmına geçti. İslâm târihinde rüşd ve hidâyeti onunki kadar yaygın bir âlim ve mürşid görülmemiştir. Dokuz yüz bin kişi ona talebe olup huzûrunda tevbe etmiş, talebelerinden yüz kırk bini velîlik mertebelerine kavuşmuş, yedi bini de mürşid-i kâmil (tam ve olgun bir âlim) olarak yetişip, irşâd ile emrolunmuştur. Talebeleri onun huzûrunda bazen bir ayda, bazen bir haftada evliyâlık kemâlâtına ererlerdi. Bâzılarını bir teveccühde, makamların hepsine ulaştırırdı.

Halîfelerinden Ahmed-i Yekdest rahmetullahi aleyh, Hicaz’a gönderilmiş ve orada İstanbul’un Ashâb-ı kirâmdan sonra üç büyük evliyâsından biri olan Muhammed Emîn Tokâdî (rh.a.)’i irşâd etmiştir. Diğer bir halîfesi Murâd-ı Münzavî (rh.a.) de, İstanbul’da yıllarca feyz saçmış, sohbetleriyle İstanbul halkını aydınlatmıştır.

Muhammed Ma‘sûm hazretleri, 1668 (H.1079) senesinde Rebîulevvel ayının dokuzuncu günü öğle vakti Serhend’de vefât etti.

(Yeni Rehber Ansiklopedisi)

25. Şeyh Seyfüddîn-i Fârûkî (k.s.)

25. Şeyh Seyfüddîn-i Fârûkî (k.s.)

İkinci bin yılının müceddidi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunu, Urvetül-vüskâ Muhammed Ma‘sûm-i Fârûkî’nin beşinci oğludur. Muhyissünne, ya‘ni “sünneti diriltip yayan” ismiyle şöhret buldu.

Muhammed Seyfeddîn-i Fârûkî hazretlerinin himmet ve bereketiyle, Hindistan’ın her tarafında İslâmiyet yayılıp Müslümânlar kuvvetlendi. Bid‘at sâhibleri ve kâfirler perîşan olup, hiçbir yerde kabûl görmediler.

Delhi’deki sohbet meclisleri çok bereketli ve kalabalık olurdu. Kâfirler, fâcirler, fâsıklar bile bu meclise gelip, yüksek huzûruyla şereflenince, hidâyete kavuşup eski günâhlarına tevbe ve istiğfar ederek dönerlerdi. Onun sohbeti bereketiyle, binlerce kişi hidâyete ve kemâle kavuşup, yüksek derecelere ulaşmıştı. Dergâhına her gün binlerce insan gelip, feyz alırdı.

Muhammed Seyfeddîn-i Fârûkî hazretleri bin dört yüz velî yetiştirdi. Böylece, insanların hidâyete kavuşmalarına vesîle oldu. Seyyid Nur Muhammed Bedâyûnî (k.s.), yetiştirdiği talebelerinin en büyüğü ve kâmilidir.

Buyururlardı ki: “Açlık ve mücâhede, hârika ve kerâmeti arttırır. Evliyânın sohbeti kalbe zikri yerleştirir. Sünnete tâbi olmayı kolaylaştırır. Yetecek kadar yiyiniz. Zîrâ yolumuzun büyükleri, bu yolu vukûf-ı kalbiye, ya‘ni kalbe âit şeyleri bilmeye devâm ve sohbet üzerine kurmuşlardır. Zühd ve şiddetli mücâhedenin (nefsin istemediği şeyleri yapmak) neticesi, kerâmet ve tasavvuftan ibârettir. Biz bunları işten bile saymayız. Bizim maksâdımız, ancak zikre devâm, Allâhü Te‘âlânın yasaklarından kaçınıp emirlerine uymak, Resûlullâh (s.a.v.) Efendimizin sünnet-i şerifine tâbi olmak ve daha çok feyz ve bereketlere kavuşmaktır.”

1639’da Serhent’te doğan Seyfeddîn-i Fârûkî hazretleri, 1696 senesinde yine Serhent’te vefât etti. Babasının medfûn bulunduğu türbenin birkaç yüz metre güneyindeki türbeye defnedildi. Allâhü Te‘âlâ şefaatlerine nâil eylesin. Âmîn.

(Yeni Rehber Ansiklopedisi)

26. Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî (k.s.)

26. Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî (k.s.)

İnsanları Hakk’a da‘vet eden, doğru yolu gösterip hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i âliyye denilen büyük âlim ve velîlerin yirmialtıncısıdır. Hindistan’ın Berillî şehrine yakın Bedâyûn şehrindendir. Doğum târihi bilinmemekte olup, 1722 (H.1135) senesinde Delhi’de vefât etti. Türbesi Nizâmüddîn-i Evliyâ’nın türbesinin batısında olup ziyâretgâhtır.

Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretleri, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunu, Muhammed Seyfeddîn-i Fârûkî’nin derslerinde ve sohbetlerinde yetişip icâzet aldı. İlim öğretip talebe yetiştirdi. Yetiştirdiği talebelerin en meşhûru ve halîfesi, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleridir.

Sünnet-i seniyyeye uymakta, edeb ve âdetlerde de Peygamber (s.a.v.) Efendimize tâbi olmakta büyük bir dikkat gösterirdi. Peygamberimiz (s.a.v.)’in hayâtını ve yüksek ahlâkını anlatan kitâbları devâmlı yanında bulundurur, bunları okuyup, hâllerinde ve işlerinde Resûlullâh (s.a.v.)’e uymaya çalışırdı.

Dünyâya düşkün olanlarla görüşmekten çok sakınırdı. Çok murâkabe yapardı ve Allâhü Te‘âlâya yönelerek O’ndan başka her şeyi unutup, çok ibâdet ve tâat yaptığından beli bükülmüştü. “Otuz seneden beri kalbimden insanın tabiî gıdâsı olan şeyleri yemek geçmedi. Ne zaman yiyeceğe ihtiyâç duysam yanımda bulduğumu yerdim.” buyurmuştur. Günde yalnız bir defa yemek yerdi. Kazançları ve yemekleri şüpheli olanların yemeğini aslâ yemezdi.

Talebesi Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri ondan bahsederken, gözleri yaşla dolar ve talebelerine şöyle derdi:

“Sizler Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerine yetişemediniz, onu görmediniz. Şâyet görseydiniz, îmânınız tazelenir ve Allâhü Te‘âlâ ne büyük kudret sâhibidir ki, böyle mübârek bir zât yaratmış derdiniz. Onun keşfi son derece kuvvetliydi. Başkalarının baş gözüyle göremediklerini kalp gözüyle görür ve anlardı. Hayâtı baştan sona fazîlet ve kerâmetlerle doludur.”

(Yeni Rehber Ansiklopedisi)

27. Hz. Mazhar-ı Cân-ı Cânân Şemsüddîn (k.s.)

27. Hz. Mazhar-ı Cân-ı Cânân Şemsüddîn (k.s.)

Asil bir şecereye sahipti. Şemsüddin 16 yaşında iken pederleri Mirzacan vefat etti. 28 bâtın cedleri Muhammed Hanefi vasıtası ile Hazreti Ali (r.a.)’dir.

Şeyhi Seyyid Nur Muhammad vefat ettikten sonra zamanının bütün büyük meşayıhına hizmet etti. Sohbetlerinde bulundu. Kemale erdi.

Sahibü’zzaman idi. Tarikatları tevhîd etmekte yüksek bir dirayet ve himmete sahipti. Hanımlarla görüşmezdi. Gaibden teveccüh eder tesiri derhal görülürdü. İmtihan ve tecrübe kastı ile gelenlere de ders verirdi.

Bir gün bir adam Hazreti Mazhar Can Canan’a gelir:

— Mazhar Can Canan’ın tantanası rahmâni midir, değil midir, anlamak için geldim, der.

Hazreti Şeyh bu yersiz kelâmdan müteessir olur. Adamın yüzüne keskin ve dik dik bakar. Adam yere düşer. Sudan çıkmış balık gibi çırpınmaya başlar, kalkamaz, feryad eder, yalvarır:

— Hûda hakkı için beni affet. Tövbe ettim. Bir daha yapmam, der.

1195 senesinin Muharrem ayının 9. Cuma günü Fatihayı şerîfeyi okuduktan sonra ALLAH ALLAH diye akşamüstü teslimi ruh eyler.

Silsilede emâneti Seyyid Nur Muhammed Bedvani Hazretleri’nden almıştır. Mazhar-ı Cân-ı Cânân Habibullah diye anılır.

(M. Hâni, Âdâb, Sh. 123)

28. Hz. Abdullah Pîr Dehlevî (k.s.)

28. Hz. Abdullah Pîr Dehlevî (k.s.)

Hindistan evliyâsından. Silsile-i aliyye denilen büyüklerden olup, seyyiddir. 1745 (H. 1158)’te Hindistan’ın Pencab şehrinde doğdu. 1824 (H. 1240) senesinde Delhi’de vefât etti. Kabri Şâhcihân Câmii yakınındaki dergâhındadır. Binlerce seveni her zaman ziyâret edip, feyz almaktadır.

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin babası, Abdullatif Efendi âlim, sâlih, zâhid, dünyâya rağbet etmeyen, yüksek haller sâhibi Kâdirî yolunda bir zât idi. Bu yolu Hızır’la görüşmüş olan hocası Şeyh Nâsırüddîn Kadîrî’den aldı. Ayrıca Çeştiyye ve Şettâriyye yollarından da feyz almıştı. Tasavvuf yolunda kemâle, olgunlaşmaya çalışırdı. Haram yemekten son derece sakınır, kırlarda yetişen meyvelerle yetinir, nefsini terbiye etmek için uğraşırdı. Sahrâlarda Allahü Teâlânın ism-i şerîfini anarak dolaşır, yarattıklarına bakar, O’nun büyüklüğünü tefekkür edip düşünür, bir an olsun Rabbini unutmazdı.

Bir gün rüyâsında Hazret-i Ali ona şöyle dedi:

“Ey Abdüllatîf! Allahü Teâlâ sana bir oğul ihsân edecek, o ilerde büyük bir zât olacak. Ona bizim ismimizi koyarsın.” Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de annesine rüyâsında; “Yakında dünyâya bir oğlun gelecek. Ona bizim ismimizi koyarsın.” buyurdu. Resûlullah Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem de evliyâdan bir zât olan amcasına rüyâsında, doğacak çocuğa Abdullah isminin verilmesini emretti. Çocuk doğduğunda, ismini babası, Ali, annesi Abdülkâdir, amcası Abdullah koydu. Abdullah-ı Dehlevî altı yaşına gelince, Hazret-i Ali’ye karşı sevgi ve edebinden kendisine Ali demeyip Ali’nin hizmetçisi mânâsına Gulam Ali dedi ve bu isimle tanındı.

Abdullah-ı Dehlevî hazretleri Allah vergisi çok üstün bir zekâya sâhipti. Kur’ân-ı Kerîm’i kısa zamanda ezberledi. Dînî ilimleri ve zamanının fen ilimlerini öğrendi. Delhi’de hocası Şeyh Nâsırüddîn’in hizmetinde bulunan babası, onun terbiyesinde yetişip, Kâdiriyye yoluna girmesi için, oğlu Abdullah’ı Delhi’ye çağırdı. Abdullah-ı Dehlevî Delhi’ye vardığı gece Şeyh Nâsırüddîn vefât etti. Babası; “Oğlum! seni Şeyh Nâsırüddîn’den Kâdiriyye yolunu alman için çağırmıştım. Nasîb değilmiş. Artık, sana nereden irşâd kokusu gelirse, oraya git. Serbestsin.” dedi.

O sırada Delhi’de Çeştiyye büyüklerinden, Şeyh Muhammed Zübeyr ve iki halîfesi, Şeyh Ziyâüddîn, Şeyh Abdülhadl, Şeyh Mîr Dered bin Şeyh Nâsır, Mevlâna Fahrüddîn ve başkaları vardı. Yirmi iki yaşına kadar onların huzûrunda ve sohbetlerinde bulundu. Bu sırada gönlünden, yine Delhi’de bulunan Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin dergâhına gitmek geldi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin huzûruna varıp, kendisini talebeliğe kabûl buyurmasını istedi. O da:

“Sen zevkin ve şevkin olduğu yere git. Bizim yolumuz, tuzsuz taşı yalamak gibidir.” buyurdu.

Abdullah Dehlevî ise; “Zaten benim mûradım, isteğim de buyurduğunuzdur.” dedi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri; “Mübârek olsun.” buyurup talebeliğe kabûl etti. Onu Nakşibendiyye yolunun, Müceddidiyye koluna göre yetiştirip, bu yolun esaslarını ve edeblerini öğretti. Abdullah-ı Dehlevî on beş sene onun sohbetiyle şereflendi. Evliyâlıkta yüksek derecelere kavuşunca, mutlak icâzet, diploma alıp, halîfesi oldu.

Peygamber (s.a.v.) Efendimizi son derece seven Abdullah-ı Dehlevî, O (s.a.v.)’in şerefli ismini duyduğunda, kendinden geçecek gibi olurdu. Bir kere hizmetçisi ona; “Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem manzûru yâni nazar buyurdukları bir zâtsın.” demişti. Bu sözden duyduğu mânevî hazla birden yüzlerinin rengi değişti ve hizmetçinin alnından öpüp; “Ben kim oluyorum ki, Resûlullah Efendimizin manzûru olayım.” deyip tevâzu gösterdiler.

Yakın talebeleri anlatırlar; “Mübârek hocamızın odasından zaman zaman çok güzel kokular duyardık. O zaman, Resûlullah Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem ile büyük âlim ve evliyânın rûhlarının ziyârete geldiklerini anlardık. Hocamız, Peygamber Efendimizin sünnet-i şerîflerine o kadar bağlıydı. Bir gün bize; “Biz muhabbet şerbetini içenlerdeniz. Bizim muhabbetimizin artmasına sebep; kalblerimize çeşit çeşit zevk bahşeden hadîs-i şerîfler ve salevât-ı şerîfelerdir.” buyurdu.

Giyiminde Resûlullah Efendimize uyar, O (s.a.v.) gibi sert ve kalın elbise giyerdi. Birisi kıymetli bir elbise getirse onu satar, parasıyla birkaç elbise alır, fakirlere sadaka olarak dağıtırdı. “Birkaç kişinin giyinmesi bir kişinin giyinmesinden daha iyidir.” buyururdu.

Buyurdular ki:

Rüyâda Peygamber Efendimize sallallahü aleyhi ve sellem sual edip; “Yâ Resûlallah; “Rüyâda, beni gören gerçekten beni görmüştür.” sizin hadîsiniz midir, dedim. “Evet.” buyurdu. Devamlı tesbih, sübhânellah ve tahmîd, elhamdülillah okuyup, mübârek rûhuna hediye ederdim. Bir defâ okuyamadım. Rüyâda Resûlullah (s.a.v.)’i, Tirmizî’nin Şemâil’inde anlatılan şekilde gördüm. Geldiler ve; “Okumadın!” buyurdular.

Bir defâ Cehennem ateşi korkusu beni kapladı. Rüyâda Resûl-i Ekrem’i sallallahü aleyhi ve sellem gördüm. Geldi ve; “Bizi seven, Cehennem’e girmeyecek.” buyurdu.

Hiçbir kerâmet ve hârika, Allahü Teâlâyı sevmek ve Peygamberlerin Efendisi’ne sallallahü aleyhi ve sellem tâbi olmak gibi olamaz. Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinde bu iki haslet ziyadesi ile var idi.

Talebelerinin gönüllerine tasarruf eder, Hakk’ın feyz ve bereketlerini onların kalblerine akıtırdı. Bu büyük iş, onda çok görüldüğünden binlerce talebenin kalbi devamlı Allahü Teâlâyı anar hâle getirdi. Yüzlercesini cezbelere ve ilâhî feyzlere kavuşturdu. Çoklarını yüksek makam ve hâllere eriştirdi.

Bir mektûbunda şöyle buyurdu:

Yüksek makamlar ve beğenilen hâller sâhibi Ahmed Han! Allahü Teâlâ size selâmet versin. Esselâmü aleyküm ve rahmetullah. Münşî Naîmüddîn Han, iyi hâllerinizden çok bahsettiler. Bunun için, bu birkaç satır, kırık dökük ifâdeler yığını mektubu yazdım ki, uzakta kalmış olanları inâyet nazarınızdan unutmayasınız ve teveccüh ediniz. Zîrâ bu ihtiyârın ömrü günah işlemekle geçti. Şikâyet, gıybet, dil uzatma, ayıblama, lânet etme, büyükleri anlayamama netîcesi sitemler şeklinde açık günahlar, yâhut huzur içinde olmayan, tecvîde riâyet edilmeden namaz kılma, boş ve lüzumsuz şeylerden kesilmeden oruç tutma, mânâsını düşünmeden Kur’ân-ı Kerîm okuma ve boş vakitleri Allah korkusu ve huzûru ile geçirmeme ve sayılı nefesleri gafletle harcama şeklindeki diğer günahlar o kadar çoktur ki, amel defterimi kararttılar. Binlerce teessüfler, esefler olsun ki, cihân bahçesine gül için geldik, ama diken topladık. Hasretler, ziyânlar olsun ki, bize sıhhat, âfiyet ve rahatlık verildi, hepsinin şükründe kusûr ve eksiklik eyledik. Pişmanlıklar olsun ki, Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber efendimiz gibi eşsiz iki nîmet ihsân olundu. Biz ise onların şükründe olacak yerde hâlâ gafletteyiz. Allah korusun. Hayretteyim. Yarın ne yüzle Allahü Teâlânın ve Peygamberinin huzûrunda kabûl görürüz. Bu ne anlayışsızlıktır. Bu uygunsuzluk ve liyâkâtsizlikle, şefâat ve magfiret derecesine ulaşmak çok zordur. Ancak Allahü Teâlânın gadabını aşmış rahmeti, ümîdimizdir. Mücerred ihsânı ile muâmelesine güveniyoruz. Yoksa hiç özrümüz, özür dileyecek yüzümüz yoktur.

Ölüm başımızın ucunda, kıyâmet çok yakın. İşe yarar hangi ameli işledik. İyiler Cennet’e girip, Cennet nîmetlerine ve Hakk’ın dîdârına kavuşurlar. Bizim gibi gâfiller, elli bin senelik hesâb gününde, bizi hesâba çektirecek, bırakmayacak şeylerle meşgûlüz. Düşünmek lâzımdır ki, yarın elde hasret, ziyân kalmasın. Allah katında kıymetli kulların yaptıkları gibi, seher vaktinde kalkıp, gözlerden hasret gözyaşları akıtmağı, mücâhede ve can çıkarırcasına gayretle ibâdet ve kullukta bulunmayı Hak Teâlâ nasîb eylesin. Hazret-i Münşî Naîmüddîn Han ve sevgili zât-i âliniz, husûsî zamanlarınızda, yolda kalmış ihtiyarları hatırlayınız. Gıyâbî duâ kabûle daha yakındır. Buradakiler ve bu fakîr size her zaman duâ ediyoruz. Allahü Teâlâ iki dünyâ saâdeti versin.” (91. mektup)

Abdullah-ı Dehlevî namaz hakkında şöyle buyurdu: Namazı cemâatle kılmak ve “tumânînet” (rükûda, secdelerde, kavmede ve celsede her uzvun hareketsiz durması) ile kılmak, rükû’dan sonra “kavme” (kalkıp, ayakta her uzuv yerine yerleşecek şekilde dik durmak) yapmak ve iki secde arasında “celse” (dik durma) yapmak bizlere Allahın Peygamberi tarafından bildirildi. Kavmenin ve celsenin farz olduğunu bildiren âlimler vardır. Hanefî mezhebinin müftîlerinden Kâdıhân, bu ikisinin vâcibliğini, ikisinden birisini unutunca secde-i sehv yapmanın vâcib olduğunu ve bilerek yapmayanın namazı tekrar kılmasını bildirmiştir. Müekked sünnet olduklarını bildirenler de, vâcibe yakın sünnet demişlerdir. Sünneti hafif görerek, ehemmiyet vermeyerek terk etmek küfürdür. Namazın kıyâmında, rükûunda, kavmesinde, celsesinde, secdelerinde ve oturulduğu zamânında, ayrı ayrı, başka başka keyfiyetler, hâller hâsıl olur.

Bütün ibâdetler namaz içinde toplanmıştır. Kur’ân-ı kerîm okumak, tesbîh söylemek (ya’nî sübhânallah demek), Resûlullah Efendimiz (s.a.v.)’e salevât söylemek, günahlara istigfâr etmek ve ihtiyaçları yalnız Allahü teâlâdan istiyerek O’na duâ etmek namaz içinde toplanmıştır. Ağaçlar, otlar, namazda durur gibi dik duruyorlar. Hayvanlar, rükû hâlinde, cansızlar da ka’dede, oturuyor gibi yere serilmişlerdir. Namaz kılan, bunların ibâdetlerinin hepsini yapmaktadır. Namaz kılmak, mîrâc gecesi farz oldu. O gece mîrâc yapmakla şereflenen, Allahü teâlânın sevgili Peygamberine uymağı düşünerek namaz kılan bir müslüman, O yüce peygamber gibi, Allahü teâlâya yaklaştıran makamlarda yükselir.

Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz; “Gözümün nûru ve lezzeti namazdadır.” buyurdu. Bu hadîs-i şerîf; “Allahü teâlâ namazda zuhûr ediyor, müşâhede olunuyor. Böylece gözüme rahatlık geliyor.” demektir. Bir hadîs-i şerîfte; “Yâ Bilâl! Beni rahatlandır!” buyruldu ki; “Ey Bilâl! Ezân okuyarak ve namazın ikâmetini söyleyerek, beni rahata kavuştur.” demektir. Namazdan başka şeyde rahatlık arayan bir kimse, makbûl değildir. Namazı zâyi eden, elden kaçıran, dînin diğer emirlerini daha çok kaçırır.

Îmânı olmayan kimsenin Cehennem ateşinde sonsuz yanacağını Peygamber Efendimiz haber verdi. Bu haber elbette doğrudur. Buna inanmak, Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna inanmak gibi lâzımdır. Ateşte sonsuz yanmak ne demektir? Herhangi bir insan sonsuz olarak ateşte yanmak felâketini düşünürse, korkudan aklını kaçırması lâzım gelir. Bu korkunç felâketten kurtulmanın çâresini arar.

Bu ise, çok kolaydır. “Allahü teâlânın var ve bir olduğuna ve Muhammed (s.a.v.)’in O’nun son peygamberi olduğuna ve O’nun haber verdiği şeylerin hepsinin doğru olduğuna inanmak” insanı bu sonsuz felâketten kurtarmaktadır. Bir kimse ben bu sonsuz yanmaya inanmıyorum, bunun için böyle bir felâketten korkmuyorum, bu felâketten kurtulma çârelerini aramıyorum, derse, buna deriz ki: “İnanmamak için elinde senedin, vesîkan var mı? Hangi ilim, hangi fen inanmana mâni oluyor?” Elbet vesîka gösteremeyecektir. Senedi, vesîkası olmayan söze ilim, fen denir mi? Buna zan ve ihtimâl denir. Milyonda, milyarda bir ihtimâli olsa da, “Sonsuz olarak ateşte yanmak” felâketinden sakınmak lâzım olmaz mı? Azıcık aklı olan kimse bile böyle felâketten sakınmaz mı? Sonsuz ateşte yanmak ihtimâlinden kurtulmak çâresini aramaz mı?

22 Safer 1240 (m. 1824) senesinde, kuşluk vakti murâkabe hâlinde iken, bu sıkıntılarla dolu dünyâdan ayrıldılar.

Vefâtı haberini duyan binlerce insan toplandı. Cenâze namazı Büyük Câmide kılındı. Şâh Ebû Sa’îd imâm oldu. Cenâzesi, üstâdı Mazhâr-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin medfûn bulunduğu kabrin sağ yanına defnolundu.

Bugün oradaki üç kabirden biri de Şâh Ebû Sa’îd hazretlerinindir. Hacdan dönerlerken Tunek’de vefât etti. Cenâzesini oradan getirip, Abdullah-ı Dehlevî’nin sağ yanına defnettiler. Bu duruma göre, Abdullah-ı Dehlevî’nin mezârı ortada olandır.

(Evliyalar Ansiklopedisi, 1.c., 56-78.s.)

29. Şemsü ş Şümûs Hz. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (k.s.)

20. Derviş Muhammed (k.s.)

On sekizinci yüzyılın sonu ve on dokuzuncu yüzyılın başında Irak ve Şam’da yetişmiş büyük velîlerden. İnsanlara hak yolu göstererek hakîki saâdete, kurtuluşa kavuşturan ve Silsile-i aliyye adı verilen âlimler ve velîler zincirinin yirmi dokuzuncusudur. Asrının müceddidi idi. Babasının ismi Ahmed’dir. İsmi Hâlid, lakabı Ziyâüddîn’dir. Bağdâdî nisbesiyle meşhûr olmuştur. Babası Hazret-i Osman’ın, annesi ise Hazret-i Ali’nin soyundandır. Bu sebeple Osmânî diye de anılmaktadır. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî diye meşhûr olmuştur. 1778 (H.1192) senesinde Bağdât’ın kuzeyindeki Şehrezûr kasabasında doğdu. 1826 (H.1242) senesinde Şam’da vefât etti. Kabri Şam’ın kuzeyinde, Kâsiyûn Dağı eteğindeki kabristanda bulunan türbesindedir. Sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.

Küçük yaşta ilim tahsîline başlayan Hâlid-i Bağdâdî, keskin zekâsı, kuvvetli hâfızası, sağlam irâdesi ve çalışkanlığı ile dikkati çekti. Süleymâniye’de devrin meşhûr âlimlerinden Muhammed bin Âdem-i Kürdî, Sâlih-i Kürdî, Abdürrahîm Berzencî ile kardeşi Abdülkerîm Berzencî’den, Abdullah-ı Harpânî’den ve daha pek çok âlimden ilim öğrenip, icâzet aldı. Sarf, nahiv, edebiyât, usûl, mantık, hikmet (fen), hey’et (astronomi), geometri, hesâb ilimleri ile tefsîr, hadîs, fıkıh, kelâm, tasavvuf ilimlerini ve diğer ilimleri öğrendi.

Fîrûzâbâdî’nin Kâmûs’unu ezberledi. Öğrendiği bütün ilimlerde din ve fen adamlarına hocalık yapacak derecede üstün bir bilgiye sâhib oldu. Din ve fen ilimlerindeki üstünlüğü ve geniş bilgisi sebebiyle zamânının bütün âlimleri ve velîlerinin takdirlerini kazandı. Hangi ilimden ve hangi fenden ne sorulursa sorulsun derhal cevâbını verirdi. Zekâsı ve bilgisi karşısında akıllar hayrete düşerdi.

Hocası Seyyid Abdülkerîm Berzencî 1788 (H.1203) senesinde tâundan vefât edince, onun talebesi boş kalmasın diye ders vermeye başladı. Her taraftan âlimler dersine koştu. Her müşkülü çözer her derde devâ olurdu. Dünyâya ehemmiyet vermez, gece gündüz ibâdet ederdi. Böylece yirmi bir yaşındayken, ulemâya ve talebeye üstâd olup, yedi sene ders okuttu. Sözü tesirli, avâm ve havâss arasında sözü delîl olan şerefli bir zâttı.

1805 senesinde hacca gitti. Yolda Şam âlimlerinden çok saygı gördü. Tevâzûundan dolayı, Allâme Muhammed Kuzberî’den hadîs rivâyeti; Mustafa Kürdî’den Kâdirî yolu icâzeti aldı.

Bir müddet Şam’da kaldıktan sonra Hicaz’a gitmek için yola çıktı. Medîne-i münevvereye kavuştuğu zaman Peygamber (s.a.v.) Efendimize aşk derecesindeki sevgisini anlatan Kasîde-i Muhammediyye’yi Farsça olarak yazdı.

Medîne-i münevvereye geldiğinde, kâmil bir velî bulup ona teslim olmak arzusundaydı. Bir gün Yemenli fazîlet sâhibi bir zâta rastladı. Câhilin âlimden nasîhat istemesi gibi ondan nasîhat istedi. O zât dedi ki: “Ey Hâlid Mekke-i mükerremeye gittiğin zaman edebe uymayan birşey görürsen hemen reddetme.” Mevlânâ Hâlid hazretleri Mekke-i mükerremede bir Cumâ günü Kâbe-i şerîfe karşı Delâil-i Hayrât’ı okurken birinin, Kâbe’ye sırt çevirip kendine bakdığını gördü. “Utanmadan Kâbe’ye arkasını çevirmiş. Edebi gözetmiyor!” diye düşünürken, o kimse; “Mümine hürmet, Kâbe’ye hürmetten daha öncedir. Bunun için yüzümü sana çevirdim. Niçin beni kötülüyorsun. Medîne’deki zâtın nasîhatını unuttun mu?” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bunun büyük velîlerden olduğunu anladı. Ondan af diledi ve; “Beni talebeliğe kabûl et.” diye yalvardı. O da; “Sen burada olgunlaşamazsın.” dedikten sonra eli ile Hindistan’ı göstererek; “Senin işin orada tamam olur.” dedi ve gitti.

Bu gördüğü zatın hocası Abdullah-ı Dehlevî olduğu rivayet edilmektedir.

Mevlânâ Hâlid hazretleri, memleketi Süleymâniye’ye dönüp ders vermeye başladı. Fakat gece-gündüz Hindistan’ı düşünüyordu. Bir gün bu düşünceler içindeyken, Hindistan’ın Dehli şehrinde bulunan evliyânın en büyüklerinden Abdullah-ı Dehlevî’nin talebelerinden Mirzâ Abdürrahîm isimli bir zât çıkageldi. O talebe, Abdullah-ı Dehlevî; “Mevlânâ Hâlid’e selâmımızı söyle bu tarafa gelsin!” buyurdu.” dedi. Uzun zaman başbaşa görüştüler. Mevlânâ Hâlid talebelerine ders vermeye gelmez oldu. Talebeler, Hindli’ye kızmaya başladı.

Bir süre sonra, 1809 senesinde ikisi birlikte İran ve Afganistan üzerinden Hind yolculuğuna çıktılar. Umulmadık bir zamanda medreseyi ve talebeyi bırakıp bu ânî ayrılışına şehrin bütün halk ve talebeleri çok üzüldüler. Yoldan çevirmek için çok ısrar ettiler ve yalvardılarsa da fayda vermedi. Hindistan’ın karanlıklar ve tehlikeler içinde bulunduğunu söyleyip vaz geçirmek istediler. Onlara; “Âb-ı hayât zulümâtta bulunur.” şeklinde cevap veren Mevlânâ Hâlid hazretleri, arkadaşı Mirzâ Abdürrahîm ile yaya olarak önce Tahran’a geldiler. Burada meşhûr şiî âlimi İsmâil Kâşî’yi, talebesinin önünde rezîl etti. Mevlânâ Hâlid, bâzı şiî tefsîr kitaplarını okumuş, Kur’ân-ı kerîmin birçok âyet-i kerîmelerinin şiîler tarafından değiştirilip, mânâlarının tahrif edildiğini görmüştü. Meselâ; Enfâl sûresi 70. âyetinde meâlen; “Bedr gazasındaki esirleri salıverdiğin için Allahü teâlâ seni affeyledi.” âyet-i kerîmesi Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh hakkındadır, şeklinde tefsîr ediyorlardı. Mevlânâ Hâlid, İsmâil Kâşî’ye; “Peygamberler günah işler mi?” dedi. Kâşî; “Bütün peygamberler mâsûmdur, günah işlemezler.” dedi. Mevlânâ Hâlid;”Peki, Kur’ân-ı kerîmin; “Bedr gazâsındaki esirleri salıverdiğin için Allahü teâlâ seni affeyledi.” meâlindeki âyet-i kerîmede; “Af” söylendiğine göre, günah işlemiş mânâsına gelmiyor mu? Hâlbuki peygamberlerden günah olan bir iş meydana gelmemiştir.” deyince, Kâşî; “Bu âyet-i kerîme Ebû Bekr’i azarlamaktadır, onun hakkındadır, Peygamberimizin hakkında değildir.” dedi. O zaman Mevlânâ Hâlid hazretleri; “O hâlde, Allahü teâlâ Ebû Bekr’i affettim buyuruyor da siz niçin affetmiyorsunuz?” dedi. Kâşî cevap veremeyip, mahcûp ve rezîl oldu.

Mevlânâ Hâlid, Tahran’dan; Bistâm, Harkan, Semnân ve Nişâbur’a geçti. Geçtiği yerlerdeki evliyâyı, şiirleriyle medheyledi. Âriflerin kutbu Bâyezîd-i Bistâmî’nin kabrini ziyâret ettiği zaman meşhûr bir kasîde söyledi.

Sonra Lâhor şehrinin bir kasabasında kâmil bir velî olan Allâme Mevlânâ Senâullah Dehlevî’yi (rahmetullahi aleyh) ziyâret etti. Mevlânâ Senâullah Dehlevî, Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ın en üstün talebelerindendi.

Mevlânâ Hâlid; burada başından geçenleri şöyle anlatır: Bu kasabada bir gece kaldım. Rüyâda, Şâh Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin, yanağımdan tutup beni kuvvetle kendine çektiğini gördüm. Sabahleyin Mevlânâ Senâullah’ın huzûruna gittiğim zaman, daha rüyâmı anlatmadan; “Kardeşimiz ve seyyidimiz Abdullah-ı Dehlevî’nin huzur ve hizmetlerini câna minnet bilmeli, huzur ve hizmetinde bulunmayı, sana vâd olunan nîmetlere kavuşmaya sebep bilmelisin.” dedi. Daha sonra o kasabadan ayrıldım. Hindistan’ın başşehri olan Dehli ismi ile meşhûr Cihânâbâd’a geldim. Aylarca süren uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra tam bir senede Dehli’ye (Cihanâbâd) ulaşan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Dehli’ye vardığında, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin bulunduğu şehre gelmenin sevinci ile, seferdeyken yanında bulunan şeylerin hepsini, fakirlere dağıttı. Sonra Hindistan’ın en büyük velîsi ve büyük İslâm âlimi, Şâh Abdullah-ı Dehlevî’nin huzûruna kavuştu.

Abdullah-ı Dehlevî, onu talebeliğe kabûl etti. Ona nefsinin terbiyesi için dergâhı temizleme vazifesini verdi. Mevlânâ Hâlid, bu kadar ilimde âlim olmasına rağmen, hiç îtirâz etmedi. Bir gün yerleri temizleme işi nefsine zor geldi. Derhal nefsine; “Eğer mübârek hocamın verdiği bu şerefli vazifeden kaçarsan yerleri süpürge ile değil, bu sakalınla süpürtürüm.” diyerek hitâb etti. Artık bundan sonra hatırına böyle hiçbir düşünce gelmedi. Bir gün yine böyle su taşırken, hocası Abdullah-ı Dehlevî hazretleri ile karşılaştı. Abdullah-ı Dehlevî, onun mübârek omuzları üzerinden Arş’a doğru muazzam bir nûrun yükseldiğini ve meleklerin ona gıbta ve hayranlıkla baktıklarına şâhid oldu. Abdullah-ı Dehlevî, Mevlânâ’nın tasavvufta pek yüksek derecelere eriştiğini, kemâle gelip olgunlaştığını görünce, bu vazifeden alıp, devamlı huzûrunda bulunmasını emretti. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, orada da hocasına canla başla hizmet ederek, büyük mücâhede ve çetin riyâzetler çekti. Abdullah-ı Dehlevî’nin huzûrunda beş ay çalışıp sohbetleri ve nazarlarıyla büyük velîlerden olmak saâdetine erişti. Huzur ve müşâhede makâmına kavuştu. Vilayet-i kübrâ hâsıl oldu. Müceddidiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye ve Çeştiyye yolunda kemâle geldi. Abdullah-ı Dehlevî’nin kalbindeki bütün esrâr ve mânevî üstünlüklere kavuştu.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, feyz ve kemâl bulunca, Abdullah-ı Dehlevî hazretleri; “Ey Hâlid, şimdi memleketine ve Bağdât’a git! Oradaki Hak âşıklarını, sevdiklerine, yâni Allahü teâlâya kavuştur.” buyurunca, Mevlânâ Hâlid hazretleri; “Ey benim sebeb-i devletim, yüksek sığınağım, efendim! Orada Hayderî ve Berzencî seyyidleri çoktur. İnsanlara doğru yolu anlatmakla nasıl meşgûl olurum. Çünkü, onlar şöhret ve îtibâr sâhibi ve âlimlerin sığınağı durumundadırlar. Böyle bir işe kalkışsam, diğer insanlar bile beni men ederler.” diye arz etti. “Sen, memleketine git. İrşâd ile meşgûl ol. Bütün seyyidler, senin ayağının toprağına yüz sürerler ve şerefli zâtına hizmetçi olurlar. Oranın vâlileri, emînleri, âlimleri, fazîlet sâhipleri, mübârek ayağını öperler.” buyurdu.

“Yolun üzerinde, filân yerde, evliyânın büyüklerinden, iki seneden beri yemez, içmez, konuşmaz, Hakk’a gönlünü vermiş, ölü gibi hareketsiz durup, Hakk’ın sevgisine dalmış şerefli bir zât var. Ona selâmımı söyle, hayırlı duâsını al ve şerefli elini öp!” buyurdu. Sonra bütün talebe ve sevdikleriyle, dört millik mesâfeye kadar Mevlânâ Hâlid’i uğurladı. Sonra; “Hâlid bürd”, yâni “Hâlid herşeyi aldı götürdü.” buyurdu. Çok sevdiği talebelerinden ve halîfelerinden olan Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî’ye yazdığı mektûbunda buyurdu ki:

“Allahü teâlâ, kalbimin özlediği, rûhumun gözlediği Seyyid Tâhâ’yı, fena ve bekâ mertebelerine kavuşmakla şereflendirsin. Allâmenin (yâni Seyyid Tâhâ hazretlerinin) bu fakîre yazdığı mektup geldi. İslâmiyetin yayılmasına çalıştığınız ve Kur’ân-ı kerîmin hatmi hakkında yazıyorsunuz. Çok memnun olduk. İhlâs şartı ile Allahü teâlâya ne kadar ibâdet ederler, Resûlullah efendimizin sünnetine ne kadar uyarlarsa, sizin vâsıtanızla olduğu için, her birinin sevâbı kadar sizin de amel defterinize yazılacaktır. Resûlullah’ın; “Bir kimse İslâmda sünnet-i hasene yaparsa, bunun sevâbına ve bunu yapanların sevaplarına kavuşur. Bir kimse İslâmda bir sünnet-i seyyie çığırı açarsa, bunun günâhı ve bunu yapanların günahları kendisine verilir.” hadîs-i şerîfi bu sözümüze şâhiddir. Vesselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühû.”

Talebelerine ve sevenlerine nasîhat ederek buyurdu ki:

Sizlere vasiyetim, size İslâmiyeti anlatan hocaya îtirâzı terk, Resûlullah’ın dînine ittibâ ve kendini aradan çekip, yok etmeyi bu yolun esâsı biliniz. Bu üçü olmadan bu yolda ilerleme olmaz.

Bu yolun büyükleri kendilerine bağlı olanlardan gâfil değildir. Onlara kimse kafa tutamaz. Onlara kafa tutanın işi de, başı da, saâdeti de gider.

Hanım, çocuklar, mal ve mülk, Allahü teâlânın emânetleridir. Emânetlerini istediği zaman alır.

Nefs-i emmâreden kurtulmanın alâmeti, insanların övmesi ile ayıplamasını, eşit görmektir. İnsanların rağbetine sevinip, aramamalarına, etrâfınızda dolaşmamalarına üzülmek, basitlik, büyük akılsızlık ve anlayışsızlıktır.

En mühim vasiyetim şudur ki: Ölümü, âhiret hallerini ve nîmetlerin hakîki sâhibini unutmayınız. Elden geldiği kadar peygamberlerin efendisinin (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetine uymada ileri gitmeye çalışınız. Günde bin kere duyulmayacak kadar alçak sesle, Kelime-i tehlîl (Kelime-i tevhid) söyleyiniz. Hem kalbe yönelerek, hem de mânâsını düşünerek olsun. Böylece kalpte, hakîkî matlûbdan başka bir şey kalmasın. Zîrâ büyüklerin yolunda asıl maksad mâbûddur.

İhlâs ne kadar çok olursa, evliyanın yardımı o kadar ziyâde olur.

Evliyânın kalbleri, ilâhî nûrların çıkıp geldiği kaynaklardır. Onların hoşnut olduğundan, Hak teâlâ da hoşnuttur. Onların kalblerinde yer eden, büyük devlete kavuşmuştur.

Bizim yolumuz, İslâm dînine ittibâ (uyma) yoludur. Herkes elinden geldiği kadar buna çalışmalıdır.

Allah adamlarının iğnesini (dokunaklı sözlerini) ilâç gibi bilmelidir. Çünkü bu tâifenin celâli, cemâl ile karışıktır. Yâni kızmalarında da merhamet vardır.

Bütün gayretle, sünnetin yayılmasına ve bid’atlerin yok edilmesine çalışmalı, müslümanların, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru îtikâd üzere olmalarına uğraşmalıdır. Bu işle uğraşmadan yapılan zühd ve ibâdeti, kör, kötürüm ve ihtiyarlar da yapar.

Namazın şart ve rükünlerini, sünnet ve edeblerini anlatan kitapları insanlara okuyup, tavsiye etmeniz büyük devlettir. İnsanlardan gelen sıkıntılara katlanmak, Allahü teâlânın beğendiği, Resûlullah (s.a.v.)’in sevdiği ve büyük evliyânın özendiği bir ahlâktır.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin gösterdiği pekçok kerametleri onun evliyâlıktaki yüksek derecesini göstermekdir. Bağdat’tayken Hâcı Mahmûd Efendi isminde, servet sâhibi, kendisine bağlı bir talebesi vardı. Bu zât, Mevlâna Hâlid’in şerefli hânekâhlarına ve diğer yerlere kendi eliyle yüz bin kuruş harcayıp borçlanmıştı. Bir gün Mevlânâ Hâlid’in huzurlarına gidip; “Efendim, borcumun çokluğundan dışarı çıkmaya yüzüm kalmadı.” deyince, Mevlânâ Hâlid hazretleri buyurdular ki: “Bir ay sabret.” O, bunun üzerine; “Aman efendim, sabra tâkatim kalmadı.” diyerek iki defâ tekrarladı. Bu tekrar çok yakınlığından ve samîmiyetindendi. Mevlânâ Hâlid de; “Mâdemki öyle, kaldır şu hasırı istediğin kadar al.” buyurdu. Mahmûd Efendi de hasırı kaldırdı ve altında bir altın gördü. Altını aldı, başka bir altın gördü ve böylece her aldığı altının yerinde yeni bir altın gördü. Yüz bin kuruş tamamlanıncaya kadar bu işe devâm etti. Mahmûd Efendi bu kerâmeti görünce, Mevlânâ Hâlid’in ellerini öptü.

(Evliyâlar Ansiklopedisi, 8.c., 181-212.s.)

30. Tâhâ'l-Hakkârî (k.s.)

30. Tâhâ'l-Hakkârî (k.s.)

Anadolu’da yaşayan büyük velîlerden. Silsile-i aliyye adı verilen, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâda ve âhirette seâdete, mutluluğa kavuşmalarına vesile olan büyük âlim ve velîlerin otuzuncusudur. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin neslinden olup Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin on birinci torunudur. Babası Seyyid Molla Ahmed bin Sâlih Geylânî’dir. Şihâbüddîn, İmâdüddîn, Kutbü’l-İrşâd vel-medâr lakaplarıyla ve Hakkârî nisbesiyle meşhûrdur. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfelerindendir. Doğum târihi bilinmiyor. 1853 (H.1269) senesinde Şemdinli yakınındaki Nehri’de vefât etti. Kabri orada olup ziyâret edilmekte, feyz ve bereketlerinden istifâde olunmaktadır.

Asil ve temiz bir âileye mensûb olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî’de çocukluğunda büyüklük ve olgunluk halleri görülür, zekâ, istidât, vekâr ve heybeti ile herkesin dikkatini çekerdi.

Onu her gören ilerde pek büyük bir zât olacağını söylerdi. Küçük yaşta Kur’ân-ı Kerîmi hatmetti ve ezberledi. Sonra ilim tahsîline başladı. Süleymâniye, Kerkük, Irak, Erbîl, Bağdat gibi ilim merkezlerine giderek şöhretli âlimlerden, tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri, zamânın fen ve edebiyât bilgilerini öğrendi.

Seyyid Tâhâ, daha ilim talebesi iken, bir gün Bağdât’a yakın bir yerde, çok küçük bir akarsudan abdest alıyordu. Arkadaşları; “Bu su çok azdır, bununla abdest olmaz.” deyince; “Bu, mâ-i câridir, yâni akar sudur. Dînimizde bununla abdeste izin vardır. Siz ilim talebesisiniz, bunları bilirsiniz. Sonra bu suda balık bile yaşar.” buyurdu ve elini orada biriken su birikintisine sokup çıkardı. Arkadaşlarına uzatarak; “Bakın bu suda kocaman balıklar yaşamaktadır.” deyip elindeki balığı gösterdi. Bu büyük kerâmeti gören arkadaşları; “Bundan sonra sen ne yaparsan yap, bir daha sana îtirâz etmeyeceğiz.” dediler.

Bir gün Seyyid Tâhâ hazretleri Seyyid Sıbgatullah’a buyurdular ki: “Molla Sıbgatullah! Üstâda muhabbet ve onunla sohbet, her şeyden üstündür. Çünkü üstâd, kemâl mertebelerinin en yükseğine kavuşturmak ve ona mârifetleri vermekle, talebesinin hastalıklarını izâle eder, giderir.”

Yine şöyle buyurdu:

“Şah-ı Nakşibend hazretleri, yolunun esâsını Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân) yolu üzere kurdu. Onlar Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) muhabbeti ile yetindikleri gibi, bize de, üstâda muhabbet yeter.”

Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretleri, Seyyid Tâhâ hazretlerine; “Nefehât gibi bâzı kitaplarda, bâzı evliyâ için (kuddise sirruh) bâzıları için (rahmetullahi aleyh) deniyor; hikmeti nedir?” diye suâl edince, şöyle buyurdu: “Birincisi, nefsinden tamamen kurtulanlar, ikincisi kendinde, nefsinden bir şeyler kalanlar içindir. Nefisten tamâmen kurtulmak, irşâdın şartı değildir. (Rahmetullahi aleyh) denenlerden de bir çoğu, irşâd makâmına oturmuşlar, büyüklerin yolunda olup, faydalı olmuşlardır.”

Bir halîfesine şöyle buyurdu: “Halka önce işâretle muâmele et, bu fayda vermezse ibâre ile (söz ile) söyle. Bu da fayda vermezse, ondan yüz çevir. Sen birinden yüzünü çevirirsen, Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) kadar bütün “Silsile-i aliyye” büyükleri ondan yüz çevirir.”

Tâhâ-i Hakkârî hazretleri Nehri’de kaldığı kırk iki sene içinde İslâmiyetin emir ve yasaklarını insanlara anlatarak onların dünyâ ve âhirette kurtuluşları için çalıştı. Bütün hocaları gibi İslâmın güzel ahlâkını yaydı. Siyâsete karışmadı. Pekçok velî yetiştirip onlara hilâfet verdi. İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazifelendirdi. Halîfelerinin en meşhûrları şunlardır: Birâderi Seyyid Muhammed Sâlih, Seyyid Sıbgatullah Arvâsî, Seyyid Fehîm Arvâsî, dâmâdı ve kâtibi Seyyid Abdülehad, Muhammed Küfrevî, Halife Köse adıyla meşhûr olan Şeyh Tâhâ, Molla Resûl Sibkî, Mevlânâ Hacı Hakkârî, Süleymân Baradustî, Molla Muhammed Munhânî Hoşâbî, Şeyh Ahmed Meczûb. Bunlardan başka halîfeleri de vardır.

Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretleri 1852 (H.1269) senesinde bir ikindi vakti, Haram Çeşmesi denilen ağaçlık bir mevkide talebeleri ile sohbet ediyordu. Sohbet ânında kendisine iki mektup arzedildi. Bunları kıymetli dâmâdı Abdülehad Efendiye okuttuktan sonra; “Abdülehad! Şöhret âfettir. Artık bizim dünyâdan gitmemizin zamânı geldi.” buyurdu. Abdülehad da; “Aman Efendim, Şam’dan gelen bu iki mektup nedir ki?” dedi. O gün sohbetten sonra hâne-i saâdetlerine gitti ve orada hastalandı. On bir gün hasta yattı.

Hastalığının ağır olmasına rağmen namazlarını mümkün olduğu kadar ayakta kılmaya çalıştı. Hastalığının on ikinci, Cumartesi günü talebeleri ve yakınları ile helâllaştı, vedâlaştı, vasiyetini bildirdi. Kardeşi Seyyid Sâlih hazretlerini çağırttı. Onun için; “Biraderim Sâlih, kâmil, olgun bir velîdir. Herkesin başı onun eteği altındadır.” buyurdu. Yerine kardeşi Sâlih hazretlerini halîfe bıraktı. İkindi vaktinde, talebelerinin Yâsîn-i şerîf tilâvetleri arasında, mübârek rûhunu Kelime-i tevhîd getirerek teslim eyledi.

(Evliyâlar Ansiklopedisi, 11.c., 405-423.s.)

31. Tâhâ'l-Harîrî (k.s.)

31. Tâhâ'l-Harîrî (k.s.)

İnsanlara hak yolu göstererek hakîki saâdete, kurtuluşa kavuşturan ve Silsile-i aliyye adı verilen âlimler ve velîler zincirinin otuzbirincisidir. Irak’ın Musul vilayetine bağlı Harir nahiyesinde 1803’de (h. 1220) dünyayı teşrif eden Taha’l Hariri Hazretlerinin hayatı ve hizmetleri hakkında halîfesi Muhammed Es’ad Erbîlî (k.s.) (1349/1931)’nin Risâle-i Es’adiyye’de kendi terceme-i hâlini anlatırken verdiği bilgiler ve yine Es’ad Efendi hazretlerinin sohbetlerinde tutulan notlardan bilgi edinilmektedir.

Muhammed Es’ad Erbilî’nin “Tarîkat-ı aliyyede seyr ü sülûkum ne babamın, ne de dedemin irşâd zamanlarına rastlamadığından o zamanın kutb-u irşadı, Tâhâ’l-Harirî en-Nakşbendî el-Hâlidî’ nin hizmetine girdim. 1292/1875 senesine, yâni vefatına kadar beş sene müddetle hizmetlerinde bulundum.” şeklindeki ifâdelerinden Şeyh Tâhâ el-Harirî hazretlerinin iyi bir tahsil görmüş, itibarlı ve saygın bir kişiliğe sahip olduğu anlaşılmaktadır.

İlk tahsilini Erbil’de yapıp hıfzını ikmâl etti ve Bağdat medreselerinde icazet aldı. Dînî ilimleri devrin ulemâsından okuduktan sonra Hâlid-i Bağdadî (k.s.)’un Erbil’de bulunan Halîfesi Hidâyetulah Erbilî’ nin hizmet ve himayesine girdi. Ayrıca Osman Sirâcüddin et-Tavilî ile görüştü. et-Tavîlî, kendisi hakkında ” O, bizden büyüktür.” diye övgüde bulundu.

Arapça, Farsça, Türkçe ve Kürdçe bilen el-Harirî, sohbetlerinde İmâm-ı Rabbanî’nin Mektûbât’ından okuyup şerhederdi. Ayrıca Tâhâ el-Hakkarî ile önce âlem-i manâ’da ardından kendisini ziyaret ederek görüşüp hilâfet aldı. Tâhâ el-Harirî hazretlerinin keşf ehli olan ve olmayan kimseler hakkındaki şöyle der; “Keşf ehli olan sâlik ile keşfi olmayan sâlikin hâli, gözü gören ile gözü görmeyenin Hicaz yolculuğuna benzer. Her ikisi de yol boyunca dâima gayelerine yaklaşmaktadır. Fakat gözü görmeyenin sevabı daha çoktur. Seyr ü sülükte de keşfi olmayan sâlik, görünmüyorsa da terakki hâlinde olduğundan keşfi olandan iyidir.”

Tâhâ el-Harirî’nin vefatına yakın halîfesi Muhammed Es’ad Erbilî, kendi yerine oğlunun postnişin olması istirhamında bulunması üzerine onun: “Oğlum ben varken vardır. Benden sonra yoktur. Büyük babanız Hidâyetullah Efendi’nin bende çok hakkı vardır. O hakkı ödemek için bu emâneti ben size bırakıyorum.” dedi. Vefalından altı ay sonra oğlu da vefat etti ve Tâhâ el-Harirî hazretlerinin yerine Muhammed Es’ad Erbilî (k.s.) postnişin oldu.

Tâhâ el-Harirî (k.s.), Musul ve Erbil bölgesinde yaklaşık kırk yıl süreyle halkı irşâd’la meşgul olmuş ve 1292/1875 yılında vefat etmiştir. Kabri Harir’de bulunmaktadır.

(Abdurrahman Memiş, Halid-i Bağdâdî ve Anadolu’da Hâlidîlik, 147.s.)
Taha Harîrî Sûrsûrî Silsilesi

32. Şeyhu'l Meşâyîh Muhammed Es'ad Erbilî (k.s.)

32. Şeyhu'l Meşâyîh Muhammed Es'ad Erbilî (k.s.)

DOĞUMU VE TAHSİLİ

Eylemez Mecnun gibi Leylayı hülya gönlümüz

Ol Zeliha-yı zamana düştü şeyda gönlümüz

Muhammed Esad Erbilî hazretleri, Sultan Abdülmecid Han’ın saltanatında, 1264/(1848) senesinde Kerkük sancağı mülhakatından Erbil kasabasında dünyayı teşrif buyurmuşlardır. Baba ve annesi tarafından seyyiddir. Babası Erbil’de bulunan “Halidi Tekkesi” şeyhi Muhammed Said Efendidir. Zaten dedesi Hidayetullah Efendi ise; Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin yaptırdığı bu tekkeye tayin ettigi halifesidir. Esad Efendi hazretlerinin Şeyh Abdurrahmân Efendi nâmında birâderi vardır.

Şeyh Muhammed Esad efendinin çocukluk demleri, doğduğu yer olan Erbil’de geçmiştir. Hüseyin Vassaf Efendi Sefine-i Eviliya adlı eserinde Esad Efendi’nin tahsilinden şöyle bahseder: “Muhammed Es’ad Efendi hazretleri, zamanının usûlüne göre ilim tahsil etti. Kendileri, gayet zekî, hızlı kavrayışlı ve ilahî aşk yoluna girmiş bir zât olduklarından, Allah vergisi kâbiliyetlerinin de tesiriyle, az vakitte ilmî ve irfanî keşifleri günden güne arttı. Arapça ve Farsçanın edebî inceliklerine tam manasıyla vâkıf olan Erbilî hazreteri, tefsir ve hadiste de yed-i tuluya yani tam bir vukûfiyete sahib idi.

Erbil’deki Hâlidiyye Dergâhı postnişîni olan babası Muhammed Saîd Efendi’nin terbiyesinde yetişti. Ayrıca Erbil ve Deyr’deki çeşitli âlimlerden de ilim tahsil etti. Medrese tahsilini doğduğu bölgede tamamlayan Esad Efendi yirmi üç yaşında Hâlidî şeyhi Tâhâ el-Harîrî’ye intisap etti. Beş yıl sonra sülûkünü (tasavvufî yolculuğunu) tamamlayarak 1875’te hilâfet aldı.”

Esad Efendi, ilk tahsiliyle ilgili bilgileri kendi kaleminden şu şekilde verir: “Tahsilimin başlangıcı pederimin dergah ve medresesinde ve hususi muallimim Mehmet Efendiden olup, daha sonra yüksek İslami ilimleri ulema-yı benâmdan Davud Efendi merhûmdan  ikmal ettim. Bin iki yüz seksen yedi (1287/1870) tarihinde icazetim dahi o zât-ı muhteremdendir.”

Es’ad Efendi, bu icazetnamelerden bahisle, Kelâmi Dergâhı şeyhi iken kendisine gönderilen matbu evraka yazdığı kadarıyla “ilmî ve tarikî icazetnamelerim, Erbil’deki kütüphanemizdedir.” demektedir.

Ayrıca Esad Erbili hazretleri Kadiri yolundan da icazet almış ve kendisi bu durumu şöyle izah etmiştir:

“Müceddidi Elfi sani İmami Rabbani ve özellikle Mevlana Halid hazretlerinin, Tarikati Aliyye-i Kadiriyye’den de izinli ve icazetli bulunduklarını ve Menba-i Risaletten cereyan eden (Peygamber kaynağından gelen) o manevi hayatın suyundan içtikleri hatırıma geldikçe, Tarikat-i Aliyye-i Kadriyye’ye ve Hazreti Abdülkadir Geylani’ye karşi arttıkça artan aşk ve muhabbetimin bir mükafatı olmalıdır ki; Kadiri tarikatının zamanımızdaki mürşidi; Seyyid Abdülhamid Birifkani Hazretleri’nin icazetnamesiyle H:1303/M:1883 senesinde irşada mezun ve icazet almış oldum. O tarihten itibaren Allah’a hamdolsun; her iki tarikatin hizmetinde bulunmağa elimden geldiği kadar gayret etmeğe çalıştım.”

Esad Erbili hazretlerinin İrşad İcazetnamesi kendi lisanından şöyledir:

“Bu fakir, hakir, Gani Rabbı’nın lütfuna muhtaç Nakşibendiyye ve Kâdiriyye –kaddesellahü sâdâtehüm ve meşayihahüm es-seniyye- dervişlerinin hadimi, fena fillah ve bekabillah’a erişmiş, Hakk sevgisinde müstağrak olmuş, mürşid-i kamil Hidayetullah el-Erbili Efendi’nin halifesi ve oğlu, alim, amil, veliyy-i kamil, kendini tevhid gerçeğine adamış el-Hac Şeyh Muhammed Said Efendi’nin oğlu Muhammed Es’ad Efendi, -Allah Teala cümlesine gizli ve aşikar lütfü ile muamele buyursun- derki:

»Ben Kâdiriyye tarîkatından icazeti, ulema-i amilîn ve mürşidler bahçesinin nûru Veliyy-i Subhani, Mahbub-ı Rahmani Hazret-i Şeyh Abdülhamid el-Berefkani ( k.s.) dan aldım. O da Evhad-i meşayih-i arifîn ve evliyâ-i rasihin, yakîn ve marifet deryalarının dalgıcı, tevhid erbabınca bil-ittifak zamanının kutbu Hz. Şeyh Nureddin- Allah Onun feyzini ve bereketini bize ve bütün din kardeşlerimize ihsan buyursun- den aldı. Nakşbendiyye Tarikatı’nda ise bana, zamanında irşad erbabının en büyüğü, hidayet ehli kulları feyzlendiren, has zatların ileri geleni, asrında tek ve eşsiz olan, sırrı bütün ihvana sirayet eden, irşadının hayat suyu mensublarına akan Şeyh Tâhâ’dır. Kendisinin vatanı Harir idi. Her şeye kadir olan Allah onun lütfuyla memleketini mamur kılsın. Ona da icazeti veren Seyyidina ve mevlana Seyyid Tâhâ el-Hakkârî (k.s) idi. O öyle bir mürşid idi ki, onun şeyhliği ve tasavvufi şahsiyeti ile övünülür. Onun varidat pınarlarından feyizler fışkırır, kendisinden hakikat akar. Bu zatların her ikisi de yani; Seyyid Nureddin ve Seyyid Tâhâ, icazet silsilelerini bu akdin elçisi, bu şerefli yolun kurucusu Peygamberlerin medar-ı iftiharı, nebilerin sonuncusu, efendimiz senedimiz, sığınağımız, göz bebeğimiz, güç kaynağımız, alemin yaratılış ve nizam intizamının müsebbibi, sıdk ve safâ kaynağı Hz. Muhammed Mustafa (s.)’dan almıştır. Canlarımız onun yoluna feda olsun. Resûlullah’a (s.a) bu icazeti veren Cibril-i Emin’dir. Cebrail (a.s) de emrini âlemlerin rabbi olan Yüce Allah’tan almıştır.”

HACCA GİDİŞİ ve İSTANBUL’U TEŞRİFİ

Esad’ın ümid tarlası ihlas asumanından rahmet yağmuru yağar,

diye daima beklemektedir.

Muhammed Esad Erbili hazretleri 1875 senesinde Hacca gittiler. Onun hac ve sonraki hayatı şöyle anlatılır: “Kafileler halinde hac etmenin hüküm sürdüğü sıralarda bir hayli ahibba ve müridanıyla birlikte hacca gittiklerinde birgün Medine-i Tahire’de, âlem-i mânâda Hz Peygamber (s.a.v.) ile buluşmuş. Kendisine şöyle bir hitab-ı Rasûl vaki olmuştu:

– Evladım Es’ad! Sen artık İstanbul’a gideceksin. İstanbul’da hizmet edeceksin.

Bu arada, böyle bir vazifenin sebeb-i hikmetlerinden de bazı sırlar açıklanmıştır. Sabah olduğunda, Es’ad Efendi bu durumu ileri gelen ahibba ve dostları ile görüşüp istişare ettikten sonra kendisinin de İstanbul’a dönecek hac kervanına katılmaya karar vermiştir. Bu arada Erbil’de dergâhın umurunu da, ehil olan zevat’a havale etmiştir. Es’ad Efendi İstanbul’u hiç görmemiş, hiç kimseyi tanımamıştır. Müridandan bir zat, Es’ad Efendi’ye İstanbul’da bir arkadaşım var, emir buyurursanız ona mektup göndereyim. Çok iyi bir insandır. Herhalde size bir hizmeti dokunur der. Ve bir mektup gönderir. Es’ad Efendi hac görevini tamamlayıp İstanbul’a geldiğinde, o müridin arkadaşı –mesleği kasap olan- zat hacılarını bekleyen zevatla birlikte İstanbul’a gelecek hac vapurunu bekler. Nihayet vapur geldiğinde, herkes hacıları ile buluşurken, bu zat da “Hoca Es’ad Efendi, Hoca Es’ad Efendi” diye elinde mektup bağırarak tanımadığı Es’ad Efendiyi bulur ve elinden çantasını alarak evine misafir eder. Es’ad Efendi evinde gereken hizmeti yapan bu kasaba ‘evladım misafirlik sünnet olduğu veçhi üzere, üç gündür. Ondan sonrası zaittir. Bize bir yer teminine bakalım der.’ Bunun üzerine kasap olan zat zamanın Şeyhülislâmlığına müracaat ederek boş bir yer (kadro) sorar, fakat hiçbir boş Nakşi tekkesi bulunamaz. Bu arada medreseye başvurur ve müdürle konuşur. Müdür kendisine talebelerle kalıp onlara hizmet etmek üzere bir oda gösterir.

Es’ad Efendi, kaynaklara göre bu dergâhta talebelerle birlikte kalmış, ancak ilmî hüviyetini gizlemiş ve talebelerin uzun zaman bütün hizmetlerini yerine getirmiştir. Zamanla ilmî hüviyeti ortaya çıkınca müdür, kendisinden özür dilemiş ve ona tek kişilik bir oda vermiştir. Bu odada, daha da sıkıntılı günler geçirmiştir. Önceleri talebelerle birlikte yiyip içen Es’ad Efendi, talebelerden de ayrılmasıyla, günlerce aç kaldığı olmuştur. Halini hiç kimseye açmadığı gibi, hiç kimse de uzun zaman gelip halini sormamıştır. Bazen tek başına kaldığı odadan çıkar, bir müddet duvar dibinde oturur. Tekrar içeri odasına çekilirlermiş. Bu hal böyle devam edip giderken, medrese tarafına pencereleri olan bir köşkte, bir kız Es’ad Efendi’nin haline bakar. Bu kız, tedavi için İsviçre’ye dahi gitmesine rağmen iyileşmesi mümkün olmayan Behice Hanım’dır. Bu hanımefendi Asım Paşa’nın kız kardeşidir. Pencereden medreseyi seyrederken, Es’ad Efendi’nin hali dikkatini çeker ve bir nezirde bulunur. “Ya Rab, günlerdir merakla seyrettiğim şu soluk benizli kişi, senin sevdiğin bir kişi olsa gerek. Eğer bu kişinin yüzü suyu hürmetine derdimden beni kurtarırsan bu kişiyi yeni elbiselerle donatmak ve ona ziyafet çekmek, üzerime borç olsun der’ ve hastalık şifa bulur.

Es’ad Efendi’nin Asım Paşa ile tanışması burada olmuştur. Asım Paşanın kız kardeşinin bir hastalığının Es’ad Efendinin vesilesiyle şifa bulması sonucu Asım Paşa Es’ad Erbilî’yi evine davet eder. Şeyh Efendinin Asım Paşa’ya teveccüh buyurması ile Asım Paşa ve kız kardeşi Behice Hanım, Es’ad Efendi’ye İntisab ederler.

Ilk zamanlar Salkımsöğüt’te bulunan Beşirağa Dergahında misafir olarak kaldılar. Burada kendisinin sohbetinden çok memnun oldular, gelip gitmeye başladılar. Ama Beşirağa Dergahının şeyhi bu durumu kıskandı ve Esad Erbili hazretlerini rahatsız etmeye başladı. Sonra Bâyezîd Parmakkapı’da Makasçılar içindeki câminin müezzin odasına yerleşti. Burada kendisini ziyaret edenler arttı ve bundan dolayı kendisi Fatih Camiinde Hafız’ın Divan’ını okutmaya başladı. Yine Molla Cami’nin Lüccetü’l Esrar’ını okutmak için her Salı meclis oluşturmuştur.

O günlerde Beyazıd dersiamlarından meşhur âlim Yekta Efendi istiğrak haline tutulmuş idi ve Esad Erbili hazretleri onu bu halden çekip alınca şöhreti daha da arttı. Yekta Efendi dahi ona ram olmuşdu. İlimde ve hikmetteki kıymeti anlaşılan Esad Efendi hazretlerini, Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın damadı Dervişpaşazade Halil Paşa, saraya davet etmiş ve kendisinden bir sene devamlı olarak Arabî ve dinî ilimleri tedris etmiştir.

ESAD EFENDİ HAZRETLERİ MECLİS-İ MEŞAYIH REİSİ OLUR

Şeyh Esad Erbili hazretlerinin kadrü kıymetini takdir eden Sultan Abdülhamid Han kendisini Meclis-i Meşayıh azalığına   (tekke ve dergâhların idâresiyle vazîfeli meclis  üyeliğine) getirilmiştir. Daha sonra da başkanlığına tayin edildi. Meclis-i Meşâyih reisliği zamânında tekkelerin ıslâh edilmesi için bâzı çalışmalar yaptı.

Hazret, meclis günleri meclise, ders günleri ise Fatih Camiine ve saraya giderdi. Bu arada evini Bâyezîd Câmii İmâretinin kapısı üstündeki odalardan, meydana bakan bir odaya taşıdı.

Kâdiriyye yolundan icâzetli olmadığı için Kâdiriyye yolu mensuplarından Abdülhamîd er-Rifkânî’den Kâdiriyye icâzeti aldı. Fındıkzâde Mâcuncu civârındaki boş bulunan Kelâmî Dergâhı postnişinliğine tâyin edildi. Bu dergâhta bulunduğu sırada insanlara vaaz ve nasihatlerde bulundu.  (1883)

Bu dergâhta Cuma günleri ikindiden evvel zikir meclisi kurardı ve talebelere de ders verir, vaaz u nasihate devam ederdi. Esad Erbili hazretleri Kelami dergahı Kadiri tekkesi olduğu için hem Kadiri evradı okurdu ve sonra hatm-i hacegan yapardı.

Daha evvelden tasavvufu dahi tenkid eden bazı zahiri ulema Esad Erbili hazretlerinin sohbetlerinden sonra feyzin ziyadeliğinden olsa gerek huş-i cuşa gelerek raks ve sema eyleyeme kalktılar. Nakşi yolunun esası sohbet olduğundan Esad Erbili hazretleri uzun uzun sohbet ederdi ve tenkitçi ilim erbabına dahi ‘demek ki bu iş bizim bildiğimiz gibi değilmiş’ dedirtirdi.

ESAD EFENDİ HAZRETLERİNİN ERBİL’E GÖNDERİLİŞİ

Etttiğim günden beri azm-i diyar-i iftirak

Dide-i hûn yârım olmuş çeşme-zâr-ı iftirak

Esad Efendi hazretlerinin Erbil’e gönderilmesi her ne kadar sürgün gibi gözükse de, olayın perde arkası bambaşkadır. Evvela sürgün olabileceğini iddia edenler neler demişler ona bakmak icap eder.

Tarihçi İbnülemîn’e göre, o sırada “bazı ehâdis-i şerîfe ile tercemelerini havi olarak tertip ve neşreylediği ‘Kenzü’l-İrfân’ isimli eserinin muzır olduğuna dair verilen jurnal üzerine, memleketi Erbil’e sıla-i rahim adı altında bir mazeret ile gönderilmiştir.”

Halbuki hazret bu eseri II. Abdülhamid Han hazretleri sayesinde yazdığını mukaddimede şöyle belirtir: “Semâ-i saltanatın hurşîd-i rahşânı sultân-ı selâtîn-i cihân veliyy-i nimet-i bî-imtinân es-Sultânu’l-Gâzî ‘Abdülhamîd’ hân-i sânî –eyyedehullahu Teâlâ, Efendimiz hazretlerinin sâye-i maârif ser-mâye-i hilâfet penâhîlerinde ikmâl ve itmâmına muvaffak oldum.”

Necip Fazıl’a göre, Esad Efendi hazretlerinin Abdülhamid Han tarafından sürgüne gönderilme sebebi meçhuldür: “Bu noktayı tam tespit edebilmek mümkün olamamıştır.”

Sultan Abdülhamid cennetmekan, durumdan haherdar olduğu ve Şeyh Hazretlerini yakinen bildiği icin şikayetleri duymamakta ise de, şikayetler had safhaya varınca; Şeyh Esad Efendi Hazretlerine durumu bildirerek, ortalığın yatışması için; sıla-i rahim yapmak üzere Erbil’e gitmesini ricası üzerine Şeyh Esad Efendi Hazretleri dergaha yerine vekil olarak, halifesi Hoca Yekta efendiyi bırakarak İstanbul’dan ayrılıp Erbil kasabasına gitmiştir. On sene kadar orada kalarak, orada da irşad vazifesini sürdürmüştür.

Şimdi ise olayın perde arkasındaki yatan gerçeği idrak etmeye çalışalım. Bütün tarih kitapları, Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın Panislamizm denilen Müslümanları bir araya toplama ideali ve gayretini lehte ve aleyhte dile getirirler. Bu çabasının bir parçasının da tarikatlar ve şeyhler olduğu mukayyettir.

“Tarikat şeyhlerini Anadolu ve Suriye başta olmak üzere, Güney Afrika ve Japonya gibi uzak ülkelere gönderdi. Halifelik sıfatını ön plana çıkararak Müslümanlar arasında birliği sağladı ve bunun yanında başta İngilizlerin ve Emperyalistlerin oyununu bozmaya çalıştı. Bunda da muvaffak oldu. Halifelik sıfatını ise padişahlar arasında en fazla ön plana çıkaran yine II. Abdülhamid oldu. O, çeşitli isimler altında yurtdışına gönderdiği tarikat şeyhleri ve ilim adamlarıyla sadece birliği sağlamayı amaçlamıyor beraberinde yeni bir İslam’ı tebliğ çalışmasına giriyordu. Bunun neticesinde II. Abdülhamid’in Çin’deki tesiri o kadar büyük oldu ki, Pekin’de onun adına bir İslam Üniversitesi açıldı ve kapısında Türk bayrağı dalgalandı. Şam’dan Medine’ye kadar uzanan Hicaz demiryolunu inşa ettirdi. Gönderdiği kişilerin başlattığı propagandalarla, Osmanlı sınırları içerisindeki tüm milletlere ortak düşmanın Batı Emperyalizmi olduğunu ve buna karşı mücadele edilmesi gerektiği mesajını iletti.

Yine II. Abdülhamid dönemi, bir diğer yönüyle başta İngiliz ajanları olmak üzere emperyalist güçlerin, birçok ajanının Osmanlı Devleti’ni yıkma faaliyeti için en fazla mesai sarfettiği dönemdir. Ajanların faaliyette olduğu bu dönemde Abdülhamid şeyhlerle arasındaki yazışmalarını gizli tutmuştur. Bu yazışmalarda üçüncü bir kişinin olmamasına dikkat etmiştir. Bu gizlilik sebebiyle olsa gerek ki, gönderilenler sürgün, sıla-i rahm isimleri altında gönderilmiştir.”

Sayın Göktaş bu haklı sözlerine de şöyle bir kuvvetli delil daha getirmektedir:

“Anadolu gerçeğini, köylüsünü ele alan ilk romancımız olarak bilinen “Küçük Paşa” romanının yazarı aynı zamanda valilikler ve Dâhiliye Nazırlığı yapmış bir devlet adamıdır. II. Abdülhamid tarafından, Dedeağaç’ta mutasarrıf iken Musul vilâyetine bâlâ rütbesiyle vali olarak gönderilen Ebubekir Hâzim Tepeyran’ın Esad Efendi hakkındaki verdiği şu bilgiler önemlidir:

Aşağıda okuyacağınız olay da o, Musul’da vali iken yaşanmış bir olaydır, 1900 yılında Abdülhamid tarafından memleketi Erbil’de ikâmete memur edilen Şeyh Esad Erbilî ile ilgili, o sırada vali olan Ebubekir Hazım Tepeyran şunları söyler: “İstanbul’da bulunan tarikat şeyhlerinden Esad Efendi nâmında bir zat, mürit ve müntesiplerinin dikkati çekecek derecede çoğalmasından ve belki de bilinmeyen başka sebeplerden dolayı Musul’a uzaklaştırılmıştı. O zaman ben Musul’da idim. Esad Efendi İstanbul’da maliye memurlarından olan akrabamdan Emin Bey’in pek ziyade iltizam ile yazılmış bir tavsiye mektubunu getirmişti.

Bir valinin sürgün için “bilinmeyen bir sebeple” ifadesi ve Esad Efendi’nin valiye mektup götürmesi bizce anlamlıdır.

Yine Kelâmî Dergâhında uzun yıllar kalmış bulunan Kastamonulu Hasib Efendi isimli zatın konuyla alakâlı anlattıkları şöyledir: “Ben Kelâmî Dergâhında Esad Efendi’nin hizmetinde bulundum. Danimarkalı psikolog Carl Vett geldiğinde de ben dergâhta idim. Esad Efendi, Erbil’e belli bir misyon üzere gönderilmiş idi. Bundan pek fazla kimsenin haberi yoktu. Ve orada kendisi ingilizlerin Osmanlı Devletini bölme oyununa karşı Türk Muhibleri Cemiyet’i kurarak mücadele vermiştir. Dolayısıyla Abdülhamid’in, Esad Efendi’yi Erbil’e göndermesinin nedeni İngilizlerin oyununu bozma düşüncesiydi.”

Esad Efendi, Erbil’de kaldığı 10 yıllık süre içersinde irşad faaliyetlerini sürdürmüş, buradaki Türkleri İngiliz idaresine iltifat etmemeleri hususunda organize etmiştir. Bu arada oğlu Muhammed Efendi’yi, Türk Muhibban Cemiyetini kurmak ve Türkleri, Cemiyet-i Akvama (Birleşmiş Milletlere) müracaata teşvikle görevlendirmiştir. İngilizlerin Musul’u işgaliyle (1918) Türkler lehine yaptığı çalışmalardan dolayı Muhammed Efendi İngilizler tarafından Basra’ya sürgün edilmiştir. Esad Efendi, Erbil’de kaldığı on yıl süresince İngilizlerin misyonerlik faaliyetlerine karşı çalışmalarda bulunmuştur.”

Erbil`de saliha bir hanım tarafından kendisi için teberrüken inşaa ettirilen tekkede Meşrutiyet’in ilanına kadar irşad hizmetiyle meşgul oldu. Mektûbat adlı eserindeki mektuplarının ekserisini bu esnada Erbil`den muhîb ve mürîdanıyla haberleşmesi teşkil eder. Böylece bedenen İstanbul’dan, müridlerinden, sevenlerinden ayrı da olsa, mektuplaşmak suretiyle gönülleri ihya etmiş, tarikatının canlılığını ve müridlerinin bağlılığını sürdürmesini bilmiştir.

Şeyh Muhammed Esad Efendi Hazretleri Erbil’de iken, dergahta iki ihvan, Hoca Yekta efendiye hasetlerinden sihir yapmışlar ve Hoca Yekta efendi sihrin tesiriyle hastalanmış. Yine dergahta sihir bozmasını bilen bir ihvan, sihir yapanların sihirlerini bozarak, Hoca Yekta Efendiyi kurtarmış ve sıhhatine kavuşmuştur.

Yıllar sonra Esad Efendi Hazretleri İstanbul’a dönünce bu sihir hadisesinden haberdar edilince, Hazret:

– Onlar bir daha dergaha gelemezler, buyurmuş ve hakikaten de o iki kişi, bir daha dergaha gelememişler, manevi alemden mahrum olmuşlardır.

İSTANBUL’A DÖNÜŞ

Tecella-yı cemalinden habibim nev-bahar ateş

Gül ateş bülbül ateş sünbül ateş hâk ü hâr ateş

Esad Efendi Meşrutiyet’in ilanını müteakip kendisine Sultan II. Abdülhamid Han tarafından yapılan davete binaen, 6 Aralık 1908 tarihinde yeniden Dersaâdet’i teşrif buyurdular.

Padişah Sultan Reşad da kendisine büyük teveccüh göstermiştir. Sultan Reşad Osmanlı topraklarındaki mevcut bütün tarikat şeyhlerini toplayan bir heyet kurmuş ve Esad Efendi bu heyete “Reis-ül Meşayıh: Şeyhler Heyetinin Reisi” seçilmiştir.

Sultan Reşad, Şeyh Esad Efendi’ye her türlü alakayı göstermekte devam etmiş ve ona, Üsküdar’da, Karacaahmed Çiçekçi durağındaki mescid ve zaviyeyi bağışlamıştır.”

Hatta Sultan Reşad’ın Esad Efendi’yi dergâhta arada ziyarete gelmeleri ve kendisine bizzat intisabları vâkidir. Bir gün Sultan Reşad resmî ziyaret sırasında, dergâhın gereken masraflarının gayet ağır olduğuna şahit olur ve Esad Efendi’ye nezaketle sorar:

– Üstadım îradınız nedir? Bu kadar masrafa göre gelirinizi nerelerden temin ediyorsunuz?

O da:

-Îradımız masrafımızdır, karşılığını verir. Yani giderimiz kadar gelirimiz olur.

Kelamî Dergâhını zemin kat üzerine genişleterek yeniden inşa ettirdi. Çünkü dergâh müntesib ve misafirleri almadığından bu genişletme zarureti hâsıl oldu. Üsküdar, Çiçekçi’deki Selimiye Dergâhı şeyhliği münhal olunca buraya da vekil olarak oğlu Mehmet Ali Efendi`yi tayin ederek kendisi de ara sıra gelip irşad hizmetini oğluyla müştereken devam ettirmiştir. Bu vazifeyi de tekkelerin kapatılmasına kadar sürdürmüştür.

İstanbul’a döndükten sonra Esad Efendi, daha önce gerçekleştirilemeyen bir faaliyet alanına yönelmiştir. Bunları iki başlık altında toplamamız mümkündür:

  1. Dervişlerin haklarını korumak ve vazifelerini gerçekleştirmek için tekke dışında bir kurum kurmak.

2.Tasavvuf kültürünün topluma aktarılmasında geleneksel yollara ilave olarak yeni bir “yol bulmak”.

Daha sonra Esad Efendi tekke dışında bir kurum olan “Cemiyet-i Sufiyye”yi kurmuş ve tasavvuf kültürünün topluma aktarılmasında yeni bir yol olarak “Tasavvuf ” mecmuasını yayına başlatmıştır. Cemiyet-i Sufiye’nin kuruluş çalışmaları Kelâmî dergâhında yürütülmüştür. Daha sonra, zamanın şeyhülislâmı Musa Kazım Efendi cemiyetin reisi, Esad Efendi de ikinci reisi olur.

Zaten Esad Erbili hazretleri bir Nakşî şeyhi olması hasebiyle, tarikatı Şeriat çerçevesinde izah eder ve ilim ile ulemaya önem verirdi:

“Âlim, iman ve İslam’ın ahkamına hulus-i kalple inanan, bütün olgunluğuyla bunları tatbik eden, bilvesile bütün insanlara bu kutlu yolu öğretmeye çalışan, ahlak ve adetleriyle çevresine İslam’ı temsil eden nadide insan demektir. İslam’ın âlime verdiği manevi kadrü kıymet; hiç bir sistem ve milletin muhayyile’sinde mevcud değildir. Üstelik Dini Mübin, âlim için sevap şartı da koymuş; kimin hayrına vesile olursa, onun kendisi de işlemiş gibi sevaplandırmıştır.”

Cemiyetin kuruluşunu, Tasavvuf Dergisi şu şekilde haber yapmıştır: “Şeyhulislâm Musa Kâzım Efendi Hazretlerinin riyaset-i fahriyesi ve Kelami Dergâh-ı Şerifi şecdenişin-i irşâdı Şeyh Muhammed Es’ad Efendi Hazretlerinin riyaset-i saniyesiyle bi-mennihi Teâlâ teşekkül eden Cemiyet-i Sufiyye’nin iftitahı, geçen perşembe günü Topkapı Tramvay caddesinde kaim cemiyetin daire-i fahiresinde turuk-ı aliyye meşâyih-i kiramından pek çok zevat-ı zevil ihtiram hazır bulundukları halde ifa edilmiş ve mevlid-i mukaddes-i risaletpenahi menkabe-i mübarekesinin fuyuzat-ı ruhaniyesiyle mülk ü milletin deavât-ı hayriyyesi tertil ve tilâvet olunmuştur.”

Esad Efendi cemiyetin kuruluşunda ve devamında tasavvufla alakalı, konferans-seminer tipinde konuşmalar yapmıştır. Cemiyetteki ilk ders de Esad Efendi tarafından verilmiştir.

Esad Efendi hazretleri, bu çalışmalarının yanında Meclis-i Meşayıh reisliği yapmıştır.  Meclis-i Meşâyıh tekkelerin işleriyle meşgul olmak üzere meşihat dairesinde kurulmuş bir teşekküldür.

Bu teşekkül, tekkelerin tarikat usullerine göre idarelerini temin ve tekke şeyhliklerine faziletli ve münevver adamları seçip tayin etmek vazifesiyle mükellef olup, eskiden beri mevcuttur. 5 Mart 1334 (1918) tarihli kanunun ikinci maddesiyle bir reis ve yedi azadan oluşmak üzere daha geniş mikyasta yeniden kurulmuştur.

Cumhuriyet dönemine kadar hayatiyetini devam ettirmiş olan bu müessese, önceleri Meşihat Makamının bir dairesi şeklinde Şeyhülislâmlık müessesesine bağlı olarak kurulmuştur.

Esad Efendi, II. Abdülhamid zamanında, Ahmet Muhyiddin Efendi’nin reis olduğu dönemde Meclis-i Meşâyıh azâsı olmuştur. Erbil’e gidip geldikten sonra tekrar 1332/1914 de Meclis-i Meşâyıh üyeliğine getirilir. Yine, aynı yıl Elif Efendi’nin istifası üzerine Meclis-i Meşâyıh Reisliği’ne getirilir. Reislik maaşı bin kuruş olarak belirlenmiştir.

Reisliğe tayin tarihi: 22 Cumâdelâhıre1332/5 Mayıs 1330. Esad Efendi’nin görevlendirilmesiyle ilgili yazı şu şekildedir:

Meclis-i Meşâyıh hey’et-i hâzırâsının tebdiliyle, riyasetine Kelâmî Dergâhı şerifi şeyhi Erbilli Şeyh Esad ve azâlıklarına Yenikapu Mevlevihanesi şeyhi Abdülbaki ve Hazret-i Hüdayî Dergâhı şeyhi Gülşen Efendiler tayin olunmuştur. Bu irade-i seniyyenin icrâsına makam-ı meşihat memurdur.

22 Cemaziye’l-âhir sene 1332/1913

Mehmet Reşad-Şeyhülislâm Hayri

(Ceride-i İlmiyye, sayı. 1, sayfa.1332/1913)

Meclis-i Meşâyıh Reisliği yaparken Esad Efendi, tekkelerin ıslahı ve şeyhliklerine ehliyetli kimselerin tayini ile şeyh evladının en iyi şekilde yetiştirilmelerini temin istikâmetinde çalışmalar yapar. Padişah Sultan Reşâd’ın sevgisini kazanan Esad Efendi, aynı yıl içinde “Surre Emîni” olarak hacca gönderilir. 1331/1915 yılında Meclis-i Meşâyıh reisliğinden istifa eder.

Surre Alayı uğurlanırken, Esad Efendi yanında törene katılanlarla birlikte bir İtalyan ressamı tarafından resmedilmiştir. Bu resim şu an İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nın girişinde bulunmaktadır. İtalyan ressamlarda, ressamın kendisini resme katması âdet oluğu için resimde İtalyan ressam da bir kenarda görünmektedir.

Esad Efendi hazretleri, Milli Mücadele yıllarında bu mücadeleyi desteklemiştir. Hatta Fevzi Paşa, hayır duasını almak ve elini öpmek için Esad Efendi’yi ziyarete gelmiştir.

Esad Efendi, Fevzi Çakmak Paşa’nın Anadolu’ya geçmek üzere bulunduğunu öğrenince, ona ve Milli Mücadele’ye şöyle dua ediyor:

– İnşallah muvaffak olursunuz, Allah sizinledir evladım.

Fevzi Paşa ile alakalı da bir keramet anlatılır; hareket esnasında bir kış gecesi, cephe kumandanı olması hasebiyle, maiyyetine birkaç kumandan daha alarak cepheyi tetkike çıkıyor. Bu arada öyle bir hâl oluyor ki, yolu kaybediyorlar. “Acaba düşmanın içine mi girdik, neredeyiz?” diye şaşırıyorlar.

Gece yarısını geçmiş, sabah yaklaşırken bir çeşmeye tesadüf ediyorlar. Hemen hatırına geliyor; Esad Efendi Hazretleri bana; “Sıkıştığın zaman yardım iste.” demişti, işte şimdi tam zamanıdır,  diyerek atından iniyor. Abdest alıp iki rekât namaz kılıyor ve tekrar atına biniyor. Biraz sonra bakıyorlar ki, karşıda bir çoban ve koyunları var. Çobana yaklaşıyorlar. “Bize yol gösterir misin” diyorlar. “Göstereyim” diyor ve önlerine düşüyor. Çoban önde onlar arkada uzun bir müddet yürüyorlar. Nihayet bir yola çıkarıyor onları ve: “Böyle gidersiniz” diye yolu tarif ediyor. Güneş de ilk ışıltısını vermiş. “Böyle gidersiniz” deyince yüzünde bir aydınlık beliriyor. Bir de bakıyor ki, Şeyh Es’ad Efendi Hazretleri…

AİLESİ

Muhammed Esad Erbilî hazretleri, evli ve dört çocuk babasıdır. Oğulları Mehmet Ali Efendi, uzun yıllar Selimiye Dergâhı şeyhliği yapmış ve Menemen hadisesiyle ilişkilendirip yargılanarak idam edilmiştir. Diğer oğlu Muhammed Efendi ise, Erbil’de ikamet etmiş, İngilizlerin Musul’u işgali sırasında İngiliz idaresine iltifat etmeyip, aksine Türkiye lehine çalışıp, Türkleri Cemiyet-i Akvam (Birleşmiş Milletler)’e müracaat için teşvik etmiştir. Esad Erbilî’nin iki kızı olmuştur. Esma hanım ismindeki kızı genç yaşta vefat etmiştir. Diğer kızı ise Saadet hanımdır. Torununun birinin ismi Tâhâ’dır. Esad Efendinin torunlarından biri de Mehmet Ali Efendinin iki oğlundan biri Mesut Efendidir. Esad Efendi’nin, Erbil’de ikamet etmiş olan Şeyh Abdurrahman Efendi ve Nakşibendiyye ve Kadiriyyeden, icazetli aynı zamanda kendisinin halifelerinden olan Şeyh Abdussamed isminde biraderi vardır. Yahya Efendi namında bir de yeğeninin olduğunu kayıtlardan tespit edebildik.

ŞEMAİL

Şeyh Muhammed Esad Erbilî (Kaddesallahü Sırrahül Aziz); Uzuna yakın orta boylu, buğday tenli, beyaz sakallı, nûrânî sîmalı bir zât olup güzel yüzlü ve vücutça heybetli idi. Güzel yüzünü görenler hayran kalır, âşık olurlardı. Çok kuvvetli bir hafızaya sahipti. Seneler evvel görüştüğü bir kişiyi hemen tanır, konuştukları mevzuyu hatırlardı.

Ahlaken gayet halim-selim, mütevâzi, yumuşak huylu ve melek sıfatlı idi. Herkese karşı daima şefkatle ve tebessümle yaklaşırlar; kendi hallerinde iken de dâima hüzün ve düşünceli olurlardı.

Vakur, îtidâl ve temkin ehli olan Es’ad Erbilî Hazretleri; takva, haya ve edeb sahibi idi. Giyimleri de oldukça temiz, sade ve düzgün idi. A z yer, az içerler ve az uyurlardı. Sözlerinde ve gözlerinde hikmet ve irfan nuru parlardı. Zâhir ve bâtın ilimlerle donanmış, âlim ve kâmil bir zât idi.  Ana lisânı Türkçe olmakla beraber, ayrıca; Arapça, Farsça ve Kürtçe lisanlarına fevkalâde vâkıf idi. Aynı zamanda Allah ve Rasûlüne âşık idi; Divân-ı Esadiyye’si meşhurdur. Türkçeyi kullanmada maharetliydi. Hüseyin Vassaf beyin ifadesiyle:

“Selika-i kalemiyyesi ve tarzı ma’nâdaki tevcihi kendisini sahife-i edebiyatta sernâme-i mübâhat eyleyecek derecededir.”

Esad Efendi Hazretleri, kendisi tekkeden yetişmiş bir şâir olduğu için, dîvan edebiyatını benimsemiş ve aruzu büyük bir ustalıkla kullanmıştır.

O mübarek Sultan, bütün ömrünce Allah ve Rasûlüllah aşkıyla yanmış ve kavrulmuştur. Divanındaki beyitler bunu açıkça göstermektedir.

HALİFESİ VE OĞLU MEHMET ALİ EFENDİ

Benim evc-i sema-yı uzletin hurşid-i rahşanı

Benim iklim-i renc ü mihnetin sultan-ı zî-şanı

Mehmed Ali Efendi, 1291/1874 senesinde Erbil’de doğmuştur. Babası Kelâmî dergâhı postnişîni Esad Efendi, dedesi Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî’nin halifelerinden Şeyh Hidayetullah Efendi’dir. Erbil’de Halidî tekkesinde Mehmet Emin Efendi’den tahsil yapmış ve İstanbul’a hicret etmiştir. Tahsiline İstanbul’da İslâmbolî Hafız Şakir Efendi’den devam etmiştir. İcazetini de 1896’da yine bu zattan almıştır.

Babasına intisab etmiş ve Kelâmi Dergâhı’nda uzun yıllar hizmet etmiştir. Esad Efendi, Kelâmî Dergâhı’na ilaveten kendisine tevcih olunan Selimiye Dergâhı’na, oğlu Mehmed Ali Efendi’yi görevlendirmiştir.

Bir gün Mevlevî dergâhlarından birinin şeyhi bir yere izinli olarak gitmek istediklerinde, o hafta dersi Esad Efendi’nin idare etmesi için ricada bulunur. Esad Efendi’de Ali Efendi’yi gönderir. Ali Efendi’nin idare ettiği o günkü zikir meclisine katılanlar bugüne kadar böyle feyizli bir zikre katılmadıklarını itirafa mecbur kalmışlardır.

Süleymaniye Medresesinin  imtihanını vererek ruûsa nail olmuş ve bu medreseye girmiştir. Bu medresenin tefsir ve hadis bölümünden icazet aşmıştır. Tefsir ve hadise dâir bir eser vererek Ders Vekâleti’ne verilmiştir. Mehmed Ali Efendi, “Tedkikat ve Te’lifat-ı İslâmiyye Heyeti” ikinci reisliğini yapmıştır. 1903’te Musıla-i Sahn Müderrisi, 1907’de İzmir pâyesine nail olmuştur. 1328/1910 senesinde Surre-i Hümayun kadılığında bulunmuştur. Ve bu görev dolayısıyle aynı yıl Hicaz’a gitmiştir. 1334/1915 senesinde Haseki’deki Bayrampaşa, diğer isimleriyle Basamağ-ı Şerif ve Baba Efendi dergâhı postnişini olmuştur. 1917’de İbtida-i Hariç müderrisi olmuş ve 1918’de dersiâm olmuştur.

Bahaeddin Efendi adında bir oğlu olduğu bilinmektedir. 1931 senesinde Babası Esad Efendi’yle birlikte Menemen Olayıyla ilgisi olduğu gerekçesine binaen tutuklanarak idamla cezalandırılmıştır. Asılırken:

“Son sözün nedir?” suâline:

“Tevhid kelimesidir!” şeklinde karşılık vermiştir.

 

SOHBETLERİ

Muhammed Es’ad Efendi vâzlarından birinde şunları açıkladı:

“Bilindiği gibi Allahü teâlâ insanları dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa ulaştırmak için her asrın durumuna ve her devrin îcâbına göre peygamberler gönderdi. Bildirdiği ilâhî hükümlerine uyanları bu sâyede yükseltti. Âlemlere rahmet olarak seçtiği peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed aleyhisselâmı, getirdiği İslâm dîni ile en güzel ahlâkı ve en iyi vasıfları öğretmek gibi yüksek bir vazîfeyle vazîfelendirdi.

İnsanlığın mutluluğa kavuşmasının temeli ve arzu edilen hakîkî medeniyetin özü durumunda olan Kur’ân-ı kerîmin hükümlerine tâbi olmak, insanlığı kurtuluşa götürmüştür. Bu sâyede terakkî ve medeniyet yolunda ilerlemeler ortaya çıkmıştır.

Târih sayfalarına bakıldığı zaman, İslâm güneşi doğmadan önce Arapların çeşitli aşîret ve kabîlelere ayrılmış oldukları görülür. Bu aşîret ve kabîleler dedelerinden, atalarından kendilerine mîrâs gibi geçen buğz ve düşmanlık tesiriyle devamlı çapulculuk ederler ve kanlı muhârebelerinin ardı arkası kesilmezdi. Cahiliye devrinde onların bu bozuk durumlarını düzeltmeye yetecek bir ilâhî kânun da o gün için mevcut değildi. Kendi geleceklerini emniyete alabilecek düsturları da yoktu. Kötü ahlâk âdetâ değişmez huy hâlini almıştı. Mânevî fakirlikle ciğerlerine kadar dolu kimseler, insan sûretinde canavar hâlini almışlardı. Kâinâtın Efendisi ve yaratılmışların medâr-ı iftihârı olan Peygamber efendimizin getirdiği Kur’ân-ı kerîm ve ilâhî hükümler etrafında birleşip toplanan insanlar kısa bir zaman içinde yeryüzünün her tarafına adâlet ve insanlığı yaymaya, mârifet ve medeniyetin nurlarını neşretmeye başladılar. Tevhid inancıyla gönülleri nûrlanan bu insanlar tam bir izzet ve şerefle fazîletli idâreler kurmaya muvaffak oldular.

Şunu da ilâve edebiliriz ki, cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsânı sâdece ilk devirlerde yaşayan İslâm milletine mahsus değildir. Her devirde yüce İslâm dînine tâbi olan bütün milletler, cenâb-ı Hakk’ın inâyetine kavuşacaklardır.” Bir başka vâzında da şunları söyledi:

“Hesâba çekilmeden önce, nefislerinizi hesâba çekiniz.” hadîs-i şerîfine uyarak insanın herkesten önce kendi noksanlarını arayıp bulmaya ve onları düzeltip tâmir etmeye süratle sarılması, gerçek mârifet ve gerçek irfandır.”

Bir ara Erbil’e giderek bir kadın tarafından kendisi için inşâ ettirilen dergâhta insanlara İslâmiyetle ilgili bilgiler verdi. 1908 senesinde İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra tekrar İstanbul’a geldi. Kelâmî Dergâhı postnişînliğine getirildi. Kelâmî Dergâhını zemin kat üzerine genişleterek yeniden inşâ ettirdi. Bir müddet burada kaldıktan sonra Üsküdar’daki Selîmiye Dergâhı postnişînliği boşalınca Es’ad Efendiye verildi. Fakat Es’ad Efendi bu vazîfeye kendi yerine oğlu Mehmed Ali Efendiyi gönderdi. Kendisi de arasıra gidip geldi ve bu vazîfeyi oğluyla birlikte yürüttü.

Muhammed Es’ad Efendi bu vazîfesi esnâsında bir sohbetinde ihlâsla ilgili olarak şunları bildirdi: “Din kardeşlerime arz ve ifâde ederim ki, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem ihlâsla alâkalı olarak buyurdu ki: “İnsanlar helâk olmuşlardır, ilmiyle amel edenler müstesnâ. İlmiyle amel edenler de helâk olmuşlardır, ihlâs sahipleri müstesnâ. İhlâs sâhibi olanlar için de büyük bir tehlike vardır.” Yâni insanlar Allahü teâlâya karşı dünyâda vâki olan kusurları sebebiyle ilâhî adâletin gereği olarak ölümden sonra azâb görecekler ve lâyık oldukları cezâya çarptırılacaklardır. Ancak bu cezâdan müstesnâ olanlar, İslâmî hükümleri ve dînî emîrleri âlimlerden öğrenmiş olanlardır. Bunlar ilimleriyle amel etmedikleri müddetçe meselâ namazın şartlarını ve rükünlerini öğrenip namaz kılmadıkça âhiretteki azaptan kurtulamazlar. Nefislerini tezkiyeye tâbi tutmayanların, kibir, hased, riyâ ve cimrilik gibi kötü huylarından temizlenmeyenlerin amel ve ibâdetleri Allahü teâlânın kabûlüne lâyık olmayacağından, onlar da af ve Allahü teâlânın yardımı yetişmedikçe azaptan kurtulamayacaklardır. İlim, amel ve ihlâsı kendinde toplayan ümmetin ileri gelenleri ise azaptan kurtulmuş demektir. Bunlar için de bir endişe vardır. Nitekim Allahü teâlâ Ra’d sûresi 39. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allah dilediğini mahveder, dilediğini de isbât eder.” buyurmuştur.

Bedenî hastalıklardan kurtulmak için bir doktorun tedâvîsine ihtiyaç duyulduğu gibi, yukarıda beyân edilen kibir, hased gibi kalp hastalıklarının tedâvisi için de mânevî bir doktora şiddetle ihtiyaç bulunduğunu iyi bilmek lâzımdır.”

 

İRTİHALİ

Muhammed Es’ad Efendi 1914 senesinde Meclis-i meşâyıh âzâsı, daha sonra da Meclis-i meşâyıh reisi oldu. Meclis-i meşâyıh reisliği zamânında tekkelerin ıslâh edilmesi için bâzı çalışmalar yaptı. 1915 senesinde Meclis-i meşâyıh reisliğinden istifâ etti.

Kurtuluş Savaşından sonra tekkeler ve zâviyeler kapatılınca Erbil’deki emlâkını satarak İstanbul Erenköy’de bir köşk satın alıp dostları ile oturdu. Tekkelerin kapatılmasından sonra hiç sokağa çıkmamaya karar vererek Erenköy’deki köşkünde münzevî bir hayat yaşadı.

İzmir Menemen’de meydana gelen hâdiselerle ilgisi olduğu iddiâ edilerek evinden alınıp Menemen’e gönderildi. Bir müddet hücre hapsinde tutuldu. Daha sonra rahatsızlığı sebebiyle askerî hastaneye kaldırıldı. Fakat hastalığı gittikçe fazlalaştı. Nihayet 3-4 Mart 1931’de Menemen’de vefât etti ve orada defnedildi.

İstanbul, Anadolu, Yugoslavya ve Bulgaristan’da pekçok sevenleri bulunan Muhammed Es’ad Efendinin yolunu talebelerinden Hz. Ramazanoğlu Mahmûd Sâmi Efendi devâm ettirdi. Çok kuvvetli bir hâfızaya sâhib olan Muhammed Es’ad Efendi senelerce önce görüştüğü kimseyi hemen tanır konuştukları mevzûyu hatırlardı. Anadili Türkçe idi. Böyle olmakla birlikte Arapça, Farsça ve Kürtçeyi de ana dili gibi bilirdi. Şâirliği de olan Muhammed Es’ad Efendi Türkçeyi çok iyi kullanırdı. Tasavvufî halk edebiyâtından ziyâde Dîvân edebiyâtını benimsemiş ve Arûz veznini ustalıkla kullanmıştır.

Dergâh-ı pîr-i mugânda hâk-i pây ol Esadâ

Ol zamân anlarsın ancak rütbe-i bâlâ nedir.

(Ey Esad gerçek ve hakîki mürşidin dergâhında ayağının toprağı olursan ancak o zaman en yüce rütbenin ne olduğunu anlarsın.) beyti onun beyitlerindendir.

Eserleri: Muhammed Es’ad Efendinin çeşitli konularda yazdığı eserleri şunlardır:

1) Kenzü’l-İrfân: Muhtelif mevzularda derlenmiş binbir hadîs-i şerîfin tercüme ve izahlarından ibârettir. Eser iki defâ neşredilmiştir.

2) Mektûbât: Bilhassa Erbil’de bulunduğu sırada mensuplarına ve talebelerine yazdığı yüz elli dört mektuptan meydana gelmiştir. Tamâmına yakını Türkçe olmakla berâber birkaç Arapça ve Farsça mektup da vardır.

3) Risâle-i Es’adiyye: Tasavvufun lüzum ve fazîleti ile edeblerinden bahseden küçük bir risâledir.

4) Dîvân: Türkçe ve Farsça şiirlerinin toplandığı eserdir.

5) Tevhid Risâlesi Tercümesi: Muhyiddîn ibni Arabî’nin risâlesinin Türkçe tercümesidir.

Bunlardan başka Safvet Efendinin çıkardığı Tasavvuf ile Beyânü’l-Hak ve benzeri mecmualarda neşredilmiş yazıları vardır.

AZLARIN EN AZINI ELDE ETTİM.

Muhammed Es’ad Efendi dostlarından birine gönderdiği mektupta ömrü değerlendirmekle ilgili olarak şunları yazmıştır:

Her türlü ilim ve tekniği öğrenmeye müsâid olan ömrümün ilk zamanlarını ve gençliğimi dost ve arkadaşlarla eğlenerek, terennüm ve nağmeler dinleyerek, güzel ve safkan atlara olan merâkımı yenemeyip her gün bir başka atın sırtında ovalarda dolaşarak günlerimi boşa geçirdim. Okuma-yazma ve ibâdet gibi büyük ve mukaddes gâyelerden büsbütün mahrum kalma derecesine düştüm.

Cenâb-ı Hakk’a hamd olsun, bir zaman sonra kendime gelerek uyandım ve hazret-i pîrin (Tâhâ-i Harîrî) dergâhına dayandım. Yalnız bu sâyede hiç bir mücâhedede bulunmaksızın bu yüce gâyelerin herbirinden ancak çok az bir kısmını, belki de azların en azını elde edebildim. Hak teâlâ hazretleri kaybettiğimiz değerleri yalnız bunlardan ibâret buyursun. Allah’ın yüce rızâsını, O’nun pek kıymetli nîmetlerini kazanmak için harcanması gereken ömrümüzün kalan kısmını nefsânî arzuların peşinde geçirtmesin ve hepimizi “Allah’tan râzı olan kişiden Allah da râzı olur.” hadîs-i şerîfinin sırrına eren fırka-i nâciye (kurtuluş fırkası) arasına katsın. Âmin.”

Şeyh Muhammed Esad Erbilî (Kaddesallabü Sırrahül Aziz); Uzuna yakın orta boylu, buğday tenli. Beyaz sakallı, sıması nûrâni olup güzel yüzlü, heybetli, vücutça mülahham idi. Güzel yüzünü görenler meftun ve âşık olurlardı. Çok kuvvetli bir hafızaya mâlik (sahip) ti. Seneler evvel görüştüğü zat’ı hemen tanır, konuşurken mevzuyu hatırlardı.

Ahlaken, gayet halim-selim.. mütevâzî, yumuşak huylu ve melek sıfatlı idi. Mü’minler ve evlâtlarına karşı daima şefkatli, mütebessim (güleryüzlü) olurlar., kendi hallerinde iken de, dâima hüzün ve düşünceli olurlardı.

Vakur, îtidâl ve temkin ehli idi. Takva ve verâ, haya ve edeb sahibi idi. Temiz, sade ve düzgün giyinirlerdi. Az yer içerler ve az uyurlardı. Sözlerinde ve gözlerinde hikmet ve irfan nuru parlardı. Zahir ve bâtın ilimleri ile mücehhez (dolu), âlim ve kâmil bir zât idi.

Ana lisânı Türkçe olmakla beraber, ayrıca; Arapça, Farca ve Kürtçe lisanlarına fevkal’âde âşinâ (vâkıf) idi. Aynı zamanda Allah ve Rasûlü (s.a.v.)’e âşık idi; Divân-ı Esadiyye’si meşhurdur. Türkçeyi kullanmada maharetli.. Hüseyin Vassaf Bey’in ifadesiyle:

– ” Selika-i kalemiyyesi ve tarzı ma’nâdaki tevcihi kendisini sahife-i edebiyatta sernâme-i mübâhat eyleyecek derecededir.”

Es’ad Efendi Hazretleri, kendisi tekkeden yetişmiş bir şâir olmasına rağmen, Tasavvuf! halk edebiyatından ziyâde, dîvan edebiyatını benimsemiş ve aruz’u büyük bir ustalıkla kullanmıştır.

O mübarek Sultan, bütün ömrünce Allah (c.c.) ve Rasûlüllah (s.a.v.) aşkıyla yanmış ve kavrulmuştur. Divanındaki beyitler bunu açıkça göstermektedir.

SOHBETLERİ

Tekkede müntesiplerine, önce oturarak ve kadri evradı okuyarak; Kadri âyini., sonra da, Nakşî usulünce; Hatrmi Hâce” yaptırırdı. Ancak Nakşî tarikatında sohbet esas olduğundan, Cuma günleri de zikirden evvel esrarı aşk ve muhabbet, seyri sülük usullerine, tarikat adabına dair sohbet ederdi. Dergâhın kapısı herkese açıktı. Kemal yoluna baş koyan, etrafında pervaneler gibi dönen âşıkları pek çoktu.

Tarikatın esası Şeriattır;

Şeyh Muhammed Es’ad Erbili (K.S.) buyurdular ki:

” Yüce tarikatların herhangi biri olursa olsun; Esası ve binası şeriattır. Bir insanın kavlini ve fiilini (söz ve hareketini) şer’i şerife tatbik etmezse, tarikatta tefeyyüz edemiyeceği (tarikatta feyiz alamıyacağı) şüphesizdir. Doktorun ilâcını istiğmâl (kullanıp) edip, perhizine riayet etmeyen bir hasta gibi olur.” (1)

Yine buyurdular ki:

“Tarikatı âliyye de tefeyyüz ve terakki (feyiz almak ve ilerlemek), yalnız zikir ve evradın çokluğuna vabeste (bağlı) olmayıp, ihlâsı kalbiyye ve muhabbeti samimiyyenin (ihlâslı bir kalb ve samimi bir muhabbetin) de tesiri azîmi olduğu erbabınca malumdur (büyük tesiri olduğu bu hikmeti kavrayanlarea bilinmektedir). Cümlei cemilesini ilâveten; naili füyuzat olmak için (feyze kavuşmak için) Mürşid-i Kâmilin nazar-ı envarlarını (nurlu bakışlarını) dahi medarı tefeyyüz ve terakki için (feyiz ve yol almak için) şart buyurmuşlardır. Şu kadar var ki; O nazan kazanmak ve o sayede mahz-ı şeriate (şeriatın esrarına) nail olmak için sâlikin, evvelâ zahir şeriatı mutahharayı kemâli itaat ve inkıyadı ve sünneti seniyye-i Nebeviyye ye ittibâ-ı(evvelâ şeriatın dış hükümlerine tam uymak ve Peygamberimizin mübarek sünnetlerine tatbik etmek) şart ittihaz olmuştur.

Zira malumdur ki; Cenabı Hakk’a itaat etmeyen ve evâmiri şer’iyyesini (ve şer’i emirlerini) nazarı itibâra almayan âsiye (isyankâr kimseler), hiç bir zaman ve mekânda hadimi şeriat (şeriatın hizmetinde bulunan) Evliyâullah’ın nazarı inayeti olmaz ve olamaz.”

Yine buyurdular ki:

” Evliya’yı kiram, Pirân-ı izam ile muhabbet olur ise, yevmi kıyamette (kıyamet gününde) onların zil himayesinde haşr-olunacağı hadis-i şerifte müstebittir (sabittir). Lâkin muhabbeti isbat eylemek onların rızaları dairesinde amel ve ibâdete mütevakkıftır (onların hoşnut olacakları tarzda amel ve kulluk şartına bağlıdır).”

KEŞİF VE KERAMET HAKKINDA

Şeyh Efendiye;”Keşif ve bunun mertebeleri.” hakkında bir kimse soru sormuştu; Hazret buyurdular ki:

– ” Biz bundan bahsetmeyi pek uygun görmeyiz; yeni başlı/yanlar ekseriya fevkalâdelikler ve kerametler görmek isterler. Fakat bunlar, mânevi tekâmülle (gelişmeyle) hiç alâkası olmayan şeylerdir. Mühim olan, ahlâkın yükselmesi ve bunun kalbdeki neticele-ridir. Keşif ve kerametlere nail olan bir müptedî (yeni mürid- maneviyat yolcusu), umûmi olarak büyük kemâlât (olgunluklar ve mertebeler) sahibi zannedilir. Fakat bu gibi şeyler herhangi birisinin inziva, oruç, namaz ve bazı riyâzatlarla yapabileceği şeylerdir. Kemâl sahibi kimseler, dışarıdan alelade bir kimse gibi görünürler, herkes gibi yaşarlar.

Evet, keramet nakilleri hâlen devam etmektedir. Fakat, bu gibi şeylerle uğraşmanın bir faydası yoktur. Çünkü Allah’ın kudreti ve mucizesi küçücük bir yaprakta veya böcekte de görülebilir. İnsan aynı şeyleri, kendi nefsinde de bulabilir.”

Yanında bulunan sardunya çiçeklerine bakarak, müsbet ilmin temsilcisi olan bir profosere şunları söyledi:

” Bunlarda hayatın hakiki sırlarını buluyorum. Eğer bir kimse tabiat karşısında iyi düşünürse, matbaada basılmış kitapların Ölü mürekkep lekelerinin verebileceğinden daha fazlasını öğrenebilir. Allah’ın önümüze serdiği tabiat kitabını anlamamız lâzımdır. Bu şekilde insan, bizzat kendi varlığının da sırrına erebilir. İşte o zaman, sanki içinde bir güneş doğmuş gibi olur. Bu güneşin yanında Öteki bütün ışıklar sönük kalırlar; Kendini bilen Rabbini bilir.” buyurmuştur.

(Misvak Neşriyat, Esad Erbili Hz.)

33. Hz. Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.)

33. Hz. Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.)

Bir asırlık mübârek ömürlerinin her ânında Sünnet-i seniyye-i ihyâ eyleyen ve nice yüksek makamların sâhibi, Gavs, Müceddid, Sâhibü’z-zamân ve Cân’a yakın ülfet makâmının sâhibi ve asırların nâdir yetiştirdiği bir Zât-ı akdes olan Hz. Mahmûd Sâmî (k.s.), insanları Hakk’a da‘vet eden, doğru yolu gösterip hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i âliyye denilen büyük âlim ve velîlerin otuzüçünçüsüdür.

1892 Yılında Adana’nın Tepebağ mahallesinde dünyâyı teşrîf eden Hazret-i Sâmî (k.s.)’un babaları Müctebâ Efendi, anneleri Ümmügülsüm Hanımefendilerdir. Dedelerinin ismi Abdurrahmân, büyük dedeleri İshâk ve Hüseyin Efendilerdir. Büyük Türk beyliklerinden Ramazânoğlu beyliğinin en son beylerinden olan Abdülhâdî Efendinin (ki Sâmî Efendi Hazretlerinin büyük dedelerindendir) tesbîtine göre Ramazânoğlu beyliği aslen Türklerin Oğuz boyunun Üçoklar kabîlesindendir. Bu kabîlenin de şecereleri büyük Türk Hâkânı Nureddîn Zengî (Şehîd) vâsıtası ile Seyfullâh Hz. Hâlid bin Velîd (r.a.)’e dayanır.

Efendi Hazretleri kendi ifâdeleriyle doğumlarını şöyle nakletmektedirler:

“-Benim doğumum (1308) târihindedir: Adana’da Vakıfsarayı’ndadır. Doğumumdan evvel kapıya bir zât gelerek: “-Bu evde, yakında bir doğum olacaktır, oğlan olacaktır, adını: Sâmî koyunuz; hayırlı bir insan olacaktır.” diyor, gidiyor. Bir müddet sonra doğum oluyor, oğlan oluyor. Adı: “Mahmûd Sâmî” konuyor. Sonra o zât tekrâr geliyor. Oğlan, doğduğunu söylüyorlar. Adının da “Muhammed Mahmûd Sâmî” konulduğunu öğrenince:

“-Sandıktaki emânetimi veriniz!” diyor. Ona benzer bir emâneti veriyorlar: “-Bu değil; esâs sandıktaki bana âid emâneti veriniz!” diyor. Veriyorlar. Memnûn oluyor. Duâ edip gidiyor.” Efendi Hazretleri bu ma‘lûmât hakkında: “-Bunu kaydediniz. Mühimdir. Gelen zât, boş değildir. Bunları olduğu gibi sen kaydet. İleride neşredilir. İyi olur. Hayırlı olur.” diye buyurdular.

Ma‘nevî Evlâdı Ömer Muhammed ÖZTÜRK
SİLSİLE-İ ÂLİYYE-İ NAKŞİBENDİYYE

Hâlık-ı arz u semâya eyleriz hamd ü senâ

Ahmed-i Muhtâr’ı kıldı âleme nûr-ı hüda

 

Hazret-i Sıddîk u Selmân, Kâsım u Ca’fer gibi

Eylemiş neşr-i hakîkat Bâyezîd-i reh-nümâ

 

Bü’l-Hasen zât-ı mükerrem Bû Ali kân-ı kerem

Yûsuf-i vâlâ-şiyem sâlâr-ı ceyş-i asfiyâ

 

Hâce Abdü’l-hâlik oldu Ârif ü Mahmûd’a pîr

Şeyh Alî, Baba, Külâl etti cihânı rûşenâ

 

Vâris-i taht-ı tarîkat şâh-ı âlem Nakşbend

Eyledi Hâce Alâu’d-din’i halka pîşuvâ

 

Oldu Ya’kûb’e Ubeydullâh-ı Ahrârî halef

Hazret-i Zâhid’le geldi âleme zevk u safâ

 

Nûr-i ceşm-i ma’rifet Dervîş Muhammed, Hâcegî

Feyz-i Bâkî’le cihân-ı ma’nevî buldu bakâ

 

Hazret-i Ahmed müceddid Urvetü’l-vüskâ olup

Şeyh Seyfü’d-dîn ü Seyyîd Nûr’a nûr-ı i’tilâ

 

Şâh-ı Mazhar şâh-ı Abdullâh-ı pîr-i Dehlevî

Hazret-i Hâlid’le oldu kalb-i sâlik pür-zıyâ

 

Seyyid-i âlî-neseb Tâha’l-Hakkarî’den sonra

Pîrimiz Tâha’l-Harîrî oldu kutbi evliyâ

 

Eyleriz arz-ı dehâlet dergeh-i sâdâta biz

Es’ad u ihvân-ı dîne mağfiret kıl ey Hudâ

 

Sâmî dostun hürmetine ey Cenâb-ı Kibriyâ

Cümle ihvânı cemâlinle Cinânda kıl beka

 

Ve sallellahu alâ Seyyidina Muhammedin Nûr’in Nûr

Sübhânel Meliki’l-Azizi’l-Kadir’il-Gafûr

Sosyal Medya Hesaplarımızı Takip Edin
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram
  • YouTube
  • Google Play
  • iTunes
  • Spotify