DOĞUMLARI
Muhterem Ömer Öztürk, 13 Ağustos 1946’da Adana’nın Seyhan ilçesine bağlı Tepebağ Mahallesi’nde doğdu.
Doğduğu seneyi rahmetli babaları Mehmed Öztürk (r.h.) şöyle anlatır:
“O sene benim için yümn-i bereket ve büyük fütuhâta sebep oldu. Ömer’in doğduğu sene üstadımıza bağlandık, onun evladı olduk. O sene hacca gittim. İşin içine rüşvet girme riski bulunduğu için müteahhitliği bırakmak istiyordum; o sene müteahhitliği bıraktım, demir ticaretine başladım. ‘Ya Rabbi nâmahremden uzak duracağım iş nasip eyle’ diye dua ederdim. Hakikaten demir ticaretinde kadın olmazdı, bu işe girdik ve uzun süre bu ticareti yaptık.”
Yüzlerinde Hicabla Doğmaları
Muhtereme valideleri Hacı Hâtun Anne, Muhterem Ömer Öztürk’ün dünyayı teşrifiyle ilgili harikulâde bir menkıbe anlatır. Erenköy Maşallah Apartmanı’nda, 22 Ağustos 1999’da Muhterem Ömer Öztürk’ün büyük kızının söz kesilmesinde kadınlara önce Muhterem Ömer Öztürk’ü, ailesini, evladını metheder. Hepsinden memnun ve râzı olduğunu bildirir, sonra şöyle devam eder:
– Evladım Ömer, yüzünde hicab olduğu hâlde dünyaya geldi. Doğumu yaptıran ebe; ‘senelerdir doğum yaptırırım, böyle bir şeye şahit olmadım’ diyerek hayrete düşmüştü.
Doğumunda yüzünde bulunan ‘hicab’, şeffaf olduğu için yüz hatları gözüküyormuş. Tabii o zaman Adana nüfus itibarıyla da küçük bir yer. Haber bütün şehre yayılmış:
– Bir çocuk yüzünde şeffaf hicab (örtü) ile doğmuş. Babası Sâmi Efendi hazretlerinin ihvanıymış, adını Ömer koymuşlar…
Bereketli ve mübârek sayılan bu hicab, mahkemesi olan bir hanım komşunun, “mahkemeye gideceğim, ceza alma ihtimalim de var, onu bana verseniz de mahkemeye götürsem, bakarsınız bunun bereketiyle kurtulurum” diyerek annesi Hacı Hâtun Hanım’dan rica etmesiyle kendisine verilmiş. Ancak kadın bir daha geri getirmemiş.
Bu şekilde hicabla doğmasını ailesi ve komşuları hayra yormuşlar. Hayırlı bir evlat ve insanlık için faydalı bir şahsiyet olacağını dile getirmişler.
Muhterem Ömer Öztürk de bu husûsu bir sohbetinde; “Adanalı Hasan Efendi sağ olsaydı, bunu ona sorardık. O, bunun cevabını biiznillah gayet rahat verebilirdi. Nur içinde yatsın” diye ifade etmişlerdir.
İsimlerinin Konulması
Babaları, Mahmud Sâmi Efendi hazretlerinin (k.s.) müridi olduğu için ona götürüyorlar. Hazret; ‘Ömer olsun çocuğumuzun adı’ diyor. Küçük Ömer, Mahmud Sâmi Efendi hazretlerinin (k.s.) dizinin dibinde ve onun terbiyesinde yetişiyor.
Bu kutlu başlangıçla birlikte 38 yıl süren beraberlik, Sâmi Efendi hazretlerinin (k.s.) son nefesine kadar devam etmiştir.
Üstadları Mahmud Sâmi Ramazanoğlu (k.s.)
İslâm’ın her zaman olduğu gibi günümüzde de bütün saflığıyla yaşanabileceğini, bir asra yakın ömürleri boyunca sünnet-i seniyyeye katıksız ittibâ ile her hususta örnek olup tâbilerini de doğrudan doğruya Nebî (s.a.v.)’e kılavuzlayan Hz. Mahmud Sâmi Ramazanoğlu (k.s.), silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velilerin otuz üçüncüsüdür.
Muhterem Ömer Öztürk, kaleme aldıkları bir yazılarında Sâmi Efendi’nin (k.s.) hayatını şöyle anlatırlar:
“1892 yılında Adana’nın Tepebağ Mahallesi’nde dünyayı teşrîf eden Hz. Sâmi’nin (k.s.) babaları Müctebâ Efendi, anneleri Ümmü Gülsüm Hanımefendi’dir. Çocuk yaşlarında muhterem anneleri kendilerini arkadaşlarıyla oynamak üzere dışarı gönderdiklerinde Hz. Sâmi (k.s.) Efendimiz ellerini dizlerinin üzerine koyup ‘tahiyyat’ oturuşundaki gibi oturur, uzaklara gözlerini diker, devâmlı olarak düşünür, tefekkür ederler. Çünkü Resûlü (s.a.v.) Efendimiz, Mi’râç’da Allah (c.c.)’nun huzurunda tahiyyatta gibi oturmuşlardı. Bu sünneti ömürleri boyunca hep böyle sürdürdüler. Hiçbir zaman kendilerini bunun dışındaki bir şekilde otururken gören olmamıştır. “Neden arkadaşları ile oynamayıp oturduğu” sorulduğunda:
– Biz oyun için yaratılmadık, buyurmuşlardır.
İşte hadîs-i şerîfe telmîh; işte sünnete ittibâ.
Doğumlarından itibaren bütün hayatları boyunca bu müjdenin şanlı izlerini taşıyan bu zâta “âlî makam sahibi” mânâsına gelen “Sâmi” ismi konur. Her hâlleri büyük, yüksek makam sahibi oluşlarının dışarıya tezahürüdür.
Hak idaresinin kaldırılıp halk idaresinin Müslümanlara da sevdirilmeğe çalışıldığı şu cehalet asrında; ekseriyetin İslâm dışı davranışlarına; ‘Bugünkü şartlarda ancak bu kadar olur’ diyerek kılıf bulup İslâm’ın bazı durumlarda tam olarak yaşanamayacağı iddiasını hâlleri ile çürütmüştür. Asra yakın ömürlerinin, doğumundan itibaren tamamını, sünnete harfiyyen riâyet ederek geçirmişlerdir. ‘İslâm, fitnenin zirveye çıktığı devirlerde bile sünnete tam olarak uyarak yaşanabilir ve kıyâmete kadar da yaşanacaktır’ diye hayatı ile bunu ispat etmiş, kıymeti yüce bir kimsedir Hz. Sâmi (k.s.).
Allah (c.c.) dostlarının büyüklerinden bir zâtın ifadesi ile; “Asırların nadir yetiştirdiği bir büyük velidir” Hz. Sâmi (k.s.).
İlk, orta ve lise tahsilini Adana’da tamamlayan Hz. Sâmi (k.s.) yüksek tahsilini İstanbul’da yapar. Hukuk Fakültesi’ni birincilikle bitirip bir müddet Gümüşhânevî Dergâhı’na devâm eder.
Daha sonra Nakşi postnişinlerinin 32’ncisi olan Şeyhu’l-Meşâyih (Osmanlı topraklarındaki bütün tarîkat şeyhlerinin bağlı bulunduğu Meşâyih Meclisi’nin reisi) Es‘ad-ı Erbilî’ye (k.s.) intisap eder. Cenâb-ı Hakk’ın lütfu inâyeti ile Hz. Sâmi Efendimiz birkaç ayda seyr ü sülûklarını tamamlarlar. Daha önce iki yıl devâm edilen dergâhta olmayan tecellî burada birkaç ayda gerçekleşir elhamdülillâh.
Adapazarlı Pehlivan Efendi, Hazret’in Kelâmî Dergâhı’ndaki hizmet günlerine ait şu hatırayı anlatır:
“Adapazarı’ndan on arkadaşımla beraber Es‘ad Efendi hazretlerinin ziyaretlerine gittik. Sohbet esnasında tekkeye dâhil olmuştuk. İçerisi kalabalık olduğundan dışarıda oturuyor, Es‘ad Efendi hazretlerinin kendilerini göremiyor, sadece seslerini işitiyorduk. İlk defa sohbetlerine gelmenin heyecanı içindeydik. Sohbet sırasında ihvan arasında genç bir zât dolaşıp hizmet ediyordu. “Bu genç ortada dolaşmasa o zaman dikkatimiz dağılmaz, daha çok istifade ederdik” diye içimden geçirdim. Sohbet biter bitmez Es‘ad Efendi hazretleri:
– Adapazarlı Pehlivan Efendi ve on arkadaşı buraya gelsin!, dediler.
Hâlbuki bizi hiç tanımıyorlardı. Geldiğimizi de görmemişlerdi.
– Sâmi evladımız hakkında sû-i zan ettiniz (kötü düşündünüz), helallik alın, buyurdular.
Affımızı talep edip böylece bu iki zâtı ve aralarındaki derûnî muhabbet ve bağı öğrenmiş olduk. Elhamdülillâh.
Üstâdına olan bu muhabbet ve bağlılığını dâimâ arttırarak devam ettiren Hz. Sâmi Efendimiz bütün gün ve gecelerini hizmet yolunda geçirdiler.
Kendileri 33 yaşında irşâd ile görevlendirilmiş ve aşağı yukarı 20 sene (52 yaşına kadar), Adana’da ikamet ederek irşâd vazifesini yerine getirmişlerdir.
O zamanlar; İstanbul müftüsünün Süleymaniye Camii’ne imam olarak gece bekçisini tayin etmek zorunda kaldığı zamanlardı. Camilerde vazife yapacak yetişmiş insan yoktu, va‘z u nasihatler verilemiyordu.
İşte böyle bir zamanda üniversite mezunu da olan Hz. Sâmi (k.s.) Efendimiz, Adana’da Yağ Camii’nde ümmet-i Muhammed (s.a.v.)’e va‘z u nasihat etmeğe başlamıştı.
Şehir otobüsüne binip Hukuk’tan mezun arkadaşları ile karşılaştığında, onların hakaretlerine maruz kalırdı. Terbiyesizlik yapıp; “Bu sakal ne? Niye kravatın yok? Niye gericilik propagandası yapıyorsun?” diye sataşırlarmış. Hz. Sâmi (k.s.) Efendimizin hayatı böyle çilelerle geçmişti. Bunlara rağmen hayatının her safhasında yılmadan usanmadan İslâm’ın tebliğini yapmışlardır; elhamdülillah.
Bu sünnete uygun hayat, günümüz insanlarının ancak örneklerini kitaplarda görebildiği bir şekilde tam 96 yıl devam etmiştir. Doğumlarından dâr-ı bekâya intikallerine kadar gecesiyle gündüzüyle, harekâtı ve sekenâtı ile günün 24 saatinde sünnet-i seniyyeye; Hz. Abdullah ibn Ömer’in (r.a.) dediği ve Es‘ad-ı Erbilî hazretlerinin de mısralaştırdığı şekilde:
“Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz hazretlerinin eşiğinde aklı kurbân ederek” katıksız, tam teslimiyetli bir sünnet tatbikatıdır, bu mübarek hayat!
1979 yılında İstanbul’dan Medine-i Münevvere’ye hicret ederek, 12 Şubat 1984 tarihinde dâr-ı bekâya irtihal eylemişlerdir. Cennetü’l-Bakî’de, Ebû Sa‘îd el-Hudrî ve Fâtıma binti Esed’in (r.a.) yanında medfundurlar.”
Muhterem Dedeleri
Muhterem Ömer Öztürk anlatıyor:
“Rahmetli babam, dedemle beraber ailecek 72 kişi olarak, seferberlik zamanında Rus işgali olunca Artvin’den çıkmışlar; bir buçuk seneyi aşkın zaman zarfında konaklayarak, yavaş yavaş İstanbul’a gelmişler. İstanbul’a geldiklerinde o 72 kişilik aileden sadece 17 kişi hayatta kalabilmiş. Yolda, başta hastalık olmak üzere çeşitli sebeplerle aile fertlerinden 55 kişi vefat etmiş. Dedem de babaannem de yolda vefat edenler arasında; Allah rahmet eylesin.
Dedem Artvin’in Ardanuç kazasının Ovacık köyünden… Yakınlarımızın söylediğine göre Kafkaslardan gelmişiz. Artvin’e, babamın halası ve halasının kızlarıyla beraber çocukken 1960 senesinde gitmiştim. Ruslar, Şeyh Şamil’i esir edip oradaki Müslümanları sürünce, birçok insanın Kafkaslardan buraya geldiği söyleniyor. Hani, birkaç Tıp Fakültesi hocası da bizim aile fertlerinde Kafkas tipi olduğunu söylemişti. Yani baba tarafından aslımızın -kesin olmamakla beraber- Kafkasya olduğu anlaşılıyor.
Babam Mehmed Öztürk, dedem Osman Öztürk, onun babası Hasan Öztürk, dedemin dedesi Ahmed, dedemin dedesinin babasının adı da Mustafa. Ondan sonrası bilinmiyor. Babamın dedesi Hasan Öztürk, Artvin’in Ardanuç kazasının Ovacık köyünde yaşamış. Allah gani gani rahmet eylesin. Babam 6 yaşındayken annesi, 7 yaşındayken de babası vefat ediyor. İkisi de 30’lu yaşlarında vefat etmişler.”
“Anne tarafına gelince, annem Kayserili… Kayseri’nin Gültepe Mahallesi’nden… Annemin babasına Camgöz Hüseyin Efendi derlermiş. İbrahim Eken Hoca’nın amcası benim dedem. Eken’in babası da Yusuf Hoca idi. Dedem, ticaret ve çiftçilikle uğraşan bir kimseydi. Ben kendisini hatırlıyorum, 1954 senesinde vefat etti. Allah rahmet eylesin. O zaman 8 yaşındaydım. O dönemde hacca gitmek yasaktı. Kendisi hacca gitmek için ticarî pasaport almış, ama hacca gitmek nasip olmamıştı. Bahçeye diktiği kavak ağaçlarını kestirirken ağaçlardan birinin üstüne düşmesiyle vefat ediyor. Böylece pasaportu çıkmış olmasına rağmen hacca gidemiyor. Allah rahmet eylesin. Nur içinde yatsın.
Anneannemin ailesi, Atlıhanoğulları olarak bilinir. Mersin’de Atlıhan otelleri hâlen mevcuttur.”
Ahde Vefa Örneği
“Adana’da pamuk üzerine sanayi ve ticaret hareketlenince dedem de arkadaşlarıyla beraber Adana’ya göç etmiş. Zaten anne-babamın evlenmelerine vesile olan irtibatlar da orada kurulmuş. Babam o dönem Tarsus’ta müteahhitlik yapıyormuş.
Dedem eniştesine, Adana’da ticaret için kefil olmuş. Bunun üzerine eniştesi, kefil olduğu müesseseyle 11 sene ticaret yapmış; 11 sene sonra enişte iflas etmiş. Eniştenin ticaret yaptığı tüccar gelmiş:
– Hüseyin Ağa sen buna kefil oldun, parayı öde, demiş. Dedem demiş ki:
– Yahu bu, sizi tanıştırmak için kefaletti. 11 sene sonra kefalet mi kalır? Sen bana bu zâtı tanımak için geldin sordun, ben de ilk alışveriş için kefil oldum, kefalet orada bitti!
Ondan sonra müessesenin sahibi sağda solda laf çıkarınca, Adana’da bir imalathane kurmuş olan dedem, onu satıp eniştenin borçlarını ödeyip Kayseri’ye dönüyor. O zamanın insanları söze ehemmiyet verirdi. Şimdikiler senede de ehemmiyet vermiyor, icraya da, hacize de… Dedem böyle dürüst ve saf yapılı bir kimseydi.”
“Annemin amcası olan Yusuf Hoca tarafı, çok akıllı ve açıkgöz insanlardı. Annemin babası ise çok saf bir kimseydi. Allah rahmet eylesin. Ama o saflığı, bakınız, onu nelerden kurtarmış:
Dedemin, Kayseri’den Adana’ya birlikte geldiği beş kişi varmış. Bir tanesi Hacı Ömer namıyla bilinen, ‘Hacı’ olmayan Ömer Sabancı… Sabancıların babası… Bir diğeri Hacı Musa Ballı… Bir tanesi de Seyyid Mirza. Bu kişilerle beraber gelmiş Kayseri’den Adana’ya. Ömer Sabancı önceleri bunların bulunduğu yerde hamal başı imiş, sonra ticarete başlamış. Üçü aynı bahçe içerisinde ev yaptırmışlar. Yani birbirlerine bu kadar yakınlarmış. Dedem o iflasta parayı ödeyip döndükten sonra Sabancılar Akbank’ı kurmuşlar. Yani her şeyde bir hikmet var. Cenâb-ı Hakk:
‘… Olur ki, bir şey hoşunuza gitmezken sizin için o hayırlı olur ve bir şeyi de sevdiğiniz hâlde o, hakkınızda şer olur. Allah bilir, siz bilemezsiniz’ buyuruyor.
Dedemin o saflığı, o kefaleti kabul edişi, kendisini büyük beladan kurtarmış. Belki banka işine girmezdi, ama Allah göstermesin belki onlarla beraber bir faiz müessesesi olan bankanın kuruluşuna katılacaktı Allah muhafaza. Cenâb-ı Hak böylece kurtarmış oldu dedemi. Allah rahmet eylesin.”
Babaları Muhterem Mehmed Öztürk (r.h.)
Muhterem Ömer Öztürk’ün 10 Mart 2000’de Cuma günü 11.35’te salâ vakti irtihâl-i dâr-ı bekâ eden muhterem pederleri Hacı Mehmed Öztürk yedi yaşından itibaren, istisnaları çok az olmakla birlikte, hep cemaatle namaz kılmışlardır. Komşuları, Mehmed amcanın camiye gidiş gelişlerine göre vakitlerini tayin ederlerdi. Umreler hariç, otuz hac yapmışlar, 35 – 36 sene Hz. Mahmud Sâmi’ye (k.s.) hizmette bulunmuşlar ve onun mahrem-i esrarı olmuşlardır. Sâmi Efendi hazretlerinin misafirlerini yıllarca ağırlamış ve Hz. Sâmi, yıllarca Mehmed Öztürk’ün devlethanelerinde sohbet buyurmuşlardır.
Mahrem İhvan
Muhterem Ömer Öztürk anlatıyor:
“Yazın çok sıcak olduğu için Adana’da yaylaya çıkılır. Namrun Yaylası’nda iken -ki aslında Namrun, Adana’nın değil Tarsus’un yaylasıdır. Adana’nın Tekir Yaylası vardır. Babam Tarsus’tan gelme olduğu için ve daha ziyade Tarsuslularla ahbap olduğundan oranın yaylasına çıkarmış.- Sâmi Efendi hazretleri ile orada tanışmış. Elhamdülillah o tanışma hepimiz için büyük fütuhat olmuş. Yalnız babam için değil, bütün aile için, arkadaşlar için, hepimiz için… Allah şefaatine nail eylesin.
Adana’da Sâmi Efendi hazretlerinin hizmetlerini görmekle görevli birinci zât Hasan Akbaşgil amca, ikinci kişi ise pederdi. Adana’nın o günkü şartlarında arabası olan fazla kimse olmadığı için Efendi hazretlerini bir yere götürüp getirmek icap edince Hacı Baba götürür, Hasan Efendi amcayla ikisi hizmetlerini görürlerdi.
Babamın, üç katlı genişçe bir evi vardı. Bahçesinde de hizmetkârlar için üç tane ev vardı. Pek çok ihvanı alabilecek durumdaydı. İktidar, Cumhuriyet Halk Partisi’nden Demokrat Parti’ye yeni geçmiş, İslâmî vecîbeleri yerine getirme imkânları yeni yeni doğmağa başlamıştı. (Mesela camiye gitmek gibi…) Bu sebeple Adana şartlarında öyle kalabalık bir ihvan grubu yoktu. Babamın, Sâmi Efendi hazretleri yanında çok önemli yeri vardı. Kendisi için de Efendi hazretleri:
“Hacı Mehmed Öztürk benim mahrem ihvanımdır” buyururdu.
Hoşlanmadığı bir ziyaretçi olsa haber gönderir, pederi çağırırdı. Peder olmadığı zaman da o kişinin götürülmesi için biz giderdik.
İstanbul’da 1961’den 1976 senesine kadar 15 sene, Sâmi Efendi hazretlerinin da iştiraki ile pederin evinde Ramazanda hatimle teravih namazı kılındı; elhamdülillah. Sohbetler de umumiyetle ilk zamanlar babamın evinde yapılırdı. İhvan artmağa başlayınca çeşitli evlerde sohbet yapılmağa başlandı. İşte Hazret’i oralara götürüp getirme vazifesi pedere aitti. Ehliyet alınca, elhamdülillah, bu görevi pederin yanında Allah (c.c.) bize de nasip etti.
1964-66 senelerinde Sâmi Efendi hazretlerinin Hz. Ebû Bekr (r.a.) isimli kitabını babam ilk kez Osmanlıca olarak Suriye’de bastırmıştı. Zira Harf İnkılâb’ından kaynaklanan yasaklardan dolayı o yıllarda Türkiye’de basılması yasaktı. Suriye’de basılan kitaplar, kaçakçılar vasıtısıyla Adana’daki mağazamıza getirilir, oradan da İstanbul ve Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki ihvana dağıtılırdı.”
İstanbul’a Hicret
“Adana’dayken babam, Hasan efendi hazretleri ile birlikte Sâmi Efendi hazretlerinin, ihvanını toplayıp sohbet etmesine, görüşüp konuşmasına vesile oluyordu. Hazret 1952 senesinde İstanbul’a hicret etti. Ondan üç sene sonra da babam işlerini tasfiye edip Efendi hazretlerinin arkasından İstanbul’a geldi.
Sâmi Efendi hazretlerinin oturduğu apartmanda, her katta ikişer daireden toplam altı daire vardı. Üçünde Efendi hazretleri, kızı ve damadının kardeşi ikamet ediyordu. Evin üst katını da babam kiralamıştı. O evin yanında Hamdi Helvacıoğlu diye bir zâtın kendi anne-babasına aldığı bir ev vardı. Helvacıoğlu’nun anne ve babası vefat edince babam, Efendi hazretlerine komşu olayım diye gidip eve talip oluyor. Hamdi Bey de bizim piyasada tüccardı. Hamdi Helvacıoğlu:
– Ben satmayacağım evi Mehmed Bey, diyor. Babam çok kararlı:
– Yok! Satacaksın, burayı mutlaka almam lazım. Sâmi Efendi hazretlerine komşu olacağım, diyor.
Adam bunu duyunca, nasıl olsa vermez diye, 60 bin liralık eve 120 bin lira istiyor. Babam, 60 bin liralık evi Hamdi Helvacıoğlu’ndan 118 bin liraya alıyor. Yıl 1958, o günün parasıyla çok büyük meblağ. Sadece Efendi hazretlerine komşu olayım, yakınında, hizmetinde bulunayım diye. Helvacıoğlu, babamın kararlılığı karşısında iki bin lira kendiliğinden ikramda bulunuyor. Allah gani gani rahmet eylesin.
Allah babamın niyetine göre verdi, 1961’den 1976 senesine kadar 15 yıl boyunca, Efendi hazretleri orada teravih namazı kıldı. Her yıl 29 veya 30 gün. Sohbetler de yaptı, elhamdülillah. Millet buna aptallık diyebilir; 60 bin liralık eve 118 bin lira verilir mi, diye düşünebilir. Ama babam hiçbir zaman pişman olmamış, yaptığı şeyden memnuniyetini şöyle ifade etmişti:
– Ben güzel bir alışveriş yaptım. Bu alışveriş benim hayatta yaptığım en iyi alışveriş.
Allah (c.c.) rahmet eylesin, nur içerisinde yatsın.”
Mehmed Öztürk’ün Ticaret Ahlakı
Kalem Tartılan Kantar
“Babam, müteahhitlik yaparken haramdan uzak olacağı ve hanımlarla fazla muhatap olmayacağı bir ticarî faaliyet için dua ediyordu. 1946’da demir ticaretini seçti. 1979’a kadar 33 sene demir ticaretiyle uğraştı. Tartıya, helal ve harama azamî derecede dikkat ederdi. O yüzden piyasada, ‘Mehmed Öztürk’ün kantarında kalem bile tartılır!’ diye meşhur olmuştu.
O zaman İngiliz malı “Avery” kantarları vardı. Üzerindeki tozları silip temizlediğiniz takdirde, dolma kalemi cebinizden çıkarıp kantarın üzerine koysanız 50 gramdan aşağı olduğu için tartmazdı ama kantarın dili oynardı. Avery kantarın bu husustaki dikkatine dair Hürriyet gazetesinde bir yazı bile çıkmıştı. O zamanlar ‘Küçük Osmanlar’ hem kantar yapar hem de isteyenlerin kantarlarını ayda bir gelip kontrol ederdi. 1965 senesinde, babamın yaptırdığı aylık kontrollerde bir hesap yanlışı çıktı. Hacı Babam, muhasebecisine verdiği talimatta dedi ki:
– Bu ay içerisinde, geçen ayki kontrol gününden bugüne kadar kaç kişi alışveriş yapmışsa hepsine kantar farkını iade edelim. Binde iki, yani 1 tonda 2 kilo hata çıktığına göre, 10 ton alışveriş yapana 20 kilonun ücretini iade etmeliyiz. Hepsini teker teker tespit edin. Farkı hesaplarına yazalım veya hesabı olmayana da PTT vasıtasıyla gönderelim.”
O vakitler, bu hesap farkını alanlar, ‘bu ne biçim iş’, diye hayretler içerisinde kalmışlar. Şüpheden kurtulmak için bir ay içerisinde kim bizden demir almışsa hepsini hatalı kabul edip farkını müşteriye iade ettik. Bu durumu bir inşaat mühendisi Hürriyet Gazetesi’nde şöyle yazmıştı:
– Dünyada böyle insanlar da var, o hâlde kolay kolay kıyâmet kopmaz!
Sonraları bu hususu Mehmed Şevket Eygi ağabey, Allah selâmet versin, bir yerde kendi yazısına konu etmiş, tahsin etmişti.”
Yıllar Sonra Gelen Fırsat
“Babam birinci sınıf müteahhitti; Süleyman Sezer ise Artvin’den gelen ve Adana’da kendisinin hemşehrisi olan bir müteahhit… Babam, müteahhitlik karnesini hemşehrisine vermiş (1946). Tekfen’in sahipleri; Nihat Gökyiğit, Feyyaz Berker ve Necati Akçağlılar üç arkadaş. Bunlar da Teknik Üniversite’den mezun olmuş, gelip; ‘Bize iş alıp verir misin’ diye babamı bulmuşlar. Necati dışında, ikisi Artvinli… Hacı babam da iş alıp onlara veriyor. Arada komisyon, para falan yok. Bunlar, 1952 senesinde ilk yaptıkları işten 80 bin lira zarar etmişler. Babam:
– Geldiler dükkânda ağladılar, diyor.
– Yahu oğlum ne yapayım, ben sizden para pul almadım, sadece müteahhitlik karnemi kullandınız. Ticarette böyle şeyler olur, diyor.
Aradan uzun zaman geçti. Babam Mehmed Öztürk üç cami yaptırmıştı. Camilerden birini yaptırırken camiye yardım etmesi için Nihat’a da adam göndermiş (Nihat Gökyiğit, Tekfen’in ortaklarından, yani Türkiye’nin sayılı zenginlerinden). O da geçmiş gün, 60’lı yıllar, 1000 lira civarında bir para göndermiş. Babam da bir mektup yazmış, içine de bu parayı koymuş:
– Oğlum Nihat, bu parayı sakla belki bir gün sana lazım olur, kullanırsın! diye geri göndermiş.
Peder, Süleyman Sezer’e de iş veriyor. Sezer, 120 bin lira parasını ödememiş Hacı babamın; 1954 veya 1955 yılı. O zamanlar için külfetli bir meblağ. Gel zaman git zaman, 10 sene sonra, belki 1963’te, Karaköy’deki mağazaya geldi Süleyman Sezer. 120 bin lirayı vermemiş ama besbelli defterde yazılı, öyle geçmiş gitmiş.
Devlet ihalelerine giriyor. İstihkak almış, akşam saat beş buçuk, bankalar da kapanmış. Sirkeci’de otelde kalıyor, 300 bin lira da para var yanında. Onu da otele koymaya korkuyor, çalınır diye. En güvenilir adam kim diye düşünüyor, getiriyor babama:
– Hacı ağabey şu 300 bin lirayı al sabahleyin götürüp falanca yere yatıracağım, diyor. Peder 300 bin lirayı alıp kasaya koyuyor.
İki büyük ağabeyim İsmail ve Cevat itiraz ediyorlar:
– Baba işte tam fırsatı, şu 120 bin lirayı tahsil et. Bize borcu var, 300 bin lira verdi. 180’ini geri ver, diyorlar. Babam ise şöyle karşılık veriyor:
– Oğlum şer’an onu tahsil etmeğe hakkım yok. Ya verirken almayacaktım ya da; ‘Bak bu parayı alırım ama 120 bin lirasını tahsil ederim!’ diyecektim. Böyle bir şey demediğime göre o paraya dokunma hakkım yok. Dolayısıyla geldiğinde parayı geri vermeliyiz.
Böyle şeyler günümüz insanına hikâye gibi geliyor, ama yaşanmış. Ertesi gün Süleyman Bey parasını alıp pişkince çekip gitmiş…”
Hadîs-i Şerîf: “Emanete sahip çıkmayanın îmânı yoktur ve sözünde durmayanın dini yoktur.”
Vefa Numuneleri
“Babam Mehmed Öztürk bir gün Ankara’ya istihkak almağa gitmişti, devlet ihalesi almış, köprüler yapıyordu. Sel gelmiş, köprünün ayaklarını götürmüş. Şirketinin üç tane ustası vardı o zaman. İki tanesini gördüm ben: Selim Usta ile Hafız Usta. Bir de tanışamadığım Mustafa Usta vardı. Babam gerisini şöyle anlatmıştı:
– Beni görünce ağlamağa başladılar. Niye ağlıyorsunuz, dedim. ‘Niye ağlamayacağız, görmüyor musun yaptığımız bunca iş heder oldu.’ ‘Size ne dedim, zararsa zararı bana.’ Yemin ettiler: ‘Vallahi eğer dişimizle sökeceğimizi bilsek şu demirleri betonun içerisinden sökeriz, hiç olmazsa onları kullanıp zararı aza indirmek için’ dediler.
Bugün böyle bir şeyi düşünmek bile mümkün değil. Böyle insanlara Allah gani gani rahmet eylesin. Ekmek yediği, yanında çalıştığı adama böyle vefa, takdire şayan bir davranış. Eski insanlar hep böyleydiler, Allah rahmet eylesin.
Bizim Adana’da Kürt işçilerimiz vardı. Bunlardan üç kardeş senede dörder ay nöbetçi olarak gelirler, hamallık için kendi hemşerilerini de getirirlerdi. Bizim demirleri onlar tartar, iş yerinde yatar kalkarlardı, dükkân içerisinde onlar için yer yapmıştık. Dükkânın anahtarı da ellerindeydi. Bankaya para götürür, o günün parasıyla, 50’li yıllarda 300 – 500 bin lira, kimsede olmayan para…
Düşünün, Adana’da o dönemde Şevket Bey isminde tek bir milyoner vardı. 1946 senesinde Adana’da birisi babamda olmak üzere sadece 6 otomobil vardı.
Babam bu üç kardeşten Şehmuz, Hasan veya Sabri’ye günlük hasılatı verir; onlar da havale yaptırır veya ilgili yerlere ulaştırırlardı. Hâlbuki onların Suriye’de de akrabaları vardı. O paraları alıp Suriye’ye geçseler, kimse bir daha izlerini bile bulamazdı. O günün insanları böyle vefakâr, sadık insanlardı. Şimdi böyle insanları bulmak çok zor! Hâlbuki Nebî (s.a.v.); ‘Vefâ îmândandır’ buyuruyor.”
Mehmed Öztürk’ün Ahlak ve Fazileti
Muhterem Ömer Öztürk, merhum Mehmed Öztürk’ün vefatından hemen sonra kendisinin İstanbul’a gelişini şöyle anlatıyor:
“Elhamdülillah, en son gassalın önünde yetiştik. Medine’de Cuma günü Cuma namazından geldim, pederin vefatını bildirdiler telefonla. Yola çıktık, ertesi gün sabah İstanbul’da olduk. Üç uçak değiştirerek yetiştik, elhamdülillah. Önce Cidde-Adana, Adana-Ankara, Ankara-İstanbul. Ve elhamdülillah gasilden evvel yetiştik.
Resûlullâh (s.a.v.), Mü’minin cesedinin beyaza yakın bal sarısı renginde olacağını haber veriyor. Allah gani gani rahmet etsin. Cesedi de o vaziyetteydi. İnşallah istediğini elde etmiş, kazanmıştır biiznillah. O yıkama işini yapan hocaefendi de ahlak, fazilet sahibi bir hocaydı. Kendisi tabii gassal değildi, orada Hacı Baba’dan ötürü bu işi yapıyordu. Kendisine yardım eden esas yıkama elemanları:
– Biz ilim adamlarının başına sarık sararız, dediler. O yıkayıcılardan birisi Hocaefendi’ye sordu:
– Bu zâtın başına da sarık saralım mı? Hoca’nın verdiği cevap şöyle:
– Vallahi kardeşim böyle bir ahlak, fazilet numunesi insan ben görmedim. Buna sarık da sarsanız, şer’î ne yapsanız yeridir.
Allah gani gani rahmet eylesin. Babam, İslâm ahlakını kendisine şiar edinmiş bir insandı. Hayatı boyunca da insan-ı kâmil olmak için çalışmış, uğraşmıştı. Babam (rahmetullahi aleyh) son derece az konuşan ve -evinde de kendi yapmadığı gibi- gıybet edilmesine müsaade etmeyen, hiç kimsenin hakkında konuşulmasına râzı olmayan bir yapıya sahipti. Evimizde yaz akşamları akşamla yatsı arası, kışın da yatsıdan sonra oturulur, ilmihâlden başlamak üzere, kendisi yarım saat, 45 dakika kitap okurdu. Cevdet Paşa’nın tarihine varıncaya kadar çeşitli kitaplar okurdu ve hepimize şöyle derdi:
– Bu kimseleri örnek almamız lazım. Bunlar Peygamberimizin (s.a.v.) ahlakı ile ahlaklanmış kişilerdir, bizim de bunların arkasından gitmemiz lazım.
Kendisine mürid olduğu 1946 senesinden itibaren Sâmi Efendi hazretlerinin (elhamdülillah) peşinden hiç ayrılmadı. Elinden geldiği kadar insanların hayrına, yardımına koşmağa çalıştı. Nur içinde yatsın inşallah.”
Anneleri Hâtun Öztürk (r.h.)
Muhterem Ömer Öztürk anlatıyor: “Merhum pederimin ilk hanımından iki çocuğu vardı. İki büyük ağabeyim: İsmail ve Cevat Öztürk. Onların annesi vefat etmiş, babam iki çocuğunu anneannelerinin yanına bırakmış. Kendisi Anadolu’da müteahhitlik yapıyor; ihale alıp inşaat yapıyormuş. Teyzemin kocası (onun da adı Mehmed’di, Allah rahmet eylesin) babama demiş ki:
– Mehmed Bey, sen böyle ömür boyu bekâr devam edemezsin. Hanımın ölmüş ama ölenle ölünmüyor, evlenmen lazım. Müslüman adamsın neticede. -Annemi kastederek- benim bir baldızım var, kayınpederim çok dindar bir adamdır. Senin namaz kıldığını, teheccüde kalktığını görse hiç düşünmeden kızını sana verir. Gel istersen gidip isteyelim.
Babamla teyzemin kocası kalkıp Kayseri’ye gitmişler. Hakikaten de eniştenin dediği gibi, dedem babamın bu hâlini görünce, hiç tereddüt etmeden kızını vermiş.
Bugün Müslümanlar kızlarına zengin koca arıyor, oğluna da zengin kız arıyorlar. Sadece ‘İyi bir Müslüman’dır’ diye kız veren varsa Allah adetlerini arttırsın. Dedemin iki kızı varmış, biri teyzem biri de annem. Annem o zaman 18 yaşında ve Kayseri’de dedemin de hâli vakti yerinde. Babamla annem arasında 17 yaş fark varmış. Babam 35 yaşında o zamanlar… Bu yaş farkı çok mühim tabii. Hatta arkadaşlara bunu da sordum:
– Bundan 40 – 50 sene evvel 18 yaşında bir kızı 50 – 60 yaşında bir adamla evlendirmeğe kalksalar ne olurdu?
Birçoğu dedi ki:
– İntihar ederdi.
Hâlbuki şimdi genç kızlar parası olan yaşlı erkek arıyorlar ki evlendikten bir müddet sonra adam ölürse parasını alır, rahat yaşarım diye. Öyle bir anlayışın olmadığı zamanda 18 yaşında bir kızı 35 yaşında bir adama vermek farklı bir kıstasın sonucu. Maddi bir ihtiyacı da yok, yaşı da büyük değil.”
Kocaya İtaatteki Seviye
“Annem gelin giderken dedem, anneme dönüp şunları söylemiş:
– Bak kızım! Sen öldün, biz seni gömdük. Bu adamla beraber gelirsen babanın kapısı açık, ne zaman istersen buyur. Kocan olmadan buraya gelmeyeceksin, kocan olmadan ne şartla gelebilirsin? Ancak şu şartla: Bu adam, Allah muhafaza, İslâm’dan dönecek olursa şu yaşayışını terk edecek olursa veya ahlakî bir bozukluk olursa o zaman kapımız açık.
Peki, o günün şartlarında 18 yaşında bir kıza babası böyle derse bu gelin kız ne yapacak; mecburen evlendiği kişinin sözünü dinleyecek.
Bir ara ülkemizde bir milyon boşanma davası vardı. Hukukçulara göre şimdi bu sayı daha da arttı. Evliliklerin üç yıl, hatta bir kısmının daha da az sürdüğü söyleniyor.
Hak Te‘âlâ hazretleri elimizdeki parmakları bile eşit yaratmamış. Hepsi birbirinden farklı, parmaklarımızın izleri de birbirinden farklı. Dünyada birbirinin benzeri iki insan bulamazsınız. Kadın da erkek de öbüründen farklı. Allahü Azîmü’ş-şan kadın ile erkeği birbirinden farklı vasıflarda yaratarak birbirleriyle imtihan etmeği murad etmiştir.
Bunu dikkate aldığımızda en mükemmel birliktelik, aile beraberliği, karı-koca beraberliğidir. Allahü Azîmü’ş-şan, karı-koca beraberliğinin bu şartlar içerisinde birbirlerine eza etmeden devam etmesini murad buyurmuştur. Resûlullâh (s.a.v.), “Üç kişi yolculuğa çıktığında, içlerinden birini başkan seçsinler” buyurmuştur.
Bu sebeple sağlıklı bir evlilik hayatı için, kadının kocaya itaati çok mühimdir.”
Üvey Olduklarını Hissetmeyen Çocuklar
“Babam kız istemeğe gittiğinde, dedeme şöyle söylemiş:
‘Benim ilk hanımımdan iki çocuğum var. Çocukları getirmeyeceğim, onları ayrı büyüteceğim.’
Ona böyle söz vermiş. Fakat dayanamamış.
Ahlakı güzel olmakla beraber babam, zekâsını da mükemmel kullanabilen biriydi. Gelini getirdikten birkaç gün sonra başlamış söylenmeğe:
– Ah çocuklarım da yanımda olsaydı…
Ertesi gün yemeğe oturuyor, yine aynı şey:
– Ah çocuklarım da yanımda olsaydı…
Bu böyle birkaç kez tekrar edince annem dayanamamış, demiş ki,
– Getir çocuklarını da bu konu kapansın.
Babam iki çocuğunu getiriyor, büyük ağabeyimle annemin arasında 5 yaş, ikinci ağabeyimle annemin arasında 7 yaş fark var. Annem 1923 doğumluydu, İsmail ağabeyim 1928, Cevat ağabeyim 1930 doğumlu.
14 veya 15 yaşımda bir evrak doldururken baktım İsmail Öztürk’ün annesi hanesinde “Nurizat” yazıyor; Cevat Öztürk, annesi Nurizat. Allah Allah! Yahu benim annemim adı Hâtun, onların annesinin adı Nurizat. Hiç duymamıştım böyle bir şeyi. Rahmetli anneannem evdeydi. Ona sordum:
– Anneanne bu ne hâl böyle? Dedi ki:
– Oğlum, babanın ilk hanımı öldü, ondan sonra annenle evlendi, iki ağabeyinin annesi ayrı, sebebi bu.
Yani 14 – 15 yaşına kadar annem, öbürlerinin üvey olduğunu bana bile fark ettirmemiş. Demek ki onlara ‘üff’ bile dememiş.
Onlar da, Allah için, daha başlangıçtan itibaren uyguladıkları âdetlerini son ana kadar devam ettirdiler, ikisi de ‘anne’ diye hitap ederlerdi. Öyle olunca öz çocukları bile annemin onların üvey annesi olduğunu anlamamış. Annemin ağabeylerime nasıl bakıp yetiştirdiğini düşünün… Onun ahlak ve faziletine bence en güzel örneklerden biri budur. Allah gani gani rahmet eylesin.”
Hacı Hâtun Öztürk’ün İbâdet ve Ahlakı
“Musalla taşında yıkayıcı kadını bekliyoruz. Saliha bir kadın vardı, o gelsin yıkasın diye… Annemin başörtünün altına sıkı sıkı bağladığı ‘yazmaları’ vardı. Gene sıkı sıkı bağlamış, bir tek teli gözükmemek üzere öylece yatıyor musalla taşında… Gözleri de tam olarak kapanmamış sanki nefes alıyor gibi… Yanında yengeler de var. Akrabalar olmasa eğilip bakacaktım, annem yaşıyor mu acaba diye. Yüzünde hafif bir gülümseme, gözleri de biraz açık. Allah rahmet eylesin. Öyle rahat ve güzel bir şekilde terk-i hayat etti ki… Nur içerisinde yatsın.
Annemin zikir ve evrâd dersi vardı. Gece kalkar, teheccüd namazı kılar, dersini yapardı. Gündüz de Kur’ân okurdu. Babamın izni olmadan, o bir yere götürmeden evinden dışarıya çıkmamıştır.
Bizi her konuda, babamıza itaat etmek üzere terbiye etmiş, yetiştirmişti:
‘Babanız ne diyorsa söylediğini yapacaksınız’ derdi.
Annem evde babamın avukatı gibiydi. Pederin evde olmasına hiç gerek yoktu, annem varsa zaten babam oradaydı. Konuşamaz, şikâyet de edemezdik. Yani babam şunu yaptı, böyle yaptı da diyemezdik. Çünkü o, her konuda babamla beraberdi. Her konuda babam haklıydı, ne yaparsa yapsın. Böyle bir hayat sürdü annem. Bugün bu vasıflar ne kadar insanda var, bilmiyorum. Babamla aralarında nefret veya olumsuz bir şey asla hissetmedik. Yani ‘üff’ çok hafif bir ifade, ama birbirlerine onu da demediler. Birbirlerinden şikâyetçi de olmadılar. Allah rahmet eylesin.
Tesettüre son derece riâyet eder, çocuklarının da aynı şekilde olması için çalışan bir kimseydi. Eve gelen bütün ihvanın senelerce yemeğini çayını ikram etti. Yaptığı hizmeti seve seve, söylenmeden yapardı.
Dedem ben 8 yaşımda iken, anneannem de 17 yaşımdayken vefat etti. Allah rahmet eylesin. Anneanneme de ait söylenecek bir şey var. Anneannem de her sene bir müddet bizde kalır ondan sonra giderdi. Üvey evlat meselesini annem söylememişti, o söyleyebilirdi, yani bize bir vesileyle duyurabilirdi. O da duyurmadı ağabeylerimin üvey olduğunu. Zarif ve hassas bir insandı. Allah rahmet eylesin.”
ÇOCUKLUK GÜNLERİ
Kendileri o günleri şöyle anlatır:
“Adana’da bizim evle, Sâmi Efendi hazretlerinin evi arasındaki mesafe 300-400 metreydi. Yürüyerek rahat gidilip gelinebiliyordu. Sâmi Efendi hazretleri 1952’de İstanbul’a gittiğinde ben 6 yaşımdaydım. O günlerde Hazret’in evlerine gittiğimizi, kendilerinin de bizim eve geldiğini, bazı kimselerle görüştüğünü, geldiklerinde ellerini öptüğümü hatırlıyorum.
İlkokula Adana’da başlamıştım. Dördüncü, beşinci sınıfları Erenköy Zihni Paşa İlkokulu’nda okudum. Böylece ilkokulu Erenköy’de tamamlamış oldum.
Erenköy Zihni Paşa İlkokulu, Zihni Paşa Camii müştemilâtından idi. O camiyi yaptıran Zihni Paşa oraya medrese de yaptırmıştı, sonra bu medreseyi ilkokula çevirmişlerdi.”
Muhterem Ömer Öztürk’ün aile dostu ve yaşıtı olan Kayserili Taha Kirazoğlu anlatır:
“Çok küçük yaştan beri mahalle arkadaşlığımız vardı. Çocukluğumuz aynı sokakta geçti. Ömer Bey ezan okunduğunda top oynamayı veya her hangi bir oyunu bırakıp ezan bitene kadar çömelip ezanı sükûnetle dinlerdi. Dolayısıyla bizler de oyunu bırakıp beklerdik. Mahallenin çocukları olarak hepimiz sinemaya, denize, vakit geçirmek için gezmeğe giderdik. ‘Hadi Ömer sen de gel! derdik gelmezdi. Sakin, ağırbaşlı bir çocukluğu vardı.”
Hz. Sâmi’nin (k.s.) ihvânından, hâlen Erenköy’de ikâmet eden (85 yaşında-2015) Hikmet Akçoknak anlatır:
– Ömer Bey çocukluğunda bir başkaydı; edepli, vakur bir çocuktu, sorulmadıkça pek bir şey söylemezdi. Daha sonraları bizler hep ticaret peşinde koştuk, Ömer Bey Talebe Birliği’nde cihâd yaptı.
Sâmi Sultan (manevi) vazîfeyi ona verdi. Daha sağlığındayken bir sohbet esnasında kalkıp kendi yerine onu oturttu, burası senin yerin, dedi. Eteğine iyi yapışmak lazım!”
Kur’ân Eğitimine Başlamaları ve İlkokul Yılları
Muhterem Ömer Öztürk, eğitim hayatı ile ilgili şu bilgileri vermektedir:
“İlkokuldan önce Adana’da, Şeyhoğlu Camii imamlarından Ahmet Hoca’dan Kur’ân öğrenmeğe başladım. Ahmet Hoca’dan sonra Adana’da Recep Hafız ile Kur’ân tahsiline devam ettim. 1952 yılında Hz. Mahmud Sâmi Ramazanoğlu (k.s.) İstanbul’a hicret etti. Biz de 1955’te İstanbul’a yerleştik.
Biz İstanbul’a göçtükten sonra, eşyaları toplayıp dükkânı da oradaki bir muhasebeciye bırakmak üzere babamla Adana’ya döndük. Birkaç ay daha kaldık. Dokuz on yaşlarında iken İstanbul’a yerleşmiş olduk.
Okul çağına gelince babam beni bir sene okula göndermedi. Ahmed Hoca’dan tecvid ve kıraat öğrensin, Kur’ân okumasını ilerletsin, bazı ezberleri yapsın diye ilkokula bir sene geç gönderdi. Amme cüzünü ezberlemiştim. Sonra rahmetli babam bu uygulamasından dolayı pişman oldu. Diyordu ki:
– Oğlum o zaman aklımız ermiyordu, bize bir akıl veren de olmadı. Kur’ân’ı iyi öğrensin; tecvid, kıraat öğrensin diye bir sene seni okula geç gönderdim. Ama o bir sene zarfında sen hafız olurmuşsun, bizim aklımız ona ermedi.
İki hocadan Kur’ân öğrenmiştim. Adana’da başka da yoktu zaten. Recep Hafız, Allah rahmet eylesin, evimize gelirdi. Ahmet Hoca da Şeyhoğlu Camii’nin imamıydı, oraya giderdik. İstanbul’da bir sene, Hekimoğlu Ali Paşa Camii İmamı Hilmi Toros Hoca’dan tecvid ve kıraat öğrendim.”
Ahmed Hoca’nın İhlası
“Ahmed Hoca, salih bir zâttı. O zamanlar tabii kadro yok, Allah rızası için imamlık yapıyor hoca. Her sene yaz aylarında bir süre kaybolurmuş. Birgün babam kendisine sormuş:
– Hocaefendi, yaz boyunca kayboluyorsun, nereye gidiyorsun?’ Önce söylemek istememiş ama sonra şöyle anlatmış:
– Mehmed Bey, benim bir maaşım, düzenli gelirim yok. Babadan kalma bir ev var, kira vermiyorum. Yazın hasat zamanı köyüme gidiyorum, orada bana ve komşularımıza ait tarlalar var; bu tarlalarda çalışıyorum, komşuların verdiği hububatı satıp onunla geçiniyorum.
Allah rahmet eylesin. Yetmiş yaşında Allah nasip etti hocaefendi hacca geldi. Mekke-i Mükerreme’de Cennetü’l-Muallâ’da Hz. Hatice validemize komşu oldu, elhamdülillah. Nur içinde yatsın. O zaman Kur’ân öğreten olmadığı için Hoca, hem Elifba cüzünden Kur’ân okutur, hem tecvit, kıraat okutur, kimini de hafızlığa çalıştırırdı. Cami doluydu, her öğrenciyi ayrı ayrı çalıştırırdı. Hafız adaylarına şöyle derdi:
– Oğlum hafız olmak kolay, esas zor olan hafız ölmektir. Çünkü Cenâb-ı Hak ilmi isteyene vereceğim diyor. Eh siz de hafız olmak istiyorsunuz Allah vaadinde sâdık, size hafızlığı ihsan edecek. Ama hâfız ölmenin bir teminatı yok. Bu sebeple hafız ölmek için gayret edin!”
GALATASARAY LİSESİ YILLARI
Muhterem Ömer Öztürk anlatıyor:
“Ortaokul ve lise tahsiline Galatasaray Lisesi’nde başladım. Türkiye’de Fransızca eğitim veren okullardan: Saint Joseph ve Galatasaray Lisesi… Her ikisinin de Türkiye’de ayrı görevleri icra eden vazifeleri vardı.
Galatasaray Lisesi’nin Felsefe hocası papaz Pierre Gauthier: “Siz, Galatasaray Lisesi’nde üç dört tane imalat hatası varsınız” derdi.
Başta Mehmed Şevket Eygi ağabeyi kastediyordu. Ona göre ‘imalat hatası’ olan bu üç dört kişiden biri de bendim.
Galatasaray Lisesi’nde dikkate değer hatıralarım oldu. Onlardan birkaçını nakledeyim.
Galatasaray Lisesi’nde Yüz Otuz Kişi ile Tutulan Oruç
Lisede yatılı okuyorduk. Ramazan orucu için yirmi beş kişi müracaat etmiştik. Müdür Ali Teoman Bey:
– Yirmi beş kişi nasıl yemek yiyeceksiniz? Burada sabah, öğlen, bir de akşam yemeği çıkıyor. Size başka yemek veremeyiz, demişti.
Gündüz okuyan çocukların yemek yediği bir yemekhane vardı. Müdür Bey’e:
– Akşam ve gece o yemekhane boş. Orada sadece öğle yemeği yeniyor. Çıkarılan yemeklerden bize saklanırsa, biz o yemekleri orada akşam ve gece yeriz, dedim. Müdür Bey:
– Gece o yemeklerin ısıtılması lazım. Soğuk soğuk yiyemezsiniz. Hademeler de bu işi yapmazlar, dedi.
– Siz müsaade ederseniz ben hademelere yaptırırım. Yeter ki siz izin verin, dedim.
Böylece yirmi beş kişi ile oruca başlamış olduk. Son senemizde oruç tutan kişi sayısı yüz otuz idi.
Yıllar sonra, liseden sınıf arkadaşım Suudi Arabistan Büyükelçisi Osman Durak, büyükelçiliği sırasında bizim eve gelmişti. Ziyaretinde lisede oruç tutmamız da mevzu olmuştu. Ben akşam namazını kılmak için dışarı çıkınca:
– Sen damadım Ömer ile otur, dedim. Ben dışarı çıkınca Osman:
– Bize orada zorla oruç tutturdu, şimdi de namaz kıldıracak herhâlde! demiş.
Hâlbuki orada zorla oruç tutturmadık. Oruç tutarsanız yemek çıkıyor diye teklifte bulunuyorduk, o kadar.
Bizim okulun müdürü Ali Teoman Bey, Yükseköğretim Genel Müdürlüğü’nden kendi isteğiyle Galatasaray Lisesi Müdürlüğü’ne geçmişti. Biz iftardayken geldi:
– Siz iftarda ne söylüyorsunuz, diye sordu. Bildiğimiz, ‘Allahümme leke sumtü…’ diye başlayan duayı söyledim. Dedi ki:
– Bak yanlış biliyorsun hoca, bunları iyi öğren.
Müdür Bey orada ‘hoca’ deyince adımız ‘hoca’ olarak kaldı.
– Ya ne diyeceğiz? diye sordum.
– Allahümme ya vâsia’l-mağfirati iğfir lî, diyeceksin dedi.
Demek ki çocukluğunda öğrendiği bu duayı unutmamış.
– Hocam bu dua iftar saati beklenirken söylenir. Anlamı da; ‘Ey mağfireti sonsuz olan Allah’ım! Beni bağışla’ demektir, deyince şu karşılığı verdi:
– Yok, sen bunu git bir sor.
Türkleri Ayda Bilirdik
Avrupalı’nın demokrat ve insan haklarına saygılı olduğuna dair senelerdir çok büyük propaganda yapıyorlar. Avrupalı, hâkimiyet sahasına tecavüz etmediğin müddetçe demokrat görünür. Hele bir onların hâkimiyet sahasına girmeğe teşebbüs edin de o zaman görün demokrasiyi, özgürlüğü…
Fransa İçişleri Bakanı yirmi sene önce, kızların başörtülü olarak okula girme meselesi için:
– Eğer bir bez parçasından Fransa devleti korkacaksa o zaman batmışız demektir, diyordu.
Peki, şimdi ne oldu? Yirmi sene evvel tehlike değilken, şimdi kendileri açısından tehlike ortaya çıkınca başı örtülü kızları okula almıyorlar. Kendi hâkimiyet hudutlarına girmediğin müddetçe demokrat görünüyorlar, o hudutlara girince ne demokrasi kalıyor, ne özgürlük, ne de insan hakları!
Biz lise üçüncü sınıftayken derste Fransız edebiyatı hocası şöyle demişti:
– Biz 16. asırda Türkleri, Osmanlıları aydan gelmiş adamlar zannederdik.
Ben parmak kaldırdım. (Bizim okulda böyle şeyler serbestti, fikir münakaşası yapılırdı. Konuşabilirdin, fikrini rahatça söyleyebilirdin; ben tanındığım için itiraz ettiğimde tepki verirlerdi.) Elimi kaldırınca hoşlanmadı ama ne diyeceğimi de merak ettiği için:
– Buyrun, dedi. Bunun üzerine şu tarihi bilgiyi naklettim:
– Fransa kralı Fransuva, 24 Şubat 1525’te Kuzey İtalya’da Pavia Savaşı’nda Şarlken’in ordularına yenilip esir alınmıştı. Fransuva’nın esareti sürüyor, hiçbir Avrupa devleti, Şarlken’i yola getiremiyordu. Fransızlar çıkış yolunu, Osmanlı’ya müracaatta buldu ve Kanuni Sultan Süleyman’a yakarışlarla dolu bir mektup gönderdiler. Kanuni Sultan Süleyman, 1526 yılı Ocak ayında yardım isteğine karşı gönderdiği fermanda Osmanlı tahtının haşmetini zikrediyor, Fransa’yı sıradan bir vilayet, kralını ise unvansız addediyordu. Şöyle diyordu:
‘Ben ki sultanlar sultanı, hakanlar hakanı, hükümdarlara taç veren, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Azerbaycan’ın ve Şam’ın ve Halep’in ve Mısır’ın ve Medine’nin ve Kudüs’ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen’in ve nice memleketlerin sultanı ve padişahı Sultan Bayazıd Han oğlu, Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han’ım. Sen ki Fransa vilayetinin kralı Fransuva’sın. Hükümdarların sığındığı kapıma elçinizle mektup gönderip ülkenizi düşman istila edip şu anda hapiste olduğunuzu bildirip kurtuluşunuz konusunda bizden yardım talep ediyorsunuz. Söylediğiniz her şey dünyayı idare eden tahtımızın ayaklarına arz olunmuştur. Her şeyden haberdar oldum. Yenilmek ve hapsolunmak hayret edilecek bir şey değildir. Gönlünüzü hoş tutup üzülmeyesiniz. Böyle bir durumda atalarımız, düşmanları mağlup etmek ve ülkeler fethetmek için seferden geri kalmamışlardır. Biz de atalarımızın yolundayız ve daima memleketler ve alınmaz kaleler fetheylemekteyiz. Gece gündüz daima atımız eyerlenmiş ve kılıcımız belimizde kuşatılmıştır. Yüce Allah hayırlara bağışlasın. Allah’ın istediği ne ise o olur. Bundan başka haberleri, gönderdiğiniz adamınızdan öğrenesiniz. Böyle biliniz.’
Daha sonra Kanuni Sultan Süleyman, Şarlken’e, Fransa Kralı’nın ‘derhâl’ kaydıyla serbest bırakılmasını, aksi hâlde bahara yanında olacağını bildirdi. Şarlken bu haşmetli Cihan imparatorunun baskısıyla Fransuva’yı serbest bıraktı.
Hadiseyi anlattıktan sonra şöyle sordum:
– Sizin kralınız Fransuva’nın annesi ve Fransız sarayı kime müracaat etmişti? Aya mı müracaat etmişti, yoksa Osmanlı sultanına, İstanbul’a mı müracaat etmişti?
– Zaten her zaman da sen mevzu dışına çıkarsın, dedi. Dedim ki:
– Sizinki mevzu dışı olmuyor da neden benimki mevzu dışı oluyor? Siz dediniz ki biz Osmanlı’yı uzaydan gelmiş bilirdik, ben de sizin kralınızın annesinin Osmanlı’ya müracaatını sordum. Aya mı müracaatını yapmış, yoksa İstanbul’a mı, cevabını verin bunun. Burada mevzunun dışına çıkacak bir durum yok.
– Peki, söylediğiniz anlaşıldı. Buyurun yerinize oturabilirsiniz, dedi.
Dışarıdan bakıldığında modern ve demokrat görünürler; ama gerçekte bunların hepsi masal. Kendi hâkimiyet sahalarına dokununca ne demokrasi tanırlar ne de insan hakları!”
Tiyatro Kulübü Başkanlıkları
“Galatasaray Lisesi’ndeki öğrencilik yıllarımda Korkut Özal ile sık sık görüşürdük. Bana bir gün:
– Lisede Tiyatro Kolu başkanlığını alırsan faaliyette bulunur, hizmet edersin, demişti. O zaman ben lise 3. sınıftaydım.
– Ben hayatımda tiyatroya gitmedim, tiyatro nedir bilmem, dedim.
– Git şurada Dormen Tiyatrosu var. Bir sefer izle, hemencecik öğrenirsin ne olduğunu, dedi.
– Peki, tiyatro işine girip ne yapacağız dedim.
Bizim edebiyat hocamız (komünizmin ağa babalarından) Tahir Alangu, Anna Karanina’nın kitaplarından piyesler seçip talebeler vasıtasıyla neşrederdi. Bu piyeslerden her ay bir tanesi oynanırdı.
Korkut Bey bunu bildiği için dedi ki:
– Her ay komünizm propagandası yapan bir piyes oynanıyor. Tiyatro kolu senin elinde olursa senede yedi tane değil bir tane piyes oynanır.
Hakikaten de öyle oldu. Sene içinde tiyatroda bir piyes oynattık. O yazdığı piyeste de cami ve Müslümanlarla dalga geçiyordu. Rötuşladım piyesi, o yerleri çıkardım.
– Piyesi de kuşa çevirmiş, dedi hoca.
Tahir Alangu öyle öfkelenmişti ki, ağzındaki sigarayı çekince nasıl bir hırs ile çekmişse dudağını kanatmıştı.
– 17 yaşındaki çocukla baş edemedik. Tiyatro kolu başkanı oldu. Hiçbir piyesi oynatmadı. Oynanan piyesi de kendisine göre kuşa çevirdi, demişti.”
İslâmî hizmetlerine henüz ortaokul lise yıllarında başlayan, daha sonra MTTB vesilesiyle bunu Türkiye çapında kitlesel bir gençlik hareketi hâline dönüştüren ve Türk milletini gençlikten başlayarak yeniden şuurlandırmağa çalışan Muhterem Ömer Öztürk ile ilgili yıllar sonra Korkut Özal şu tespiti yapacaktır:
“Türkiye’de İslâmî gençlik hareketi Ömer Öztürk ile başlamıştır.”
ÜNİVERSİTE YILLARI ve MTTB İLE TANIŞMA
Muhterem Ömer Öztürk, üniversiteyi, şu an Marmara Üniversitesi Rektörlük binası olarak kullanılan Sultanahmet’teki İktisadi ve Ticarî İlimler Akademisi’nde okudu. Akademiye devam mecburiyeti olmadığından, akademiyle birlikte babasının yanında ticaretle de uğraşıyordu. 1964 yılında kendi aile şirketlerine ortak olarak Ticaret Odası’nın 37. grubu olan Demirciler Grubu’na kaydını yaptırmıştı. Bu sıralarda öğrenci hareketlerinin içerisinde de yer almış, Millî Türk Talebe Birliği’nin 48. dönem Yönetim Kurulu üyeliğine seçilmişti.
Üniversite yıllarına ait bir hatırayı kendileri şöyle anlatıyorlar:
“Genel İktisat Teorileri hocası Prof. Dr. Ekrem Özelmas bir ders çıkışında, derste anlattığı konuyu kastederek dedi ki:
– Keynes ne güzel söylemiş değil mi? İdeal toplumda faiz haddi sıfırdır. Yani iyi bir iktisadî düzende faiz olmaz.
Bilindiği gibi Keynes, ‘modern iktisadın babası’ olarak tanınır. Amerika’nın şimdiye kadar takip ettiği iktisat siyasetinin temelini atan kişidir.
– Hoca ömrünü boşuna harcamış, dedim.
Ekrem Bey irkildi:
– Neden? diye sordu.
– Kaç yıl bu iktisadî teoriler için çalışmış düşünsenize. 40-50 senesi boşuna gitmiş. ‘Lâ ilahe illallah Muhammedün Resûlullâh’ deseydi, ömrünün sonunda vardığı noktaya başında gelmiş olacaktı. Kalan ömründe de insanlığa hizmet edecekti, dedim.
Allah Resûlü (s.a.v.) Vedâ Hutbesi’nde; ‘Faizin her çeşidi ayağımın altındadır’ buyurarak asırlar önce ideal toplumun yapıtaşlarını zikrediyorlar. O söz ne zaman şeref-sâdır olmuşsa ideal toplum o zaman başlamış demektir.”
MTTB’ye Girişleri
Muhterem Ömer Öztürk’ün MTTB’ye girişi 1968 yılındadır. Talebe Birliği bir otelde kuruluş gecesi tertip etmiş, giriş biletlerinin satılmasına yardımcı olmaları içinde Öztürkler’in Tersane Caddesi’ndeki dükkânlarına gelip abilerine ricada bulunmuşlardır. Bunun üzerine Cevat Öztürk:
– Ömer bizden daha iyi satar, piyasada itibarı bizden yüksektir. Size o yardımcı olsun, demiş ve böylece bu işle ilgilenen Ömer Öztürk, Birlik adına 40 küsûr bilet satmıştır. O zaman 48. dönemini idrak eden MTTB’de resmi bir görevi olmamakla birlikte, bu gibi vesilelerle ara sıra gidip gelmeye başlayan Muhterem Ömer Öztürk, böylece MTTB’nin işleyişindeki sıkıntıları bizzat müşahede etme imkanı bulmuştur.
MTTB o dönemde, henüz sonraki yıllarda kazanacağı popularite ve toplumsal faalliğinden yoksundu, Türk gençliğinin sesi olma iddiası ise oldukça sönüktü. Hatta daha sonraki dönemde Burhanettin Kayhan, Hüseyin Coşkun, Osman Yumakoğlu ve Ömer Öztürk’ün Nurettin Topçu’yu ziyaretinde Topçu durumu tespit mahiyetindeki şu ifadeleri kullanmıştı:
– Burhan evladım, hiçbir şey yapamıyorsunuz, bari alın kaldırım taşlarını şu bar-caz yazan yerlerin bir iki tabelasını kırın da sizi de onunla analım…
Topçu, bu tespitinde yalnız değildi. Dönemin Emniyet Genel Müdürü Ömer Naci Bey de kardeşinin kitabevindeki bir davette Nurettin Topçu’nun ifadelerine benzer sözler sarf etmişti.
MTTB’ye katıldıktan kısa süre sonra ‘genel muhasip’ olarak göreve başlayan Muhterem Ömer Öztürk ilk olarak malî tedbirleri devreye soktu. Önceki dönemde 40 kişilik bir malî komite kurulmuş, fakat üyelerin komiteye tayininde liyakat ve ehliyet pek gözetilmemişti. Bu da işlerin arzulandığı şekilde icra edilmesini engellemekteydi. Ayrıca başkanın kendisi de dâhil olmak üzere MTTB’den maaş alan 20 kişi vardı. Genel muhasip olduktan sonra malî tedbirler çerçevesinde maaşları kaldıran ve malî komiteyi dağıtan Öztürk, Talebe Birliği’nin gelirlerinin tamamen öğrenci faaliyetlerine harcanması uygulamasını başlatmış oldu.
“Zaferin Binlerce Babası Vardır, Mağlubiyet Öksüzdür”
Birlik, üniversite öğrencilerine ulaşmada da istenen seviyeyi yakalayabilmiş değildi. O sıralarda Edebiyat Fakültesi’ndeki kimi yanlış uygulamalara işaret etmek ve bu vesileyle talebenin de içine girmek maksadıyla Muhterem Ömer Öztürk şöyle bir teklifte bulundu:
– Talebeyi toplayalım, gidip Fakülte’yi işgal edelim, yönetimin istifa etmesini sağlayalım. İsteklerimizi de beyan edelim. Daha sonra taleplerimizin yerine getirildiğini talebeye duyuralım. Böylece bir talebe faaliyeti yapmış oluruz. Herkes yapıyor zaten.
Bu teklif üzerine gece birçok kişi toplandı ve sabah 7’de girişler tutularak Fakülte işgal edildi. Tertip edildiği gibi yönetim istifa ettirildi ve diğer istekler de yerine getirtildi. O dönemde MTTB Genel Sekreteri olan Osman Yumakoğulları, görevi icabı faaliyet yerinde bulunması gerektiği halde yurtta yatmakta ve iki kez haber yollanmasına rağmen gelmemekteydi.
Saat 11.00’de Emniyet 1.Şube Müdürü Ilgaz Aykutlu; “Bak Ömer, iş halloldu, istediğinizi aldınız, işgali kaldırın. Yoksa müdahale edeceğiz” diye haber yolladı. Gruptaki bazı öğrenciler silahlıydı. Bunun muhtemel bir probleme yol açmasına mani olmak isteyen ve maksadın hâsıl olduğunu düşünen Öztürk, Aykutlu’ya:
– Ben gelinceye kadar bekleyin, bir konuşma yapıp arkadaşları dağıtayım, dedi. Ancak, o esnada Osman Yumakoğulları geldi ve:
– Ömerciğim bir istirhamım var. Konuşmayı ben yapsam olur mu? Nasıl olsa senin bir iddian yok, diyerek tabiri caizse rol kapmaya çalıştı.
İleriye yönelik şöhret veya bir makam niyet ve beklentisi içerisinde bulunmayan Öztürk, konuşmayı başkasının yapmasında bir sakınca görmediğinden:
– Peki, buyur yap, dedi.
Zira önemli olan MTTB adına bir faaliyet yapılmasıydı. Zafer olsun da babası kim olursa olsun, akl-ı selîm sahipleri için fark etmezdi.
1970 Dünya Gençlik Kurultayı
1968-1969 yıllarında yapılan bu faaliyetlerden sonra Ömer Öztürk, MTTB Yönetim Kurulu Üyesi olarak 1970 yılında Birleşmiş Milletler tarafından New York’ta yapılan Dünya Gençlik Kurultayı’na katıldı.
Yüksek tahsil gençliğini temsil etmek üzere Millî Türk Talebe Birliği’nden bir temsilci talep edilmiş, Muhterem Ömer Öztürk derslerini geri bırakmamak ve sınıfta kalmamak sâikiyle temsilci olmak istememiştir. Ancak aday olarak tespit edilen birkaç kişinin Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın lisan imtihanını kazanamaması üzerine temsilcilik tekrar Muhterem Ömer Öztürk’e havale edilmiştir. Böylece derslerinin bir kısmını bırakıp 1970 Temmuz’unda Amerika’ya giderek kurultaya iştirak etmiştir.
Kurultayla ilgili, 5 Temmuz 1970’te MTTB Basın Bürosu’ndan yapılan açıklamada, şu bilgiler verilmiştir:
“9 Temmuz Perşembe günü başlayıp 18 Temmuz Cumartesi günü sona erecek Dünya Gençlik Kurultayı’na Türk gençliğini temsilen MTTB temsilcisi davet edilmiştir. New York BM salonunda yapılacak olan toplantıya iştirak etmeği MTTB Genel Yönetim Kurulu Üyesi Genel Muhasib Ömer Öztürk kabul etmiş ve delege olarak vazifelendirilmiştir. Ömer Öztürk, bugün 5 Temmuz 1970 Pazar günü saat 7.45’te uçakla Ankara’dan New York’a hareket etmiştir. Ömer Öztürk, Galatasaray Lisesi mezunu olup iyi derecede Fransızca ve İngilizce bilmektedir.
Hâlen İstanbul İktisadi ve Ticarî İlimler Akademisi son sınıf talebesidir. Türk gençliğinin temsilcisi Ömer Öztürk, dünya sulhu ve dünya gençliğinin meseleleri ile ilgili Fransızca olarak hazırladığı bir raporu kurultay başkanlığına takdim edecektir.
6 Temmuz 1970 Pazartesi günü New York’ta Türk Heyetini, Türkiye Elçiliği mensupları ile W. Y. A. (Dünya Gençlik Teşkilatı) mensupları karşılamıştır.
7 Temmuz 1970 Salı günü New York’ta ağırlanan Türk delegeleri BM Güvenlik Konseyi salonunda ön toplantıya iştirak etmişlerdir.”
Müslüman’dan Müslüman’a Negatif Ayrımcılık
Gençlik kurultayında yaşanan bazı hadiseleri Muhterem Ömer Öztürk şöyle anlatıyorlar:
“Dünya Gençlik Kurultayı’nda 26 gün kaldık. Tamamıyla Amerikan propagandası yapılıyordu… Dünyanın çeşitli ülkelerinden gençlik temsilcilerini toplamışlar, Amerikan emperyalizminden konuşuluyor. Barış komitesi başkanı Filistinli, kırmızı başörtüsü kullanan Muhammed adlı Müslüman bir çocuktu. Herkese beşer dakika konuşma müddeti tanınıyordu. Ancak Rus delegesi 25 dakika konuşmasına rağmen hiç bir şey demedi. Ben konuşmağa başladım, beş dakika sonra konuşmama müdahale edildi, sözlerimi bitirmeme müsaade edilmedi. Ben de dedim ki:
– Hepimiz Amerikan emperyalizminden bahsediyoruz da neden Rus emperyalizminden söz etmiyoruz?
Ardından İslâm ile alakalı birkaç şey söyleyince mikrofon kapandı.”
Bir Müslümanın Müslümana çifte standart uygulamasına taaccüp eden Muhterem Ömer Öztürk oturumdan sonra başkana:
– Sen ne biçim Müslümansın! Rus’u 25 dakika konuşturdun, benim konuşmamı beş dakika sonra kestin!, der. Oturum başkanının savunması ise enteresandır:
– Taraf tutuyor demesinler diye böyle yaptım.
Bunun üzerine Muhterem Ömer Öztürk şöyle der:
– Peki, Rus’a 25 dakika müsaade edince taraf tutmuş olmuyor musun?
Birleşmiş Milletler Binasında Mescid
Birleşmiş Milletler nezdinde gerçekleştirilen bu kurultaya katılanlar arasında kırk civarında Müslüman ülke temsilcisi de vardı. Ancak bu temsilcilere, namazlarını eda edecek bir yer tahsis edilmemişti. BM Genel Sekreteri U. Thant, açılış konuşmasını yaptıktan sonra temsilcilerin teker teker ellerini sıkarak ‘Hoş geldiniz!’ diyordu. Ömer Öztürk sıra kendisine geldiğinde genel sekretere:
– Size bir maruzatım olacak, sizinle nasıl görüşürüm? diye sordu. U. Thant:
– Genel Sekreter odası var, özel kalemime müracaat et, benimle görüştürürler, dedi.
Muhterem Ömer Öztürk, genel sekreterle görüşmek için özel kaleme müracaat etti ve aralarında şöyle bir konuşma cereyan etti:
– Burada kırk küsur Müslüman ülke temsilcisi, birçok da Müslüman var. Namaz kılmamız lazım, bize bir oda tahsis etseniz de namaz kılsak.
– Ne lazım?
– Kullanılmamış temiz bir halı, bir de kırk kişinin namaz kılabileceğibir oda bize yeter.
Bu konuşmanın ardından namaz kılınması için yeni halıyla döşenmiş bir oda tahsis edilir. Cuma namazında hutbe okumak için talep edilmiş olan yüksekçe bir basamak da temin edilir.
New York’ta Müslümanların namaz kıldığı bir camiye gidilir ve oradaki cemiyetten namaz kıldıracak, hutbe okuyacak bir imam istenir. Cemiyet, Mısırlı birini imam olarak gönderir. Cuma günü, Mısırlı imam dünyanın her tarafından gelmiş bu gençleri bir daha bulamam düşüncesiyle hutbeyi uzattıkça uzatır ve tam bir buçuk saat hutbe okur. Bu esnada toplantının da başlaması üzerine cemaatin çoğu toplantıya geçer. Zira geç kalırlarsa 100 $’lık harcırahı alamayacaklardır. En son mescidde imam, Ömer Öztürk ve Endonezyalı bir Müslümandan başkası kalmaz.
Allah’ın lütf u keremiyle yirmi altı gün, Birleşmiş Milletler binasında namaz kılınmasına ve günde üç vakit hoparlörle ezan okunmasına vesile olan Ömer Öztürk, BM’nin binasında kuruluşundan o güne kadar ezan okutabilen tek kişi olmuştur.
Kanada Seyahati, Diğer Temaslar ve Basın Toplantısı
Muhterem Ömer Öztürk, Dünya Gençlik Kurultayı’ndan sonra 19-24 Temmuz 1970 tarihleri arasında beş günlüğüne Kanada’ya geçerek burada gerçekleştirilen Milletlerarası Gençlik Kuruluşları Toplantısı’na iştirak etti ve 1972’de yapılacak Dünya Gençlik Kurultayı’nın ön çalışmalarına dair temaslarda bulundu. Burada Türk gençliğinin düşüncelerini ve hadiselere bakışını anlattı. Aynı zamanda Türkiye’de de UNESCO’nun çeşitli toplantılarına iştirak etti.
Kanada’dan sonra Belçika’ya geçen Muhterem Ömer Öztürk, burada üç gün kaldı. Dünya Gençlik Teşkilatı Dış Temaslar Müdürlüğü’nün davetlisi olarak çeşitli görüşmeler ve çalışmalar yaptıktan sonra İstanbul’a döndü. Dönüşünde 8 Ağustos 1970 Cumartesi günü MTTB binasında bir basın toplantısı düzenler ve özet olarak şu bilgileri verdi:
“9 Temmuz 1970 Perşembe günü New York’ta BM Genel Kurul Salonu’nda Dünya I. Gençlik Kurultayı, 122 ülkeden 648 delegenin iştirakiyle çalışmalarına başlamış, kurultayın ilk konuşmasını davet sahibi olarak BM Genel Sekreteri U. Thant yapmış, daha sonra komisyon çalışmalarına geçilmiştir. Bunlardan ayrı olarak tarafımdan yapılan davetle Müslüman ülkelerin temsilcileriyle müteaddid toplantılar yapılmış, birlikte hareket esası üzerinde durulmuş, ileride de devam edecek temaslarımız neticesinde ‘Müslüman Gençlik’in sesini bütün dünyaya duyurma kararı verilmiştir. Bu davette bana en büyük desteği sağlayanın da Endonezya’da komünistleri temizleme hareketini idare edenlerden Muhammedî Talebe Teşkilatı Reisi Lokman Harun ile Muhammed Sıddık olduğunu zikretmeden geçemeyeceğim.
Kurultay’a 25 yaşından büyük olanların alınmaması kararlaştırılmışken başta Rusya olmak üzerebütün demir perde ülkelerinin 35-40 hatta 47 yaşındaki temsilcilerini göndermesi, bunların aynı merkezden aldıkları komitacı taktikleri bütün dünya gençlerinin gözleri önünde tatbikten çekinmemeleri sık sık hadiseler çıkmasına sebep olmuştur. Türkiye delegesi olarak benim de katıldığım Barış Komisyonu Başkanlığı’na, rey sandığı kaçırılarak bir oldubitti ile el-Fetih’in komünist delegesinin seçilmesi ve bu komünistin, hür dünya temsilcilerine konuşma hakkı vermemesi, konuşma imkânı bulanların da komünist delegelerin sıra kapaklarını vurarak konuşmaları dinletmemeleri bunun en güzel misalidir. Meselâ, ben komisyonda konuşurken kasten hoparlör kesildi, konuşmama kapakların gürültüsü arasında hoparlörsüz devam etmek zorunda kaldım.
Aynı durum, daha sonra genel kurulda da devam etti. Divan başkanının kendilerinden olmamasını bahane ederek yine hâdise çıkarmak yoluna gitmişlerdir. Genel kurulda anti-komünist hür ülkelerin temsilcileri çoğunlukta olmadığı için, Rusya’nın Çekoslovakya’dan çekilmesi ve Türkistan’daki vahşete son verip oranın istiklâlini tanıması yolundaki genel kurulun isteği alkışlanmış ama komünistler yine hâdise çıkartmak küstahlığını göstermişlerdir.
Aynı konuşmamızda ve verdiğimiz tebliğde bunlardan başka Batı Trakya Türklerine yapılan zulümden, Kıbrıs davamızdan da bahsedilmiş ve İsrail’in suçluluğunun kabulü ve kınanması istenmiştir. Komünistlerin bu taktiklerine rağmen sadece Barış Komisyonu Raporu’na, Çekoslovakya’dan Rusya’nın çekilmesi isteği ekletilebilmiş; Türkistan, Batı Trakya Türkleri, Kıbrıs meselelerinden bahsettirmek mümkün olmamıştır. Bu arada tarafımdan U. Thant’la Sayın Büyükelçimiz Ümit Haluk Bayülken’in de katıldığı bir görüşme gerçekleştirilmiş, Amerika’nın Sesi Radyosu’nda ve Amerikan televizyonunda Türkiye adına konuşmalar yapılmıştır.
Dünya I. Gençlik Kurultayı Barış Komisyonu, İktisadî Kalkınma, Eğitim, İnsan ve Çevresi Komisyonlarından gelen raporları bazı değişikliklere uğratarak kabul etmiş ve komünistlerin sık sık çıkarttıkları kavgalara sahne olarak U. Thant’ın konuşmasıyla 1972’de tekrar toplanmak üzere dağılmıştır.
Kurultay’dan sonra Türkiye adına benim iştirak ettiğim, Kanada’daki Milletlerarası Gençlik Kuruluşları Toplantı’sına gidilmiş ve ileride Kanada’da yapılacak esas toplantıya hazırlık mahiyetindeki çalışmalarda bulunulmuştur.”
MTTB BAŞKANLIKLARI
Millî Türk Talebe Birliği, kuruluş gayesine yönelik faaliyetleri 1971 yılına kadar aralıklarla devam ettirmeğe çalışmış, bu tarihe kadar belli mihrakların kontrol ve desteğindeki faaliyetleri ile ön plana çıkmıştır. Bir önceki dönem genel muhasiplik vazifesinde iken Türkiye Temsilcisi olarak katıldığı ‘Dünya Gençlik Kurultayı’nda kendisini gösteren, konferans müddetince Birleşmiş Milletler binasında Müslüman ülke temsilcileri için ezan okutup mescid açtırarak Müslüman gençlerin namaz kılmasını temin eden Ömer Öztürk’ün 26 Mart 1971 yılında genel başkan olmasıyla, MTTB gerçek kimliğine kavuşmuş, temsil ettiği vazife için iftihar vesilesi olmuştur.
Bu döneme kadar kamuoyuna yönelik göstermelik faaliyetlerinden öteye gidemeyen, Türkiye’deki güdümlü kör dövüşün bir oyuncusu durumunda olan MTTB, büyük bir dönüşüm yaşayarak, artık hiçbir mihrakın kontrolü ve desteği olmaksızın ve Türkiye’de bu mihrakların sahnelediği senaryoların hiçbirinin oyuncusu olmaksızın, ülkemizin en güvenilir teşkilatlarından biri hâline gelmiştir.
MTTB, Muhterem Ömer Öztürk’ün verdiği ruh ve ivme ile 1980’e kadar aynı vazifesini devam ettirmiştir. Bu dönem gençliğin, sokaktan kütüphaneye, kitaba; ilmî ve kültürel çalışmalara çekildiği dönem olmuştur.
Hiçbir şeyi kolay kolay beğenmeyen merhum Necip Fazıl, Cumhuriyet dönemi gençliğinin, üniversitelerin ve MTTB’nin bir tahlilini yapacak ve Ömer Öztürk Dönemi için ‘Sütbeyazı Dönemi’ hükmünü verecektir.
50. Genel Kurul ve Muhterem Ömer Öztürk’ün Başkan Seçilişi
Kuruluşundan o güne, 56. yılını tamamlayan Millî Türk Talebe Birliği’nin 50. Genel Kurulu, 25 Mart 1971 tarihinde MTTB’nin Genel Merkez Binası’nda çalışmalarına başlamıştır.
Bütün bu çalışmalar 26.03.1971 günü akşamına kadar sürmüş, akşam 50. Genel Kurul’un Genel Başkan seçimi maddesine geçilmiştir. Genel Kurul’dan genel başkan adayı istenmesi üzerine, MTTB 49. Dönemi Genel Muhasibi ve İstanbul İktisadî ve Ticarî İlimler Akademisi talebesi Muhterem Ömer Öztürk tek aday gösterilmiş, salon adayı ayakta alkışlamıştır.
Davayı Özetleyen Konuşma
Mahmud Sâmi Ramazanoğlu’nun (k.s.), ‘İslâm Gençliği yetiştirme vazifesi’ ile görevlendirmesi üzerine aday olduğu MTTB başkanlığı seçiminden önce Muhterem Ömer Öztürk kürsüye gelerek şu veciz konuşmayı yapar:
“Millî Türk Talebe Birliği 50. Genel Kurulu’nun Sayın Riyaset Divanı, muhterem davetliler, kıymetli delege kardeşlerim, hepinizi hürmet ve muhabbetle selâmlarım.
Biz talebelerin ulaşabileceği şerefli ve şerefiyle mütenasip mesuliyeti olan, Türk yüksek tahsil gençliğinin temsilciliğine, teşkilâtımızın Genel Başkanlık görevine talip olarak huzurunuza gelmiş bulunuyorum.
Talip olduğum vazifenin ağırlığını ve zorluğunu müdrikim. Memleketimizin içinde bulunduğu şartlar dâhilinde, yüksek tahsil gençliğine büyük görevler düşmektedir. Yarının yürütücü kadrosu gençlik, bugünün sakat millî eğitim siyaseti neticesinde maziden kopuk, istikbali düşünebilme imkân ve kapasitesinden mahrum bir tarzda yetiştirilmektedir. Eğitimimizin, millî olmaması, mazisine lâyık, istikbaldeki vazifesine hazır, mukaddesatına bağlı gençler yetiştirilmesinde gençliğin temsilcisi olarak gereken çalışmaları yapmak en büyük görevlerimizden olmalıdır.
Teşkilâtımız, ismi ile mütenasip bir çalışma devresine girmelidir. Birliğimizin gövdesinin, ismine yakışır şekilde oluşturulması en büyük temennimizdir. Orta tahsilden itibaren, talebelerle çok yakından ilgilenmek ve onları kazanmak, birer mücahit ruhu ile yetişmelerini sağlamak başlıca görevimiz olmalıdır.
‘Parçala yut’ prensibi ile şer cephesinin tazyîki neticesi bölük pörçük olan cephemizin birliğinin sağlanmasını bir an önce temin etmek gerekir. Tam bir kadro çalışmasına gidilmeli, kolektif çalışmalar yapılmalıdır.
Seçildiğim, heyetinizin tasvibine mazhar olarak Genel Başkanlık görevine getirildiğim takdirde, yapılması lazım gelen ve yapılması imkân dâhilinde olan çalışmaları yapacağımı ve bütün gayretimle uğraşacağımı vaat ediyorum. Sizlere iyi niyetimi vaat ediyorum. Asırlardır yerleşmiş, ebede kadar devam edecek olan umdelerin anayasam olacağına sizleri şahit tutuyorum.
Seçilsem de seçilmesem de inandığım davanın bir neferi olarak son nefesime kadar Hakk’a hizmet yolunda olacağım.
Mukallitler kervanında, gaflet çöllerinden havlayanlar varsın hıyanetlerini haykıra dursunlar. Mukaddesatçı Türk Gençliği, kurtuluşun ufuklarına doğru güven içinde yürüyecektir.
Sözlerime son verirken yarım asrı aşkın bir teşkilâtın genel kurulunu teşkil eden siz değerli arkadaşlarımı, şahsınızda Türk yüksek tahsil talebelerini saygılarımla selâmlar, kongremizin memleketimiz, milletimiz ve camiamız için hayırlı ve uğurlu neticeler tevlit etmesini Allah’tan niyaz ederim.”
İlk Basın Toplantısı
Daha sonra seçimlere geçilir. Yapılan oylamada genel kurul delegasyonu, 132 oyla Muhterem Ömer Öztürk’ü 50. dönem MTTB genel başkanı seçer.
Böylece MTTB’de yepyeni bir dönem ve bütün Türkiye’ye damgasını vuracak bir gençlik hareketi başlamış olur.
Göreve geldikten sonra yaptığı ilk basın toplantısında, Türkiye ve dünya meselelerine bakışını anlatan Ömer Öztürk, konuşmalarını şu sözlerle bitirir:
“Millî Türk Talebe Birliği olarak bütün ithal malı düşüncelerin karşısındayız. Türk’ün kendisine has millî, mukaddes düşüncelerinin savunucusu olduk ve olacağız. Türk yüksek tahsil gençliğine fikrî ve kültürel çalışmalarla hizmet etmeği tek gaye ve yol edindik. Biz anti-komünist ve anti-kapitalist bir harekâtın gençliğiyiz. Halk topluluklarının candan bağlılığı ile entellektüel halk sentezini bu teşkilâtta kurduk. Hedefimiz bütün Türkiye’de bu sentezi gerçekleştirmektir.
Hepinizi ‘zafer inananlarındır’ îmânıyla selâmlıyorum.”
İslâmî Gençlik Yetiştirme Vazifeleri
MTTB başkanlığına aday olmalarının arkasında, Birlik’in zorlu günlerden geçiyor olması yatmaktaydı. Bunun farkında olanlar, Ömer Öztürk’ün başkan seçilmesiyle, işlerin yoluna gireceğini düşünüyor ve Öztürk’e:
– Başkan sen ol, yoksa birlik elimizden gidecek!, diyorlardı.
Muhterem Ömer Öztürk ise bu hususu Sâmi Efendi hazretlerine soramazlar ve Hazret’in Adana’daki halîfesi Hasan Efendi Hazretlerine sormaya karar verirler. Bu düşünceyle 1969 senesinde Adana’ya giderler ve orada bir hafta beraber bulunurlar. Ancak bu esnada Hasan Efendi rahatsızlık geçirir. Geçirdiği enfaktüsten bir hafta sonra da irtihal eder. Böylece Ömer Öztürk, yönelteceği iki suali de soramadan İstanbul’a dönmek durumunda kalır.
Fakat daha sonra Allah tarafından hatırına getirilir ki Hasan Efendi, sorular sorulmadan, hastalıktan evvelki sohbetlerinden birinde bunların cevabını;
– Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senalar olsun, burada bir avuç da olsa, Müslümanlar olarak varsınız. Bâb-ı Âlî’de, Pâyitaht-ı Osmânî’de ‘Allah’ diyorsunuz, bu ne büyük nimettir, diyerek “kerâmeten-min’allâh” cevabını vermiş idi.
Bilahare, Talebe Birliği başkanlığı için Sâmi Efendi Hazretleri’nden izin talep edildi. Musa Topbaş, Osman Çataklı, Sâmi Efendi hazretlerine gidip:
– Efendim, Ömer’e Talebe Birliği başkanlığı için izin verirseniz gençliğe hizmeti olacak, İslâmî gençlik yetişecek… Kendisine biz teklif ettik MTTB başkanlığını kabul etmedi; siz talimat verseniz de şu başkanlığı kabul etse!, diye düşüncelerini arz etmişlerdi.
Sâmi Efendi hazretleri (k.s.) da Muhterem Ömer Öztürk’e:
– İnşallah orada İslâmî gençlik yetiştirmeğe vesile olursunuz!, demişlerdi.
İşte Sâmi Efendi’nin söylediği şu sözün bereketi ile, 40 yılı aşkın zamandır Allah (c.c.), Muhterem Ömer Öztürk’e İslâm gençliği yetiştirmeği nasip etmiştir, elhamdülillah.
Sâmi Efendi’nin bu sözü üzerine Muhterem Ömer Öztürk kendilerine sorarlar:
– Efendim siz bana, İslâm gençliği yetiştirmek için hayırlara vesile olursunuz; git, başla buyurdunuz. Başımın üstünde yeri var; bana bir şey demek düşmez. Ama Talebe Birliği siyasî bir yer. Siyaset de yalanla daima iç içe. Ben sizden çok şeyler öğrendim ama bir tanesine çok dikkat ediyorum; her hususta onu tatbik etmeye çalışıyorum. O da, mutlaka dürüst olmak, kesinlikle yalan söylememek.’
Bunun üzerine Sâmi Efendi’nin dudaklarından şu sözler dökülür:
– Dürüstlük en büyük siyasettir. Yalan söylememek şartıyla, bu dürüstlüğe devam etmek şartıyla ağzınıza geldiği gibi konuşursunuz. Allah muvaffak etsin.
MTTB’de Yapılan Bazı Faaliyetler
Genel başkanlık teklifini evvela reddedip, manevi terbiyesinde yetiştiği Sâhibü’z-zaman Hz. Mahmud Sâmi Ramazanoğlu’nun (k.s.) tasvip ve tasdikleri ile kabul eden Muhterem Ömer Öztürk, Hz. Sâmi’nin (k.s.) kendisine öğrettiği “Dürüstlük en büyük siyasettir” sözünü düstur edinmiş, dürüstlükten taviz vermeden çok rahat bir şekilde her yerde konuşmuşlardır. Buna hâlen ber-hayat olan dava arkadaşları şahittir.
Muhterem Ömer Öztürk’ün MTTB Genel Başkanlığı bi’l-fiil yaklaşık iki buçuk yıl sürmüştür. Bununla birlikte, MTTB’nin kapatılışına kadarki yaklaşık on yıllık devrede de MTTB’de yapılan faaliyetlere madden, manen ve fikren destek olarak Birlik’in İslâmî çizgide kalmasını sağlamıştır. Fiilî başkanlıklarından başlayarak Birlik faaliyetlerinin ele alınması elinizdeki çalışmanın sınırlarını aşacaktır. Belki bunların ayrı ciltler hâlinde yazılması gerekecektir. Bu sebeple, burada bazı hatıraları, faaliyetleri kısaca zikretmekle yetineceğiz.
Spor Kulübü Kurulması
Birlik faaliyetlerine talebeyi çekmenin bir aracı olarak kurulan Spor Kulübü hakkında Muhterem Ömer Öztürk şunları ifade ediyor:
“O günkü Millî Türk Talebe Birliği’nin maddî durumu müsait değildi. Dilenmemek şartıyla, Birlik’in giderlerinin temin edilmesi lazımdı. Bunun için bir Spor Kulübü kurmuştum. Gençlik Bakanlığı’nın müsteşarını da ben tayin ettirdiğim için çok kısa sürede Beden Terbiyesi’nden kulübü federe ettirdim. Dört bir tarafta, müsabakalara iştirak ettik. O zamanki fikstürlere, gazetelere bakıldığında ‘MTTB Basketbol Kulübü, MTTB Voleybol Kulübü’ ve diğer kulüplerin faaliyetleri görülebilir. Hatta oradan bir şey anlatayım:
Basketbolda üçüncü amatör kümedeydik, kazanırsak ikinci amatör kümeye yükseleceğiz. Maç, Teknik Üniversite’de… Bizim spor kulübü idarecileri çok ısrar ettiler.
– Başkanım illa sen de geleceksin, sen gelirsen maçı alırız, gelmezsen almamız zorlaşır, diye!
Biz de gittik. O sırada Bekir Yıldız, Spor Kulübü’nün müdürüydü. Abdullah Gül de MTTB İcra Konseyi Muhasibi’ydi. Ben gidemezsem diye onu da göndermiştim. Başkanlığı temsilen orada bulunuyordu. Maç sırasında bağırıp çağırırken kavga çıkmış. Polis de almış götürüyor arkadaşları. Bir komiser yardımcısı iki de polis Abdullah Gül ile Bekir Yıldız’ın elinden tutmuş götürüyorlar. Bana haber verdiler. Gittik, komiser yardımcısıyla selâmlaştım. Adam öyle sert konuşuyor ki…
– Ben Talebe Birliği genel başkanıyım, dedim.
– Evet, ne olacak? dedi.
– Ne olacağı yok; bakın İstanbul güzel yerdir. Haberiniz olsun komiserim, dedim.
– Kardeşim, şu adamlarına sahip çıksana. Bir daha kavga mavga çıkarmasınlar. Al git arkadaşlarını, dedi.
Tabii polisler anlamadı, ama komiser yardımcısı ne demek istediğimi anladı. O arkadaşları böylece polisin elinden almış olduk.
Spor Kulübü ile Elde Edilmek İstenenler
Talebenin toplanmasına vesile olan spor kulüpleri teşkilatlandığı her okulda mühim rakamlara ulaşıyordu. Mesela Yıldız Teknik’de dört yüz kişiye ulaşılmıştı. Muhterem Ömer Öztürk’ün deyişiyle;
– Bu sayı yalnız camide cemaat ile kıldığımız namazdaki talebe sayısı… Oy verenler ise daha fazlaydı. Mesela Işık Mühendislik’te bin beş yüz; İktisadi Ticarî İlimler Akademisi’nde iki bine yakın oyumuz vardı. Bu oyları toplamamızda spor kulüplerinin mühim rolü vardır. Kulüpler, talebeleri bir araya getirmemizde de mühim rol oynuyordu.
Spor kulüpleri federe ettirildi; takımlar hem basketbolda, hem de voleybolda çeşitli başarılar elde etti. Kulüpteki talebelerin hepsine birer lisans veriliyordu. Üye olup aidat ödeyenlere ise çeşitli stadlarda düzenlenen amatör kulüp maçlarına serbest giriş kartları veriliyordu: Vefa Stadı, Şeref Stadı gibi… Dönemin gençleri ceplerinde böyle bir lisansın olmasını önemli addediyorlardu. Bu şekilde Spor Kulübü kayıtlı bin beş yüz üyeye ulaştı. Üyelerin her ay yatırdığı on lira aidat, aynı zamanda Birlik için bir gelir kaynağı oluşturmuştu. Bu hâliyle Spor Kulübü, ülkenin en büyüğü olmuştu. Hatta bununla ilgili Muhterem Ömer Öztürk şu anekdotu anlatır:
“- O sene güreş minderleri değişmişti. Eskiden minderler dört köşeydi. 1971’de dört köşe olan minderleri yuvarlağa, şu anki kullanılan hâline, çevirdiler. FILA Türkiye’ye iki tane örnek minder göndermişti. Allah rahmet eylesin, Avni Akyol’un Ferit Melen vasıtasıyla Gençlik ve Spor Müsteşarlığı’na getirilmesine sebep olmuştum. Ona:
– Ağabey minderlerden bir tanesi benim! dedim.
– Niye senin? diye sordu.
– Türkiye’nin en büyük spor kulübü benim de ondan, bin beş yüz lisanslı sporcusu olan başka bir kulüp var mı? Beden Terbiyesi’ne sorabilirsiniz. Büyük kulüpler de dahil, dedim.
Minderin bir tanesini aşağıdaki salona koydurdum. Güreş İhtisas Kulübü’nün güreşçilerini getirtip orada güreş yaptırıyordum. Böylece onları seyre gelen bir güreş seyircisi de teşekkül etmiş oldu. Seyirciler, sonradan konferanslara, sohbetlere, seminerlere iştirak etmekte ve böylece verimli bir çalışma zemini oluşmaktaydı.
Sünnete uygun spor dallarını desteklediğimiz gibi sünnete aykırı olanları da zamanla tasfiye ediyorduk. Bu tasfiyeler sonucu en son güreş ve kılıç-kalkan kalmıştı.”
Türkiye’de İlk Dershanecilik (Uzun Dönem Kursları)
MTTB’de Spor Kulübü hâricinde bir de Kitap Kulübü vardı. Burada çeşitli kitaplar duruma uygun şekilde kimine paralı, kimine parasız dağıtılıyor ve okuma alışkanlığını yaygınlaştırmak hedefleniyordu. Ayrıca birçok yerde düzenli seminer dizileri devam ettirilmekteydi. Bunlarla birlikte ilk defa uzun dönem üniversiteye hazırlık kursları, eğitim kursları, yine bu dönemde başlatılmıştır. Kurslara rağbet o kadar fazlaydı ki kayıt yaptırmak isteyenler araya birilerini koyma yoluna tevessül etmekteydiler. Bu konuyla ilgili olarak dönemin İstanbul Valisi Vefa Poyraz’dan bahsedilebilir. Bir gün Birlik’e telefon açan Vali Poyraz ile Ömer Öztürk arasında şöyle bir konuşma geçer:
– Evladım, benim yeğenim size müracaat etti. Yer yok, alamayız demişsiniz. Aile içinde rezil olurum. Senin işin olduğu zaman, ben senin işini görüyorum. Sen de benim işimi göreceksin, dedi.
– Vali Bey, değil oturacak, gezecek yer yok. Her taraf dolu. İstemez miyim.
– Sen bir çözüm üretirsin, şu çocuğu kursa kaydet lütfen.
– Vali Bey, madem bu kadar ısrar ediyorsunuz. Bir tabure verip koridora oturtalım, sizin hatırınıza. Hoca geçerken kalkıp ona yer verir artık.
– Aman oğlum, ne istersen yap. Olmadı ayakta dursun, yeter ki al.”
Kurslar ve diğer faaliyetlerle MTTB’nin faaliyet sahası oldukça geniş bir alana yaygınlaştırılmıştı. O zamanın sıkıyönetim şartlarıyla üniversite gençliğinin gerçekleştirdiği bu faaliyetler dikkate alındığında, bugünün serbest şartlarında nelerin yapılabileceği üzerine düşünmek gerekir.
El mi Yaman Bey mi…
Sıkıyönetim şartlarında kimi aksilikler de çıkmıyor değildi. Bir Güreş Kurultayı tertip edilmişti. Dönemin Gençlik ve Spor Bakanı Sezai Ergun da iştirak edeceğini söylemişti. Kurultay, saat 14.00’te Talebe Birliği Konferans Salonu’nda gerçekleşecekti, ancak bir gün önce akşam saat 18.00’de haber verdiler ki, Yerebatan Sarayı’nın karşısındaki İnzibat Karakolu’ndan bir binbaşı bir askerle yazı gönderir. Kendisi de telefon açarak; “Yarınki toplantınızı iptal ettik, der. Muhterem Ömer Öztürk, krizi çözmek için harekete geçer, lakin Paşa’yı gece bulma ihtimali yoktur. Bunun üzerine Faik Türün Paşa’ya ulaşmak aklına gelir. Zira Paşa, emir subayı Lütfi Albay’a;
– Bak bu çocuk fî-sebilillâh çalışıyor. Ne zaman bir iş için müracaat etse, benimle bu çocuğu görüştüreceksin, demişti. Sabah olunca Faik Türün Paşa’nın emir subayı Lütfi Albay’ı arayan Muhterem Ömer Öztürk, şöyle devam eder:
– Paşamız nerede? diye sordum.
– Hadımköy’de birlikleri denetlemeğe gitti, dedi.
– Albayım! Rezil olacağız! deyince;
– Ne oldu, hayrola Ömer? dedi.
– Bir Güreş Kurultayı tertip ettik, Kurultay’a Gençlik ve Spor Bakanı da gelecekti. İnzibat Karakolu’ndakiler toplantıyı iptal etmişler, dedim.
Lütfi Albay telefon açıp işin aslını öğrenmiş. Kıbrıs Fatihi diye takdim edilen Tümgeneral Osman Fazıl Polat Paşa toplantıyı iptal etmişti.
Lütfi Albay:
– İş beni aştı yapacağım bir şey yok, dedi.
– Ne yapacağız o zaman? dedim.
– Merak etme, öğleyin Fatih Camii’nde bir orgeneralin hanımının cenazesi var. Paşa oraya gelecek. Gel, ben seni onunla görüştürürüm. O halleder, dedi.
Fatih Camii’nde cenaze için toplanmışlar. Namaz kılmadıkları için dışarıda bekliyorlardı. Lütfi Albay’ı gördüm. ‘Gel, gel!’ diye işaret etti.
– Paşam, Ömer’in bir maruzatı var, diye beni görüştürdü. Paşa:
– Söyle, buyur evladım?’ diye sorunca anlattım:
– Paşam biliyorsunuz, bütün yapılacak faaliyetler için izin alıyorum. Bu ay için aldığım izinlerden biri de saat 14.00’teki Güreş Kurultayı’mız içindi. Gençlik ve Spor Bakanı da gelecekti. Alemdar İnzibat Karakolu’ndan izni iptal etmişler, deyince birden, toplantıyı iptal ettiren merkez komutanı Osman Fâzıl Paşa’ya döndü ve:
– Fazıl Paşa! dedi. O da:
– Buyurun komutanım! deyip çakıldı hemen, göbekli de birisiydi.
– Kim iptal etti, benim verdiğim izni! dedi.
Merkez Komutanı susuyor tabi, cevap yok.
– Koş derhâl telsiz ile haber ver, ben bu çocuklara izin verdim. Toplantıyı yapsınlar. Mahcup etmeyin bunları! dedi.
Fatih Camii’nde cenazelerin konduğu yerden derhâl koşarak gitti, telsizle haber verdi. O zaman ben yirmili yaşlarda, spor yapan biri olarak Merkez Komutanı’nın arkasından zor yetişiyorum! Caddeye indik arabadan telsizle haber verdiler.
– Toplantı, komutanımızın izni ile yapılmaktadır. Derhâl İnzibat Karakolu’na bildirin!
Böylece Güreş Kurultayı’nı yaptık! Elhamdülillâh.
Meğer izni Osman Fazıl Polat’ın kendisi iptal etmiş. Polat Paşa, daha önceden de bize çeşitli engellemelerde bulunmuştu. Fatih Camii’nin avlusundaki yurt da bize aitti. Birgün yurda gelip dinamit bulundu diye kırk üç arkadaşı alıp götürmüşler. Ankara’dayken beni aradılar. Çocuklar hiçbir yerde yok, kayıp.
Birinci Şube Müdürü Ilgaz Aykutlu vardı. Benim Ferit Melen ile münasebetimi bildiği için bana yardımcı oluyordu.
– Vallahi bizde değiller Ömerciğim, bak gel gezdireyim! dedi.
Gittik. Bütün birinci şubeyi ve odaları gezdirdi. Nezarethane dahil her yeri gezdirdi. Hakikaten yoklar. Sağmalcılar Cezaevi o zaman yeni yapılıyor. İçeride arattırdık. Savcılık listesinde yok isimleri. Nereyi aradıysak yoklar.
Meğer, bulamayalım diye Sağmalcılar Cezaevi’nin revirine koydurmuş. Arkadaşlarımızı oradan bulup çıkardık.”
Kral Faysal’ın Özel Daveti
Suudi Arabistan Kralı merhum Faysal, çeşitli temaslarda bulunmak üzere Millî Türk Talebe Birliği’ne müsteşarını göndermişti. Görüşmeler bitince müsteşar müsaade alıp ayrıldı. Muhterem Ömer Öztürk de müsteşar ayrıldıktan sonra, namaz kılmak için Talebe Birliği’nin bodrum katına, son zamanlara kadar vakfın mescidi olarak da kullanılan mekâna iner.
Meğer Ömer Öztürk ayrıldıktan sonra müsteşar: ‘Namaz vakti oldu, ezan da okundu, nerede namaz kılabiliriz?’ diye sorar. Ona mihmandarlık eden kişi; ‘Bunların aşağıda kendi mescidleri var, gelin burada kılalım’ der. Müsteşar mescide gelir ve beraber namaz kılınır. MTTB Başkanı olarak namazı Ömer Öztürk kıldırır. Türkiye Talebe Birliği başkanının hem namaz kılıp hem de kıldırmasından oldukça memnuniyet duyan müsteşar, Suudi Arabistan’a dönünce yaşadıklarının hepsini merhum Faysal’a anlatır. Bu durum Kral Faysal’ın da çok hoşuna gider ve Muhterem Ömer Öztürk’ü üç defa davet eder. Ancak o zamanlar 1630 sayılı Dernekler Kanunu’yla Birlik’in kapatılmağa çalışıldığı zamanlardır ve yoğunluktan dolayı davete icabet edemez. Kralın son olarak gönderdiği üçüncü mektubunda, ‘Kendin gelemiyorsan, yerine birisini gönder!’ diye yazması üzerine Muhterem Ömer Öztürk, Yüksek İslâm mezunu olması hasebiyle biraz Arapça bilir diye, o dönem İzmir Teşkilat Başkanı olan Fehmi Koru’yu gönderir. Kral Faysal, Fehmi Koru ile, ‘Bize bir elçi gönderdiğiniz ve Türkiye’de yaptığınız hizmetlerden ötürü…’ mealinde bir teşekkür mektubu gönderir.
Bununla birlikte zikri geçen kişi Sayın Abdullah Gül’ün başbakanlığı sırasında bir gazetede hayatını anlatırken;
– Abdullah Gül ile İngiltere’de beraber bulunduk. Benim yakın arkadaşımdır… vb., dedikten sonra;
– Talebe Birliği’nde Kral Faysal beni özel olarak davet edip özel uçakla aldı ve özel olarak ağırladı. Özel davetlisi olarak hac yaptım, der. Muhterem Ömer Öztürk’ün mirası -her yerde olduğu gibi- maalesef burada da başkaları tarafından paylaşılmıştır.
Başbakan’a Sunulan İstihbarat Raporu
MTTB’nin yeni dönemdeki faaliyetleri kimi çevrelerde büyük rahatsızlığa da sebebiyet vermekteydi. Bu çevreler Birlik başkanının, Başbakanlık’a sık sık girip çıkmasından ve Başbakan Melen’in de Birlik’in işlerine sahip çıkmasından rahatsızdı. MİT’e de bir dosya hazırlatıp, Başbakan Ferit Melen’in önüne koymuşlar. Muhterem Ömer Öztürk, Melen’i ziyarete gittiğinde raporu açan Melen:
– Bunlar niye sana böyle şeyler söylüyor evladım? diye sâfiyane bir şekilde sorar.
Rapordan birkaç pasaj okudu. Orada Öztürk’ün Sâmi Efendi hazretlerine sorduğu sorunun cevabı veriliyordu.
İstihbarat elemanı yahut müsteşar, Başbakan’a talimat verme yetkisine sahip olmadığından, kendi usûllerince başbakanın yanlış(!) yaptığını gösteriyorlardı.Melen bir iki satır okudu:
“Kendisi hakkında en iyi malumat kendisinden alınır. Yakın temasta zarar vardır. Çok yüksek ikna kabiliyeti vardır.” Ez-cümle Başbakan’a:
“İçeri giriyor, çıkıyor işini yaptırıyor. Bu adamı içeri alma, sana istediğini yaptırır” demekteydiler. Raporda dikkat çeken sözlerden biride şu idi:
‘Katiyen yalan söylemez, her söylediği söze güvenebilirsiniz.’ Bu da Millî İstihbarat Teşkilatı’nın tespiti…
Hazret, ‘Dürüstlük en büyük siyasettir. Bu söylediğiniz dürüstlüğe devam edin, ağzınıza geldiği gibi konuşun’ diyerek Öztürk’e sınırları çok geniş bir izin vermişti. Yani dürüst ol, her hâlükârda, her yerde doğru konuş, hiç çekinmeden!
Hz. Sâmi (k.s.), doğruluk yolundan ayrılmayan böylelerin her zaman arkasındadır, elhamdülillah. Ve bunuda bazen hissettirmesi icab ediyor. Hazret bunu doğrudan sözle söylememekle birlikte, ‘En emin ihvanım’ diyerek Muhterem Ömer Öztürk’e bu mesajı iletmişti.
Devletin Zirvesiyle Temasları
Muhterem Ömer Öztürk, MTTB’nin işleri için Ankara’ya çeşitli temaslar kurmağa giderken yönetimdeki diğer talebeler alışsınlar ve kendisinden sonra da bu temaslara devam edebilsinler diye her seferinde yanında farklı birini götürüyordu.
Önceki dönemlerde Talebe Birliği’nin devlet ricali nezdinde pek itibarı yoktu. Mesela, MTTB’nin eski başkanlarından biri, başkanlığı sırasında Ulaştırma Bakanı ile randevusu belirlendiği hâlde Ankara’da on bir gün beklemiş ve görüşemeden geri gelmişti. Muhterem Ömer Öztürk döneminde ise Birlik’in itibar ve prestiji artmış ve görüşülmek istenip de görüşülemeyen kimse olmamıştı. Muhterem Ömer Öztürk, Başbakan’la bile hem de kapısında hiç beklemeden görüşmüştür.
Bir defasında Cumhurbaşkanlığı’nda davet verilmişti. Bütün devlet erkânı orada idi. Görüşme talebi alma ihtiyacı olmadan, kimler istenirse bulunup görüşülebiliyordu. Muhterem Ömer Öztürk bu resepsiyona, Orhan Yentürk’ü götürmüştü. Birçok bakanla görüşmeler yapıldı. Davet dönüşünde Orhan Yentürk arkadaşlarına dedi ki:
– Ömer ağabeyle gidince ben zannettim ki devlet erkânı konuşacak biz de dinleyeceğiz. Kimin yanına gittiysek, Ömer ağabey konuştu, onlar dinledi!
Elbette burada esas mesele kişinin kendi ağırlığını bilmesi, devlet ricalinin de birer insan olduğunu; MTTB ve temsilcilerine nerede, nasıl ihtiyaçları olduğunu bilmek. O zamanlarda talebe meselesi mühim bir hadise idi. 1968’de kavgaların, dövüşlerin çok fazla olduğu, dünyada talebe hareketlerinin çok ileri olduğu bir dönemdi. Siyasîlerin talebe temsilcilerini kazanma hedefi vardı. Onların da birer insan olduğu ve ne gibi ihtiyaçları olduğu bilinir ve ona göre de hareket edilirse, yukarıda da açıkça görüldüğü üzere, Allah’ın izniyle muvaffakiyet nasip ve müyesser olur.
Uzaklardan Gelen Ses
Büyüklerin himmetleri kadar ikazları da zaman ve mekânla kayıtlı değildir. Buna bir misal: 12 Mart muhtırası sonrası 18 Mart Çanakkale törenleri sebebiyle ortaya çıkmıştır. Talebe Birliği olarak Çanakkale’ye 18 Mart törenlerine gitmek için Ulaştırma Bakanlığı’ndan bir gemi talep edilmişti. Hastalığı nedeniyle geziye katılamayan Muhterem Ömer Öztürk, bir konuşma metni hazırlayarak Abdullah Gül’e vermiş, o da onun nâmına konuşma metnini okumuştu. Meşhur Zuhuri Danışman’ın oğlu Rıfkı Danışman zamanın Ulaştırma Bakanı idi. Ancak bakanlık gemi vermedi. Bunun üzerine Ömer Öztürk, Ulaştırma Bakanı Rıfkı Bey’le görüşmeğe gider.
(Eski) Başbakanlık binasında Bakanlar Kurulu salonu ile başbakanın odası karşı karşıya idi. Bu iki yerin arasında Rıfkı Danışman ile konuşan Muhterem Ömer Öztürk:
– Ayıp ettiniz, bize gemiyi vermediniz!, diye çıkışır. Bakan:
– ‘Evladım, askerler vermedi.’ deyince Ömer Öztürk bir daha aynı şeyi tekrar eder. Bunun üzerine Danışman:
– Evladım, askerler gemiyi vermedi. Ezan okuyormuşsunuz. ‘Şimdi gemilerde ezan okuyacak bunlar, onun için gemi veremeyiz!’, diyor askerler. Benim yapacağım bir şey yok. Başka bir şey varsa söyle yapayım, dedi.
Muhterem Ömer Öztürk celalli bir şekilde bakana çıkışırken bir ses duyar. O ses:
– Yavaş konuş, bağırma! demektedir.
Ses, tanıdık gelir. Ama, sesin sahibi ortalıkta görünmez. Etrafta korumalar ve polisler vardır. İçeride ise Bakanlar Kurulu toplantısı… Rıfkı Danışman’da içeri girecektir. Muhterem Ömer Öztürk, sesini yine aynı şekilde yüksek tutunca, aynı ses tekrar yankılanır:
– Yavaş konuş, bağırma!
Demek ki Sâmi Efendi hazretleri (k.s.) Erenköy’den oturduğu yerden, ‘Bağırma yavaş konuş!’ diyordu.
Muhterem Ömer Öztürk, Rıfkı Bey’e bir taraftan çıkışırken ‘Yapabileceğim bir şey var mı?’ dediğinde, Necip Fazıl’ın tabiriyle ‘volfast’ yapıp yüksek perdeden alçak perdeye geçerek:
– O zaman bize telefon bağlatır mısınız, der.
Zira Birlik’in telefonların tamamı hacizlidir ve zorla açtırıp kullanılmaktadır.
Muhterem Ömer Öztürk’ün bu talebi üzerine Bakan talimat verir:
– Hemen bugün telefon bağlansın, Ömer Bey bugün konuşacak!
Hakikaten telefon bağlanmış ve Ömer Bey o akşam telefonla konuşmuştur.
O zamanlarda ise yeni telefon bağlatmak oldukça zor bir konudur. Öyle ki 1958’de müracaat edilen ev telefonu 1974’te, yani tam 16 sene sonra bağlanması gayet tabii idi. Rıfkı Danışman’ın bağlattırdığı telefonun numarası 263003 idi; sonra 5263003 oldu. Hâlen Fatih Gençlik Vakfı’nda kullanılmaya devam edilmektedir.
Muhterem Ömer Öztürk, Birleşmiş Milletler binasındaki ezan konusunda ve daha pek çok konuda olduğu gibi burada da Hz. Sâmi’nin (k.s.) himmetini arkasında bulmuştur. Elhamdülillah.
Süleyman Demirel’in Israrlı Görüşme Talebi
MTTB bu yıllarda oldukça faal bir yapılanmaya girişmişti ve Ankara nezdinde itibarı, başkanından dolayı oldukça yüksek idi. Bu hususta Demirel örneği zikredilebilir:
Dönemin devlet ricâlinden Süleyman Demirel’in 12 Mart 1971 Muhtırası ile düşürülüp sırasıyla Nihat Erim, Ferit Melen, Naim Talu hükûmetlerinin kurulduğu ve ardından seçim yapılıp Bülent Ecevit ile Necmeddin Erbakan’ın iktidara geldiği yıllardı. Demirel, o sıralarda evinde göz hapsinde tutuluyordu ve giriş çıkışları göz hapsinde yapılmaktaydı.
Osman Çataklı, İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Süleyman Demirel’in sınıf arkadaşı olup Demirel ile arkadaşlıkları da devam etmekteydi. Demirel başbakan iken Osman Çataklı ona ‘ağa’ diye hitap ederdi. Osman Çataklı aynı zamanda Muhterem Ömer Öztürk’ün Talebe Birliği Başkanı olması için Efendi hazretleri ile konuşan kişiydi.
Süleyman Demirel’in kardeşi Hacı Ali Demirel ve Osman Çataklı, Öztürk’ün Demirel’le görüşmesi için ısrar ediyorlar, sürekli arıyorlardı. ‘Ömerciğim ‘ağa’ illa seninle görüşmek istiyor’ diyordu. O kadar ısrardan sonra Muhterem Ömer Öztürk’ü Güniz Sokak’taki evine götürdüler. Gittiğinde gece saat on iki idi. Dört saatlik görüşmenin ardından dörtte çıktı.
Muhterem Ömer Öztürk âdeti üzere, kendisini daha ötedeki durumlara hazırlamak için görüşmelerden sonra, görüşmeyi değerlendirirdi.
Bu görüşmeden sonra da bir değerlendirme yapan Öztürk, Demirel’in ne sebeple kendisiyle konuşmak istediğini anlar. Evinde göz hapsinde olduğu için kimse ile görüşemeyen Demirel’in yaptığı araştırmaya göre Ömer Öztürk, her tarafa giren çıkan biridir. Üstkademe askerî erkân ile de arası iyidir. Bazı şeyleri onun vasıtası ile askere duyurabilmek pekâlâ mümkündür.
Devlet ricali ve askerî erkân ile bu kadar rahat görüşebildiği için ‘Ömer Öztürk hoşlanmasa da benim ne olduğumu ve neye düşman olduğumu bu askerlere söyler’ diye düşünmüş. Hakikaten Öztürk bunu tespit ettiği hâlde, siyasetine uygun düştüğü için çok yerde söylemiş ve böylece Demirel’in planı da tutmuş olur.
Genelkurmay Başkanı Semih Sancar ile Görüşmeleri
İhtilal günleri… Genelkurmaya ulaşılamayan, randevu almanın mümkün olmadığı zamanlar… Semih Sancar genelkurmay başkanıdır. Muhterem Ömer Öztürk, Birlik’le alakalı olarak görüşmek ister. Semih Sancar’ın baldızı, yani hanımının kız kardeşi, Öztürk’ün liseden arkadaşının annesidir. Onun yanına giderler. Annesi, Genelkurmay Başkanından randevu alması için ablasına telefon açarak:
– Abla bak bizim oğlanın okuldan arkadaşı olan sevdiğim bir çocuğu gönderiyorum. Bunu Paşa ile görüştüreceksin, der.
Paşa’nın evine giderler. Hanımına dertlerini anlatırlar. Hanımı, Paşa’ya telefon açarak aynen şunları söyler:
– Semih! Bizim yeğenin okuldan arkadaşı, sevdiğim bir çocuğu sana gönderiyorum. Kapıda falan bekletmeyesin. Çocuğun işini görürsün, tamam mı?’ Öztürk’e de:
– Tamam oğlum, sen şimdi git. Paşa bekliyor. Seni Paşa ile görüştürecekler.’ der.
Genelkurmay Başkanlığı’nda giriş kapısında itibaren çok ağır bir kabul prosedür olduğu halde Muhterem Ömer Öztürk rahatça girer ve işini hallettirir.
Zor Şartlarda Elde Edilen Başarılar
O dönemin zor şartlarında bütün toplantılar izin alınarak yapılmak durumundaydı. Sıkıyönetimden izin alınıyordu. MTTB de her toplantı için aylık bir liste veriyor, sıkıyönetim komutanı Faik Türün Paşa’ya tasdik ettiriyordu.
Bu toplantıların neye faydası oluyordu? Kendileri anlatıyor:
“Mesela bir okulda on üç kişi bulamazken dört yüz kişi bulduk. Okulun önüne seçim sandığı koyarak üç dört yerde seçim kazandık. Bizim için düşünülecek bir şey değildi. Adımız ‘Ecmainler’di. Okullarda kızlar bile hep ‘Ecmainler’e oy vereceksiniz, diyorlardı. Sebebi de, ‘Bunlar okulu açık tutuyorlar. Böylece eğitim devam ediyor’ idi.”
MTTB’nin Kapatılmağa Çalışılması
Türkiye’yi fırtına gibi kasıp kavuran bir anarşi dalgasının ardından suçlu arayan siyasî araştırıcılar, kanunî sınırlar içinde vazife gören kuruluşları kapatma kararı veren bir Dernekler Kanunu ortaya çıkardılar. Hâlbuki anarşi, derneklerin hudutlarını çoktan aşmış, kanunî ve gayr-i kanunî teşkilâtlanmalarla devletin kalbine yönelmişti.
Dernekler kanununda bazı değişiklikler yapılmış, hâlen üniversite, fakülte, akademi ve bunlara bağlı enstitüler, yüksekokullar, öğrenci yurtları, resmî ve özel eğitim ve öğretim müesseselerinde faaliyet gösteren bütün öğrenci dernek, federasyon, birlik ve benzerleri, bu kanunun yürürlüğe girmesiyle ‘infisah’ etmiş sayılacaktı. Ayrıca bütün üniversite, yüksekokul ve enstitülerde birden fazla öğrenci derneği kurulamayacaktı.
25 Kasım 1972 Tarihli Sabah Gazetesinin Haberi
25 Kasım 1972 tarihli Sabah gazetesi;
“MTTB Genel Başkanı Ömer Öztürk: Dernekler Kanunu Anayasa dışıdır! diyor”, şeklinde bir haber yayınlamıştı. Haberde MTTB Genel Başkanı Muhterem Ömer Öztürk’ün yaptığı basın toplantısının metni özet olarak yayınlanmıştı. Metnin sonundaki şu sözleri dikkat çekiciydi:
“…Bu kanun özellikle, ülkemizin tek öğrenci kuruluşu olan birliğimizi hedef almıştır. Ama ne yapılırsa yapılsın, millî ve manevî değerlerine bağlı bir gençliğin yetişmesinde ve dolayısıyla mensup olduğu Türk milletine hizmet yolunda çalışanlar, bu yolda daha büyük şevkle ve kararlılıkla çalışmağa devam edeceklerdir. Menhus bir oyunun planlayıcıları ve oyuncuları milliyetçi Türk gençliğinin sancağını yere düşüremeyeceklerini iyi bilmelidirler…”
Kapatılma Kararından Sonra Başlatılan Çalışmalar
Kabul edilen kanun tasarısının geçici üçüncü maddesine göre Talebe Birliği’nin kapatılması gündeme gelmişti. 23 Kasım 1972 günü Ömer Öztürk Ankara’da idi.
Ankara’dayken bazı hasetçiler Millî Türk Talebe Birliği’ne gelerek orada fitne çıkartır, arkadaşları yanlış yönlendirir ve daha kapatılmamış olan Millî Türk Talebe Birliği’ni bir oldu bittiye getirerek kapatırlar endişesi içerisinde olan Öztürk, Ankara’dan Talebe Birliği’ni arar. Telefonun diğer ucunda Raşit Ürper vardır. Ona: ‘Şu andan itibaren Genel Başkan Vekili sensin. Ben ne diyorsam onu tatbik edeceksin. Ne yapılacağını da talimatnâme şeklinde kâğıda yazarak Bekir’e veriyorum. Bu talimata göre hareket edersiniz. Bekir’i de hemen gönderiyorum’ der.
Muhterem Ömer Öztürk, başkanken bütün yol masraflarını şahsi parasıyla karşılamaktadır. Hatta kendisinden sonra gelen başkanlar, onun kendi parasıyla yolculuk ettiğini bilmezler ve Birlik’in parasıyla uçağa bindiğini zannederek, kendileri de Birlik’in parasıyla uçağa binerler diye kendisi karşılamasına rağmen uçağa binmemektedir. Ancak o gün çok acil diye Bekir Yıldız’ıda yine şahsi parasıyla uçağa bindirir. Maalesef ki Yıldız o kâğıdı ne Ürper’e ne de başka birine verir.
O gün akşama kadar Ankara’da çalışan Öztürk gece uçağıyla İstanbul’a döner. Gece saat 23.00’te Talebe Birliği’ne gelince bir de bakar ki aldığı bütün tedbirlere rağmen o gün, 1562 metrekarelik dört katlı Talebe Birliği’nin tamamını boşaltmışlar, yedi kamyon eşya gitmiş, her yer eşyalarla dolmuş, kalorifer petekleri bile sökülmeğe başlanmış…
İçerisinde eski MTTB başkanlarının da olduğu Birlikçi denilen kimseler başkanlık odasında oturmuşlar ve:
– ‘Talebe Birliği artık kapatıldı. Israr etmeğe gerek yok. (O sırada da Millî Nizam Partisi kapatılmış eşyalarına da el konulmuştu.) Millî Nizam Partisi gibi Birlik’in eşyalarına da el koyarlarsa şer’an mesul olursun’ diyerek ısrarla bu yaptıklarının (Talebe Birliği’nin boşaltılmasının) doğru olduğunu savunuyorlardı. Muhterem Ömer Öztürk ise:
– Talebe Birliği’nin kaç kuruşluk eşyası vardı, satsan da bir şey etmez! der.
Yine de ısrarla aynı şeyleri söylemeğe devam etmeleri üzerine Öztürk:
– Kesin sesinizi, ben genel kurulun üçte iki oyu ile seçildim, karar da bana ait mesuliyet de… Çıkın buradan! der.
Israrlı tavırların devamı üzerine Muhterem Ömer Öztürk’e hiç âdeti olmayan işi yaptırırlar; o mecliste bulunan Tesisler Müdürü Mustafa Timuçin Aslan’a şöyle der:
– Mustafa kapıyı aç, bu adamların hepsini kapıya koy, kapıyı da üstlerine kapat, tamam mı?
Allah’a (c.c.) Tevekkül
Destek yerine köstek olanları Talebe Birliği’nden gönderdikten sonra arkadaşlarından yaklaşık 500 kişiyi toplayan Muhterem Ömer Öztürk:
– Arkadaşlar Talebe Birliği inşallah kapatılmayacaktır. Bize bu konuda gerekeni yapmak düşer. Üzülmeyin, ümitsizliğe kapılmayın. Allah’a (c.c.) tevekkül edin, der.
O gece boşaltılmış olan Talebe Birliği’nde sabaha kadar boya badana yaparlar. Sabah erken saatte de eşyaları tekrar yerlerine yerleştirirler.
Ertesi gün 24 Kasım 1972 tarihli Cumhuriyet gazetesinin manşeti şöyledir:
‘Yeni Cemiyetler Kanunu uyarınca MTTB ve 36 dernek feshedilmiş sayılacak! Üniversiteler ve yüksekokullara bağlı bütün öğrenci kuruluşlarının feshedilmesini öngören Yeni Cemiyetler Kanunu’nun Cumhurbaşkanı tarafından Meclis’ten çıktığı şekliyle onaylanması hâlinde, MTTB ve buna bağlı 36 dernek kapatılmış olacaktır.
Yeni durum üzerine, MTTB yöneticileri, bina içindeki eşyaları dışarıya çıkarmağa başlamıştır. Dün gece Cağaloğlu’nda bulunan MTTB binasında hummalı bir çalışma göze çarpmış, bina içindeki eşyalar, geç saatlere kadar kamyonlara doldurularak götürülmüştür.’
O gün saat 11.00’de basın toplantısı tertip eden Öztürk, toplantıdan önce Cumhuriyet gazetesi yazı işleri müdürü Oktay Akbal ile telefonla görüşür. Hadiselerin hakikatini iyice araştırmadan, iç yüzünü öğrenmeden yaptıkları bu haberden ötürü onu adamakıllı fırçalar.
Basın toplantısında bin senelik devlet ve medeniyetimize karşı çıkan, Türkiye’nin temellerine dinamit koyan, kahraman Mehmetçiğe silah çeken ve vicdanı sızlamadan onu vuranların koruyuculuğunu yapan bu gazete mensuplarından hiç kimse yoktu. Esasında gelmelerine de lüzum yoktu. Onların geleceği yerler, arzuladıkları yerler, elbette bizim yanımız olamazdı. Basın toplantısına bu gazete mensupları hariç bütün gazeteciler gelmişlerdi.
Basın toplantısında söyleyeceklerini dile getiren Muhterem Ömer Öztürk, Cumhuriyet gazetesini gösterir ve ‘Bu sahtekârların adına ‘Cumhuriyet’ yakışmıyor, görüyorsunuz!’, der. Akabinde gazetecilere bütün Birlik’i gezdirir. Böylece Cumhuriyet gazetesi başyazarı Oktay Akbal rezil olur.
Hz. Sâmi’nin (k.s.) Duasını Alan Müessese
Bu basın toplantısından sonra Muhterem Ömer Öztürk, Hz. Sâmi’nin (k.s.) yanına gider ve, ‘Efendim böyle böyle oldu. Kanun çıktı, bu kanunla Millî Türk Talebe Birliği kapatıldı, ama inşallah uğraşacağız, içimden geçen, zihnimde tasarladığım sizin bize verdiğiniz vazife tamam olmadı; uğraşırsam netice alırım gibi geliyor. Ama şer’î mes’uliyet olmasın diye size sormak üzere geldim, ne buyurursunuz?’ der.
Sâmi Efendi şöyle buyururlar:
– Kaderullaha râzı olmak şartı ile çalışınız. İnşallah sonu hayrolur. A‘raf sûresi 89. ayetinin son kısmı olan ‘Rabbeneftah beynenâ ve beyne kavminâ bi’l-hakkı ve ente hayru’l-fâtihîn’ ayetini yakın arkadaşlarınıza yazıp verin, günde yüzer def’a okumağa devam etsinler.
Demokrasi Alternatifler Rejimidir
MTTB, yeni çıkan Dernekler Kanunu ile adeta mahkum edilmişti. Muhterem Ömer Öztürk hukukçularla bütün ayrıntıları tek tek titizlikle gözden geçirerek Birlik’i, içerisinde bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtarmak için hukukî bir çare aramağa başladı. Yapılan çalışmalar sonunda, MTTB’nin geçici üçüncü maddenin değil, birinci maddenin şümulüne girdiği tesbit edildi ve bir Dernekler Kanunu İnceleme Komisyonu kuruldu.
Dernekler Kanunu’na göre kanun yürürlüğe girdikten sonra fakültelerde yalnız birer derneğe izin veriliyordu. Bu sebeple kanunun Cumhurbaşkanı tarafından onaylanıp Resmî Gazete’de yayınlandığı 2 Aralık günü bütün MTTB’liler Birlik’te toplanıp tümgün ve gece çalışarak 130 tane yeni dernek kurulması için gerekli çalışmaları yaptılar. Dernekleri kuracak olanlar, emniyet araştırmasından geçeceğinden, hiçbir hadiseye iştirak etmemiş olması ve adı polis kayıtlarına girmemiş olması gerekiyordu. Ayrıca her yerde yeni isimler lazımdı. Eskiden yapılabildiği gibi uydurma isimler de olmazdı.
O geceki hummalı çalışmayı Muhterem Ömer Öztürk şöyle anlatıyor:
“Birlik binasında gece çalışıyoruz; yeni derneklerin kuruluşunu sabaha kadar bitireceğiz. Benim kapım da açık, içerideki konuşmaları duyuyorum, bazen içeriye, odalara girip çıkıyorum. Raşit Ürper’i yanındakiler sıkıştırıyor:
– ‘Yorulduk, uykumuz geldi, karnımız aç!’ diyorlar. Raşit:
– ‘Ne yapayım yahu, adam gitmedi ki o da içeride çalışıyor!’ diyor. Bütün arkadaşlar odalarda, kurulan dernekleri daktilo ile yazıyor. Sabaha kadar bütün çalışmaların bitmesi ve en geç sabah saat 9.00’da hazırladığımız evrakların derneği kuracak arkadaşa ulaşması, vilayet binası açılır açılmaz bu evraklarla dernek kuruluş başvurusunun yapılması gerekiyor.
130 tane dernek dilekçesini, o gün Resmî Gazete ile beraber hiç kimsenin haberi yokken Türkiye’nin şu kadar vilayetindeki (tâ Erzurum’a kadar), arkadaşlara ulaştırdık.
Bu şekilde 130 dernek kuruldu. Allah’ın lütfu ile dernekler yeniden kurulmuş oldu.”
“Bizim Size Yapabileceğimiz Bir Şey Yok!”
Ancak 8 Aralık 1972 Cuma günü saat 18.00’de, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Ferit Melen’in de söylediği gibi ‘haksız bir tasarrufla’ İstanbul Valiliği’nce polis nezaretinde MTTB mühürlendi. Bunun üzerine bina içerisinde gece toplantı yapıldı. Şu an Fatih Gençlik Vakfı binası olarak kullanılan, MTTB’nin arka sokağındaki bina, bir gecede MTTB’den bağımsız hâle getirildi. Ömer Öztürk, ‘Arkadaşlar Allah’ın izni ile burayı kimse elimizden alamayacak’ der. Nitekim bu kısım hâlen, MTTB’nin yasal ve gerçek vârisi olan Fatih Gençlik Vakfı binası olarak olarak hizmet vermektedir.
Ortaya çıkan bu yeni durum üzerine Muhterem Ömer Öztürk, Ferit Melen’e telefon açar ve ‘Sayın Başbakanım; sizinle görüşmek istiyorum; böyle böyle işler yapmışlar’ der.
Melen; ‘Yarın gel evladım’ der. Ve 9 Aralık Cumartesi günü Ankara’ya gider.
O gün Muhterem Ömer Öztürk Ankara’da iken Talebe Birliği binasında 300-500 talebe olduğu halde polis kapıları tutmuş, kapatmıştır. Birinci Şube Müdürü Şükrü Balcı MTTB genel başkan vekili Yusuf Akkaya’ya;
– Bak Yusuf! Siz Müslüman adamlarsınız. Bizim size yapacağımız bir şey yok. Başkanınız Ankara’ya gitmiş; bu işi nasıl olsa halleder. Gel şu havayı germeyelim; senin adamların içeride otursun. Dışarıya girip çıkmayın. Aramızda bir şey olmasın. Bizim size yapacağımız bir şey yok’ der.
İşte orada elinde o kadar geniş yetkiler ve güç bulunan emniyet müdürüne bunu söylettiren kuvvet, o gençlerin kalplerindeki îmân kuvvetidir. İşte Hz. Sâmi’nin (k.s.) himmeti ve Muhterem Ömer Öztürk’ün gayreti ile yetişen İslâm Gençliği…
Başbakan’ın Odasında Zuhur Eden Harika
Muhterem Ömer Öztürk, Ankara’da, Meclis’te, Başbakanlık odasında başbakan ile görüşmektedir. Öztürk, Talebe Birliği’nde polislerin giriş çıkışı kontrol ettiğini, talebelerin dışarıya çıkmalarına müsaade edilmediğini Başbakan’a söyler. Başbakan, İstanbul Valisi Vefa Poyraz’a telefon açar. O esnada maçta olan Vefa Poyraz, Başbakan’ın aradığını duyunca koşa koşa gelir. Başbakan:
– Asker, polis çıksın Birlik’ten. Talebe Birliği’ni teslim edin’ diyerek talimat verir.
Bir müddet sonra Muhterem Ömer Öztürk;
– Efendim sivil polisler içeride duruyormuş, emir verirseniz onlar da dışarı çıksınlar, der.
Ferit Melen, iyi ama saf bir kimsedir. Dememiştir ki;
– Oğlum sen 2-3 saattir burada oturuyorsun, çıkıp gitmedin burada durdun. Sivil polisleri nereden görüyorsun?’ O zaman cep telefonu da yok, konuşup haber almak için. Ama bir şey demedi, Vefa Poyraz’a tekrar telefon açarak;
– Sivil polisler içerideymiş. Çocukların işine mani oluyormuş. Çıkarın sivil polisleri de binanın tamamını teslim edin’ der.
Ve böylece daha mahkeme safahatı bitmeden kendi ifadeleri ile ‘haksız bir tasarruf’ olan MTTB’nin kapatılması Başbakan Ferit Melen’in teşebbüsüyle önlenmiş, kapatılan Talebe Birliği 9 Aralık Cumartesi günü tekrar açılmış oldu.
MTTB’nin Hukukî Durumu
MTTB’nin kapatılma hadisesi bu şekilde sonuçlandıktan ve Dernekler Kanunu İnceleme Komisyonu gerekli çalışmaları yaptıktan sonra, MTTB’nin durumu mahkeme vasıtasıyla tespit ettirilmeye lüzum görüldü. Böylece Asliye Hukuk Mahkemesi’nde dava açılmasına karar verildi.
Sonradan İlim Yayma Cemiyeti başkanlığı yapan Abdülkavi Beşer, Üsküdar Asliye Hukuk Mahkemesi’nde bu konuda Muhterem Ömer Öztürk ve MTTB’ye çok yardımları olmuştur. Onun yardımıyla hukukçulardan oluşan bir heyete tespit kararı verdirir. Bu tespit kararı ile ‘Talebe Birliği’nin bu kanunun kapsamı dışında kaldığına dair bir belge alınmış olunur. Bu esnada ortaya çıkan bütün masraflar da Muhterem Ömer Öztürk’ün şahsi servetinden karşılanır.
Mahkeme Başkanının Hayreti
Talebe Birliği’nin, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde gösteri ve yürüyüş kanununa muhalefet etmekten dolayı Ankara Asliye Hukuk Mahkemesi’nde devam eden bir davası vardır. Muhterem Ömer Öztürk, Mahkeme Başkanı Hamdi Özgüç’e gider:
– Bizim sizde böyle bir davamız var, diğerlerinin namına genel başkan olarak ben iştirak etsem bu davayı yürütebilir miyiz? Duruşma sırasında ben sizden ara karar isteyeceğim. Ara kararda size soracağım: 1630 sayılı Dernekler Kanunu’na göre Talebe Birliği kapatıldı mı? Üsküdar’dan aldığım şu tespit davasına göre kapatılmaması lazım. Eğer Talebe Birliği kapatıldıysa bu mahkemenin devamına lüzum yok. Talebe Birliği kapatıldı mı kapatılmadı mı?’ diye soracağım. Siz de şu tespit davasına göre, ‘Kapatılmadı!’ diye karar vereceksiniz. Bunun karşılığı olarak da ilk seçimde sizi Yargıtay üyesi seçtirirsem… deyince;
– ‘Ne diyorsun sen?’ diyerek hayretini izhar etti. Zira onlar için Yargıtay üyeliği, generallik demekti. Öztürk devam eder:
– Diyebilirsiniz ki ne büyük laflar, sen 20-25 yaşlarında bir çocuksun. Seni Yargıtay üyesi seçtireceğim diyorsun. Eğer Dördüncü Daire Başkanı İdris Bey’i yarın buraya getirirsem ve İdris Bey derse ki bu çocuğun dedikleri doğrudur, o zaman inanır mısın?
Hamdi Özgüç:
– İdris Bey buraya mı gelecek? dedi hayretle.
– Getiririm!
– Tamam, oğlum anlaştık.
Ertesi gün İdris Bey’in yanına giden Öztürk, durumu anlatır ve kendisinin de oraya gelmesini rica eder. İdris Bey;
– Tamam evladım gidelim, der.
Ankara Adliyesi’ne Yargıtay Dördüncü Daire Başkanı’nın gitmesi demek, adeta bir generalin birliği teftiş etmesi demekti. Baroda ve adliyede bulunan herkes, İdris Bey gelince onun önüne döküldüler. İdris Bey, Ömer Öztürk’le beraber hâkimin odasına giderler. İdris Bey;
– Bu genç, fi-sebilillah, memleket için, millet için, vatan için çalışan birisidir. Söylediği sözlerin arkasındayım, sizinle ne konuştuğunu biliyorum. O sözlerin arkasındayım, der.
Mahkeme, kısa bir süre sonra gün verir; duruşmada Muhterem Ömer Öztürk, ara kararı ister:
– 1630 sayılı Dernekler Kanunu’na göre Talebe Birliği kapatıldı mı? Üsküdar’dan aldığım şu tespit davasına göre kapatılmaması lazım. Eğer Talebe Birliği kapatıldıysa bu mahkemenin devamına lüzum yok. ‘Talebe Birliği kapatıldı mı, kapatılmadı mı?
Savcı Ali İhsan Atay da mütalaasını bu yönde beyan eder. Bunun üzerine mahkemeden, ‘Üsküdar Mahkemesi’nden alınan bu tespit kararına göre MTTB kapatılmamıştır’ şeklinde ara karar verildi.
Ara karardan sonra mesele, icra organı olarak hükûmete intikal etmişti. Alınan karar İç İşleri Bakanlığı’nca tatbik edilmezse fiilen yapılabilecek bir şey kalmıyordu. Bu meseleyi de Başbakan Ferit Melen halletti. Alınan mahkeme kararını yürürlüğe koyarak MTTB’nin resmen devamını sağlamış oldu.
Hz. Sâmi’nin (k.s.) Duası Bereketiyle Gelen On Yıl
MTTB’nin kapatılma kararından sonra Hz. Sâmi’nin yanına giden Öztürk; ‘Efendim inşâallah dua buyurursanız on sene devam eder Talebe Birliği’ der. Hz. Mahmud Sâmi (k.s.) da elini kaldırıp ‘Âmin’ der.
Daha sonra Muhterem Ömer Öztürk kendi kendine; ‘Neden on sene diyorsun, yüz sene deseydin ya!’ diyerek hayıflanır. Ama o zaman kapatılmış bir teşkilatın on sene daha devam etmesi gerçekten büyük bir şeydir. Duayı ettirdiği sene 1971’dir; MTTB’nin kapatıldığı yıl ise 1981. Tam onuncu yılında Millî Türk Talebe Birliği, Vehbi Ecevit’in başkan olduğu dönemde Kenan Evren’in başkanlığını yaptığı Millî Güvenlik Konseyi tarafından kapatılmıştır.
“Bir Çocuğa, Koskoca Bir Devlet Karşı Koyamadık.”
Nevzat Ayaz, Emniyet Genel Müdür Yardımcısı idi. Emniyet Genel Müdürü ise Orhan isminde Kars Valiliği’nden gelme bir kimseydi. İşten anlamaz, her işini Nevzat Ayaz’a yaptırırdı. Nevzat Ayaz’ın MTTB’ye karşı sıkı bir düşmanlığı vardı. Muhterem Ömer Öztürk, Emniyet Genel Müdürlüğü’ne Burdur Valisi Ömer Naci Bey ile gittiğinde, Nevzat Ayaz, Ömer Naci Bey’e dert yanmağa başladı. Ağzından sigarayı öyle bir hışımla çekti ki dudağı kanadı:
– Yahu yirmi, yirmi beş yaşında bir çocuğa koskoca bir devlet karşı koyamadık. Mani olamadık. Talebe Birliği kanun ile kapatılıyor, adam mahkeme ile açtırıyor.
Muhterem Ömer Öztürk’ü Ömer Naci Bey’e şikâyet ederken aynı şeyleri tekrarlayıp durmaktaydı: “Bir çocuğa koskoca bir devlet karşı koyamadık…”
Binası Olmayan Çatı
Varlık sebebi olan dernekler kapansaydı Talebe Birliği bitmişti. MTTB derneklerden müteşekkil bir konfederasyon…
MTTB’nin varlık sebebi olan dernekler kapatılıyordu. Peki derneklerden müteşekkil bir konfederasyon olan MTTB, temeli olmayan bir çatı gibi ayakta durabilirmi? Evet, durmuştur; temeller yıkılmış, ama çatısı ayaktadır.
Talebe dernekleri kapatıldı, onların yerine yeni dernekler kuruldu. Yani temel (dernekler) yıkıldı, çatı (MTTB) ayakta kaldı; sonra da yeni kurulan dernekler MTTB’ye (temelsiz duran çatıya) raptedildi. Temelleri boş olarak ayakta duran çatının altına sonradan yeni kurulan dernekleri de Faik Paşa oturtmuştur. Faik Paşa, Birinci Ordu Komutanı’ydı. Muhterem Ömer Öztürk kendisine;
– Paşam biz buraya kadar getirdik, bundan sonrası inşallah size ait, deyince;
– Tamam evladım o zaman kongreyi 27 Mayıs’ta (o zamanlar resmi bayram) yapacaksın. Sabahleyin 8’de açarsın kongreyi… Bizim devlet töreni 13.30’da bitiyor, 13.30’da kongre bitmiş olsun. Ben oraya bir de albay gönderirim, hiç kimse gelmez size bir şey sormaya, dedi.
Allah, Hz. Sâmi’nin (k.s.) yolundan ve yanından ayırmasın. Allah lütfetti; Talebe Birliği on sene daha devam etti. O da Sâmi Efendi hazretlerinin himmeti ile oldu.
İslâm’ı Öğren, Yaşa; Öğret, Yaşat
Muhterem Ömer Öztürk, bu temel prensibi MTTB’ye Genel Başkan olduktan sonra hep vurgulamışlardır. Kendi hayatı da bu esas üzerine temerküz etmiştir. MTTB faaliyetlerinin amacı her zaman İslâm’ın yükselmesi, yayılması ve İslâmî şuura sahip, sünneti yaşayan gençlik yetiştirilmesi olmuştur. Bu hususta da muvaffak olmuşlar, memleketimizde İslâm’ın yeniden neşv ü nema bulmasına vesile olmuşlardır. Kendilerinin başkanlığından hemen önce, senede birkaç faaliyeti olan; kongresi bile birkaç kişiyle yapılan MTTB’yi; kapatıldığında Türkiye genelinde iki yüzün üzerinde şubesi olan bir kurum hâline getirmişler, Türkiye’de İslâmî gençlik hareketi başlatmışlardır.
26 Mart 1971 Genel Kuruldan hemen sonra 31 Mart ve 7 Nisan’da birer hafta aralıklarla Basın-Yayın Müdürlüğü bünyesinde yapılan toplantılarda Muhterem Ömer Öztürk şunları söylemiştir:
“Önce kendimizi yetiştirmeliyiz. Önce Hak erenlerin ağzından İslâm’ı öğrenmeliyiz. Bununla birlikte ehl-i sünnet âlimlerinin eserlerinden okuyup İslâm’ı öğrenmeliyiz. Bu öğrendiklerimizi yaşamalıyız. Öğrenip yaşadıklarımızı, sözümüzü dinleyecek en yakınlarımızdan başlayarak öğretmeliyiz ve öğrettiklerimizi de yaşatmalıyız.” Muhterem Ömer Öztürk daha sonra İslâmî neşriyat ve hizmetin nasıl yapılacağını izah etmişlerdir.
İtikadı, Ehl-i Sünnet akâidine göre tashîh etmeyi, her gün Kur’ân okumayı, fıkıh öğrenmeyi hep tavsiye etmişler, İmâm-ı A’zâm hazretlerinin takip edilmesi gerektiğini anlatmışlardır.
Fatih Gençlik Vakfı’nın Kuruluşu
MTTB’nin 47. ve 48. döneminde Fatih Sultan Mehmed Han’a lâyık bir eser vücuda getirmek gayesiyle ‘Fatih Anıtı Yaptırma Komitesi’ kurulmuş ve halktan para toplanmıştı. ‘Orta Öğretim Komitesi’ adını taşıyan bu topluluğun gayesi rozet mukabili halktan yardım toplamaktı. Bu şekilde toplanan para 48. Dönem MTTB Genel Başkanı İsmail Kahraman’a teslim edilmiş ancak Fatih Sultan Mehmed Han’ın hatırasını yaşatacak bir heykel yaptırma düşüncesi 1971 Nisan’ına kadar fiiliyata geçirilememişti.
50. Genel Kurul’da MTTB Genel Başkanlığı’na seçilen Muhterem Ömer Öztürk, bu düşünceyi hayata geçirmek için hemen işe koyuldu. Bu öyle bir eser olmalıydı ki ecdâdın sebilleri, imarethaneleri, köprüleri, kervansarayları, hanları, çeşmeleri, mektepleri gibi ebediyete uzanan eserlerine benzemeliydi. Ecdat, mezarında mütevazı bir şekilde yatarken eserlerini cemiyetin hizmetinde görmeyi tercih etmişti. Onların torunları olan bizlerin, ecdadın ruhuna tezat teşkil edecek birtakım teşebbüslerde bulunmamız elbette düşünülemezdi.
Muhterem Ömer Öztürk, bu düşünceler neticesinde Fatih Sultan Mehmed Han’ın hatırasını yaşatacak en uygun eserin bir vakıf kurulması olduğuna karar vermiştir. Muhterem Ömer Öztürk, hemen teşebbüslere başlamış, vakfın kuruluş hazırlığını tamamlamış, mahkemenin verdiği 21 Haziran 1971 tarihli karar ile Fatih Gençlik Vakfı’nı resmen kurmuştur ve bu Muhterem Ömer Öztürk’ün MTTB Genel Başkanlığı döneminin mühim icraatları arasına girmiştir.
MTTB’NİN VÂRİSİ
Mustafa Miyasoğlu, Muhterem Ömer Öztürk’ün MTTB tarihindeki yerini, kendisine hediye ettiği “Rüya Çağrısı” isimli kitabının takdiminde şöyle ifade eder:
“İleride Türkiye’nin kaderinde söz sahibi olmasını beklediğimiz, -Tevfik İleri’den sonra- saygı ile anılacak, MTTB’nin İkinci Genel Başkanı Ömer Öztürk’e saygı ve muhabbetle takdimimdir.”
Muhterem Ömer Öztürk, 26 Mart 1971’de Genel Başkan olarak yaptığı ilk konuşmada “…Seçilsem de seçilmesem de, inandığım davanın neferi olarak son nefesime kadar Hakk’a hizmet yolunda olacağım” demiştir.
Gerek genel başkanlık döneminde, gerekse daha sonraları, yaşadıkları ve söyledikleri ile bu davanın bir neferi olmaktan öte kumandanlarından biri olduğunu herkese göstermiştir. İslâm düşmanlarının her türlü yolları deneyerek alternatif “İslâm Gençliği” yetiştirme yoluna gittiği bu 40 yıllık zaman dilimi bizlere gösteriyor ki Muhterem Ömer Öztürk’ün mâzi ile âti arasındaki muhafaza etmeye çalıştığı köprü, Ehl-i Sünnet çizgisinin tavizsiz ve sebatla uygulandığı yoldur.
1971 yılında genel başkan olan Muhterem Ömer Öztürk, iç ve dış düşmanların bütün hücumlarına rağmen Millî Türk Talebe Birliği’ni hakikî gayesinin yerine getirmesi yolunda mükemmel bir şekilde idare ederek başarıya ulaştırmıştır. Türkiye’ye damgasını vuran, memlekette estirilen zararlı rüzgârlara kapılmayan, maneviyatı güçlü, bugünlerde memleket idaresinde söz sahibi olan Müslüman Türk gençliğini yetiştiren MTTB’yi hakikî vazifesini icra eden bir teşkilat hâline getirmiştir.
12 Eylül 1980 darbesine kadar bu gayesini devam ettiren Millî Türk Talebe Birliği, bu tarihten itibaren memleket idaresine el koyan askerî yönetim tarafından faaliyetten men edilmiş ve kapatılması neticesinde gençliğin yetişmesine yönelik sorumlulukları ve tüzüğü gereği bütün mevcudiyeti, Muhterem Ömer Öztürk tarafından 21 Haziran 1971’de kurulan Fatih Gençlik Vakfı’na devredilmiştir.
MTTB’de Muhterem Ömer Öztürk Dönemi Sonrası
Ahmed-i Yesevî hazretleriyle başlayan alp-eren mücahitler hareketi, Selçuklu ve Osmanlı’yla kemale ulaşmış; Türkistan’dan Anadolu’ya, Balkanlar’a, Avrupa içlerine, Kuzey Afrika’ya, Somali’ye, Yemen’e, Hindistan’a, Kafkaslar’a, Sibirya’ya kadar 26 milyon km2’lik oldukçageniş bir sahaya yayılmıştır. İslâm’ın tebliğ edilmesine vesile olan bu büyük cihadın mayasında Hz. Türkistan Ahmed-i Yesevî (k.s.) hazretlerinin eli ve emeği vardır.
Bunun gibi bütün ömrü cihâdla geçen Muhterem Ömer Öztürk, Hz. Mahmud Sâmi (k.s.) tarafından Müslüman gençlik yetiştirmek ve bu gençliği irşad etmek için vazifelendirilmiştir. Dolaysıyla MTTB ile doğrudan ve dolaylı ilgisi olan her Müslüman gençte Ömer Öztürk’ün emeği vardır. İki yıl süreyle yaptığı MTTB başkanlığından sonraki dönemi kendileri şöyle anlatıyor:
“Yirmi altı ay süren MTTB başkanlığım döneminde Hz. Sâmi’nin (k.s.) himmetleri ile İslâmî gençlik yetiştirilmesi için gayret sarf ettik ve başarılı olduk; elhamdülillah. 1964 senesinde bizim aile şirketlerine ortak olarak 37. Grup Ticaret Odası, Demirciler Grubu’na kaydoldum. Hazret’in izinleri ile kabul ettiğim MTTB başkanlığını Raşit Ürper’e devrederek birkaç sene ara verdiğim demir ticaretine geri döndüm.
Hz. Sâmi (k.s.), ‘İslâm gençliği yetiştirmeye vesile olursunuz.’ buyurmuşlardı. Bu emrin gereğini başkanlığı devrettikten sonra da devam ettirmek için hem ticaretle uğraşıyor, hem de MTTB Başkanlığım sırasında kurduğum Fatih Gençlik Vakfı’ndaki hizmetlere devam ediyordum.”
50. döneminde MTTB Faaliyet Raporu’nun 400 sahifesi sadece 50. dönemin faaliyetlerini ihtiva eder. 26 Mart 1971 – 17 Mayıs 1973 arasını kapsayan 776 gün süresince yapılan bu faaliyetler, buzdağı örneğinde olduğu gibi 776 günün sadece su yüzünde görünen kısmını anlatır. Yazılmayanlar ve suyun altında kalanlar çok daha fazladır.
Bugünün serbest zemininde bile yapılması zor olan muazzam işler, o dönemde ülkede ilân edilen örfî idâreye (12 Mart sıkıyönetimine) rağmen yapılmıştır.
Bunun sırrı ise genel başkan Muhterem Ömer Öztürk’ün İslâmî gençlik yetiştirmekle Sâhibü’z-Zaman Hz. Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu (k.s.) tarafından manen vazifelendirilmiş, kendilerine icâzet verilmiş ve vekil tayin edilmiş bir kimse olmasıdır. Muhterem Ömer Öztürk,1946 doğumludurlar ve MTTB’ye başkan seçildiklerinde 25 yaşındadırlar. Daha 23 yaşında manen vazifelendirilip vekil tayin edildiklerini kendilerinden 2006’da öğrenebiliyoruz.
Muhterem Ömer Öztürk’ten sonra MTTB, politikanın fitnesine düşürülmeye çalışılmış, evinin kirasını verdiği, cebine harçlığını koyduğu kimseler maalesef bazı oyunların içine düşmüş, onlardan bazıları;
– “Dinimden dönerim ama partimden dönmem” diyebilmiştir.
51. dönemde bazı parti mensupları, MTTB’nin, partinin bir gençlik teşkilatı olmasını açıkça istemişler, daha sonra da büyük emeklerle ortaya çıkarılan İslâmî gençlik potansiyelini siyasete alet ederek eritmişlerdir. Buna rağmen 1970’li yılların gençliğinde, MTTB derin izler bırakmış, insanları ehl-i sünnet çizgisinde Allah (c.c.) ve Resûlü (s.a.v.)’e kılavuzlayan Muhterem Ömer Öztürk’ten istifade ederek ‘Müslüman Gençlik’ olarak büyük kazanımlar elde etmişlerdir.
Başkanlığı devrettikleri genel kuruldan sonra MTTB binasında Ömer Öztürk 36 kişiye hitâben özetle şöyle bir konuşma yapmışlardır:
“Şimdiye kadar size herhangi bir parti veya cemaat konusunda bir yönlendirme yaptım mı?
– Hayır.
– Sizce ben kime, hangi zâta müntesibim?
– İskenderpaşa Camii İmamı Mehmed Zahid Kotku hazretlerine…
– Yanılıyorsunuz ben Sâmi Efendi hazretlerine müntesibim. Ama kendileri yaş ve sıhhat itibarıyla müsait olmadıkları ve bu gençliğin de bir Hak kapısına gitmesi gerektiği için sizleri Mehmed Zahid Kotku hocaefendinin sohbetlerine götürdüm.
Hz. Sâmi (k.s.) bana İslâmî gençlik yetiştirme vazifesi verdi ve elhamdülillah bu gençlik yetişti, şuurlu bir gençlik teşekkül etti. Ancak “Siyasal İslam ve particilik fitnesi bu İslâmî gençlik potansiyelini sıfıra indirecektir, umarım bu konuda yanılırım.”
1974’te MTTB’nin 52. kongresinden önce, “Siyasi İslamcı”lar MTTB’yi kendi gençlik kolları hâline getirmeye çalışırlar. Bu esnada Muhterem Ömer Öztürk ile Mazhar Özman, Osman Çataklı ve Ahmet Kibritçioğlu gibi Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri’ne evlâd olduklarının davasında olan bazı isimler Ankara’da Yahya Oğuz’un evinde bir vesile ile Mehmed Zahid Kotku hazretlerinin de bulunduğu bir mecliste toplanırlar. Görüşmede Mazhar Özman, söze başlar ve particilerin (kendilerinin) doğru olduklarını savunmaya başlar. Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri, bu mevzuda Ömer Bey ne diyor; “Benim için Ömer Öztürk’ün sözü muteberdir” buyururlar. Huzura girmeden önce Hazret’i hakem seçenler, huzurdan çıkınca Hazret’in hakemliğini bir yana atıp bildikleri yola devam ederler.
O zamanın İçişleri Bakanı olan Oğuzhan Asiltürk, kongre günü kongre gerçekleştirilmeden önce İstanbul Emniyet Müdürü ve valilikten bir ekiple MTTB’yi ziyarete gelir. Muhterem Ömer Öztürk’e; “Siz, genel başkan adayı çıkarmayın; biz çıkaralım ve MTTB, MSP’nin Gençlik Kolları temsilciliği olsun” der. Bu bir tekliften çok diklenme ve cebir ifadesidir ve buna karşılık Muhterem Ömer Öztürk: “Seçim, delegeyle kazanılır, ezilirsin” der. Asiltürk, bakanlık forsuna dayanarak ve göğsünü gererek müstehzi bir ifadeyle; “Göreceğiz, kim ezilecek” der. Ancak neticede parti taraftarları, kongre salonunda MTTB’li delegeler tarafından hezimete uğrar.
50. Genel Kurulda Yapılan Mühim Bir Konuşma
27 Mart 1973 tarihinde Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu genel kurulun, “Tenkitler ve Temenniler” kısmında kürsüye gelerek Yahyâ Kemal’in şu dörtlüğünü okur:
Bu son fırtına, Türk ordusudur yâ Rabbi!
Senin uğrunda ölen ordu, budur yâ Rabbi!
Tâ ki yükselsin ezânlarla müeyyed nâmın;
Galip et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın.
Daha sonra Merhûm Tahsin Banguoğlu Hoca, bu dörtlüğün bir miktar da tahlilini yapar ve “Şu güzîde topluluğa; ancak bu şiirlerle hitap edebilirim” der. MTTB’nin o dönemdeki hâlini Allahü Te‘âlâ’nın ezân-ı Muhammedî ile teyid edilen yüce nâmını dünyâya yaymak için fî-sebilillâh bu uğurda canlarını fedâ eden son kale, son ordu olarak vasfeder ve ağlar.
1973 Senesi 51. Genel Kurulda Yapılan Bir Başka Konuşma
51. Genel Kurul’un tenkidler ve temenniler bölümünde Dr. Mazhar Özman söz almıştır. Özman kayda alınan konuşmasında şöyle demiştir:
“Ömer sen lütfen salondan dışarıya çık; çünkü yüzüne karşı medh-ü senâyı sevmezsin. Söyleyeceklerim medh-ü senâdır; o sebepten yüzüne karşı da konuşamam. (Muhterem Ömer Öztürk salondan çıkınca) Ömer kardeşimiz o kadar büyük işler başardı ki bu anlatılamaz. Bu başarılan işleri zaten bir başkası kat’iyetle başaramazdı. Ülkede sıkı yönetim var. Her faaliyet izne bağlı; hele MTTB’nin kapatılmasını durdurup MTTB’yi açtırması… Bunlar akıl almaz. Bunu ancak Ömer yapabilir. O çok sıkıntılı günlerde bana deseydi ki Mazhar ağabey, ben kendimi Sarayburnu’ndan denize atacağım; ben de tereddüt etmeden onun arkasından kendimi denize atardım. Ben ona tâbiyim çünkü onun yaptığı doğrudur.”
MTTB Faaliyetlerinde Gençliğe Verilmek İstenenlerin Özü
MTTB faaliyetleri, öğrencilerin toplanmasına, tanışmasına, birlik ve beraberliklerinin artmasına vesile olan faaliyetlerdir. MTTB, Muhterem Ömer Öztürk döneminde öğrencilerin İslâmî bir bakış açısı kazandığı, kendilerini yetiştirdiği ve sonraki hayatları için mühim bir ivme kazandıkları bir ocak hâline gelmiştir. Ömer Öztürk, MTTB’de görev yaptıkları yıllarda her şeyi sünnet-i seniyyeye göre değerlendirmeyi, sünnet kantarında tartmayı öğretmişlerdir. Bunun da yolunun Türkiye Müslümanları olarak çoğunluk Hanefî olduğu için İmam-ı Âzam’a tâbi olmaktan geçtiğini, onun sahabe ve tâbiinden (r.a.e.) alıp bütün dünyaya yaydığı ehl-i sünnet itikadına ve fıkıh ilmine sarılmakla mümkün olacağını vurgulamışlardır. Bir taraftan bütün insanlara bunları anlatırken diğer taraftan özel sohbetlerinde de Nakşibendiyye yolunun inceliklerini, nefis tezkiyesinin ve kalp tasfiyesinin şartlarını anlatmışlar, irfana susamış gönüllerde marifet tomurcuklarının açmasına vesile olmuşlardır.
Her zaman daima doğruları öğretmişler, yanlışlara işâret etmişlerdir. Kendilerinin; “Doğruları öğrenirseniz, yanlışlar kendiliğinden ortaya çıkar. Yanlışlar öğrenilmez!” sözleri hâla hafızalardadır.
Cemaatler Üstü Siyaset
Muhterem Ömer Öztürk’ün hizmetlerinde dikkate aldığı esas umdelerden ikisi şunlardı: Cemaatçilik yapmamak ve siyasetten uzak durmak.
MTTB’de bulundukları zaman dilimi içinde herkesi kucaklamışlar, bir mıknatıs gibi Müslüman gençleri bir araya getirmişlerdi. Türkiye’deki hemen hemen her cemaatten gelenleri, sevenleri vardı.
O zamana kadar, kendi muhiti dışında fazla tanınıp bilinmeyen İskender Paşa Camii İmamı Mehmed Zahid Kotku Efendi, Muhterem Ömer Öztürk’ün talebeleri oraya yönlendirmesiyle daha fazla tanınır hâle gelmiş ve etrâfında kalabalık bir cemaat teşekkül etmiştir. Hatta Prof. Faruk Kadri Timurtaş Uçar hoca, “Ömer evlâdım şurada bir sokak ötemizde böyle bir zât varmışda haberimiz yokmuş, Allah senden râzı olsun” demiştir.
Süleyman Efendi cemaati kongrelerini MTTB salonunda yapmağa başlamıştır. Süleyman Efendi Cemaatine yakınlığı ile bilinen Av. Tahsin Erdinç’in sorusuna verdiği cevap nasıl bir ümmet bilincine sahip olduklarına ve bütün Müslümanları bir vücûdun âzâları gibi gördüklerine delildir:
– “Ömer Bey herkes seni seviyor, ne zaman şu cemaatleri birleştireceksin?”
– Birleşmek demek, ayrı olmayı kabul etmek demektir. Ben ayrı olduğumuzu kabul etmiyorum ki birleşmeyi isteyeyim!
Askerlik Vazifeleri ve Askeriyede Açılan Mescid
MTTB sonrası dönemle ilgili bazı hatıraları yine Muhterem Ömer Öztürk ile yaptığımız mülâkattan naklediyoruz:
“Askerliğimi Kütahya Hava Tugay Komutanlığı’nda (yedek subay olarak) yaptım. Yedek subaylar da askerlerin kaldığı yatakhanede kalıyordu. Onların özel bir yeri yoktu. Kaldığımız yerde ayrıca çok fazla üniversite hocası vardı.
İçerisinde üniversiteden hocaların da bulunduğu yüksek tahsilli yedek subay öğrencilerin oluşturduğu böyle bir koğuşta namaz kılanlar oldukça fazlaydı. Ama namaz kılmak için mescid yoktu. Hocaların birkaçına dedim ki:
– Haydi hep beraber gidelim Tahir Yarbay’dan bir mescid isteyelim.
-Yahu Ömerciğim, sen bu işleri becerirsin bizi karıştırma! dediler.
Onlarla beraber gitmek istemem; ‘Mescid isteyen bir tek ben değilim, 15-20 kişi hep beraber mescid istiyoruz’ demek içindi. Ama onlar gelmediler. Sözümüzün geçtiği birkaç kişi ile beraber Tahir Yarbay’a mescid için müracaat ettik.
– Ne kadar bir yer lazım?’ diye sordu.
– Bir oda büyüklüğü yeter! dedik.
Adamcağız iyi niyetli bir kimseydi. Mescid isteğimizi yerine getirdi. Bize bir oda tahsis etti ve kapısına da ‘Mescid’ diye tabela astırdı.
Bu şekilde açtırdığımız mescidde namazları kılıyorduk. Hafta sonu İstanbul’a gittim, pazartesi döndüğümde mescidi kapattıklarını, içerisine de sıraları doldurduklarını gördüm. Sebebini sorunca:
– Hava Kuvvetleri Komutanı teftişe gelecek onun için mescid kapatıldı! dediler.
Kendisi bize memnuniyetle mescid veren, kapısına da ‘Mescid’ diye yazdıran adam Hava Kuvvetleri Komutanı gelecek diye mescidi kapatıyor. Ordunun hâli bu!…
Allah doğrunun yardımcısıdır. Hava Kuvvetleri Komutanı Emin Alpkaya’yı Talebe Birliği Başkanı iken tanırdım. Ama askerde iken sakalı bıyığı kesmişler, yüzüm de güneşten esmerleşmişti. Tanınmam kolay olmadığı hâlde Allâh dileyince oluyor. Paşa teftiş sırasında gezerken beni gördü ve tanıdı:
– Ooo! Ömer evladım sen misin? dedi.
Tabii Hava Kuvvetleri Komutanı’nın bana ‘Ömer evladım sen misin?’ demesi komutanların bana muamelesini değiştirdi. Bu durumu askerlik yapanlar iyi bilirler. Hava Kuvvetleri Komutanı’nın bir selâmı mescidin tekrar açılmasını sağladı.
Askerlik süresi üç ay idi. Bir ay izin ile geçti; toplam 61 gün askerlik yapmış oldum.
Resûlullâh (s.a.v.) nereyi teşrif etmişlerse hemen bir mescid inşâ etmişlerdir. Mekke’den teşrif buyurduğu Medine girişinde Kuba Mescidi’ni inşâ ettirdiler. 14 gün orayı teşrif buyurdular. Kuba’dan Medine’ye gelirlerken yolda Cuma Namazı kıldılar. O kıldıkları yere Cuma Mescidi’ni inşâ ettiler. Medine’yi teşrif ettiklerinde hemen Mescid-i Nebevî’nin inşaatını başlatmışlardı. Allâh her hususta Peygamberimiz (s.a.v.)’in sünnetine uymağı nasip etsin.
Elhamdülillah, Hak Te‘âlâ hazretleri askerlik vazifemizi ifa ederken de Efendimiz (s.a.v.)’in bu sünnetine uymağı nasip etmişti.
Hz. Sâmi Efendimiz, MTTB’de yaptığım vazifeden sonraki hizmetlerimin ne zaman başlayacağını ve önemini rahmetli pedere benim için şu sözlerle ifade etmişlerdi:
– Ömer’in iki işi kaldı: Birisi askerlik, diğeri ise evlilik. İkisi bitince esas mühim hizmeti başlayacak.
HAC ZİYARETLERİ
İlk Hac (Hicri 1393, Miladi 1974)
Muhterem Ömer Öztürk, yaptıkları otuz küsur haccdan ilk haclarını şöyle anlatırlar:
İlk haccımızı 1974 yılında Hz. Sâmi (k.s.) ile eda ettik. Mina ve Arafat’a çıkmak için, haccın hazırlığını yapan zevat kamyonet tutmuştu. Yaklaşık yirmi kişi o kamyonetin arkasına, birbirimizin üzerine sıkışarak oturduk. Neyse ki ön tarafta bir kişilik yer var. Oraya da, şoförün yanına, Sâmi Efendi hazretleri oturdular.
Mina’ya çıkma hazırlığı yaparken ihvanla aramızda şöyle bir konuşma geçti:
– Yahu orada (Arafat’ta) sizin teşkilatınız yoktur. Şuradan Hz. Sâmi Efendimiz için bir yatak götürelim.
– Kim taşıyacak yatağı?
– Ben taşırım Arafat’a kadar. Sonra oradan da geri getiririm.
– Neyle getirirsin?
– Sırtımda getiririm.
Neyse götürdük yatağı, Hazret de memnun oldu. Allah şefaatine nail eylesin. İstirahat buyurdular. Elhamdülillah, ilk haccı da bu şekilde tamamlamış olduk.
Başka bir hac ziyâretimizde Mina’da çadırı kurdu arkadaşlar. Bir de baktım karyola ve yatak getirmişler. Onlara dedim ki:
– 1394’te Hazret’e sırtımda yatak taşıdım. Birkaç sene sonra da Allahü Te‘âlâ ben istemeden böyle yatak gönderdi. Allah (c.c.), Hazret için ne yaparsam bu tarafta da karşılığını veriyor. Cenâb-ı Hak öbür taraftaki mükâfatları zayi etmesin. Esas karşılığı o tarafta verir inşallah.”
Bu hacc yolculuğundan dönüşte Muhterem Ömer Öztürk’ü sakal bırakmış olarak MTTB Kitap Kulübü’nde gören Mustafa Miyasoğlu, Durali Yılmaz, Ahmet Şişman, Ebubekir Eroğlu bu duruma oldukça şaşırırlar; hatta hayret ederler. Çünkü devletin her kademesinde kolaylıkla istediğini yaptırabilen, MTTB’yi 12 Mart’tan sonra örfî idarenin hâkim olduğu bir devirde kapatılmaktan kurtaran ve bu kadar yüksek hareket kabiliyetine sahip olan birisinin şimdi sakal bırakmış olmasına bir anlam veremezler. İslâmî gençlik hareketinin lideri Muhterem Ömer Öztürk, 28 yaşında hacca gitmiş ve sakal bırakmıştır ki o zaman o yaşta sakal bırakan hemen hemen hiç görülmemiştir.
Bu hayretler karşısında Muhterem Ömer Öztürk onlara, “Sakal sünnettir” diye cevap verir.
Durali Yılmaz; “Mahir İz Hoca, bile sakalsız” diye itiraz edince Muhterem Ömer Öztürk: “Örneğimiz Nebî (s.a.v.) mi, Mahir İz Hoca mı?” diye mukabele etmiştir.
Bursalı Hakkı ile Hac Yolculuğu
Muhterem Ömer Öztürk anlatıyor:
“Bursalı bir Hakkı Efendi vardı. Bizim birader:
– Bu sene hacca arabayla git, Hakkı ağabeyi de götür. Manen istifade edersin, diyordu. Daha sonra Hakkı Efendi ile tanıştık. Adamın konuşma ve hâlleri hoşuma gitmedi. Ağabeyime:
– Konuşmalarında saçma sapan şeyler anlatıyor. Uçuyor kaçıyor. Bizim böyle uçmayla kaçmayla işimiz yok. Ben bu adamı sevmedim, bu adamla hacca gidemem’ dedim. Ağabeyim:
– Aman Ömerciğim, ben söz verdim, rezil olurum, yapma, etme! dedi. Aradan bir müddet geçti. Efendi hazretlerinin hâdimesi Fatma:
– Babam seni çağırıyor, dedi. Gittim, Efendi hazretleri:
– Ömer, evladım. Bu sene inşallah hacca Bursalı Hakkı ile gidersiniz. Kendisi defaatle hac yapmıştır. Arapça da bilir. Size yol delili olur, buyurunca;
– Başüstüne efendim, dedim.
Bursalı Hakkı ile arabaya bindik. Yanımızda onun bir de müridi vardı. Yola çıktık. Ankara asfaltındayız. Başladı:
– ‘Dün gece Uganda’dan (manen) muz geldi, yedik vs…
Tam orada trafik levhası İçmeler sapağını gösteriyor. Çektim arabayı kenara:
– Bana bak Hakkı Efendi, Hazret götür dedi, ben seni onun için götürüyorum. Hâfız-ı Kur’ân’sın. Şimdi buradan başla. Kaç tane hatim indirirsen Mekke’ye, Medine’ye kadar; başımız üstüne, dinlerim. Bildiğin hadis varsa onları da söyle. Efendi hazretlerinden duyup dinlediğin menkıbeler varsa, onlar da başım üstüne. Bir daha Uganda, muz, uçtuk kaçtık gibi sözleri duymak istemiyorum, dedim. Müridi olan kişi:
– Aman Ömer ağabey çok büyük, manevi görevli bir zâttır. Sana bir zararı olmasın, bir şey deme buna, dedi. Ona da:
– Kes sesini, sen de aynı kurala tabisin. Saçma sapan konuşmak yok, dedim.
Medine-i Münevvere’ye geldik. Bir ev tuttuk. Sırayla ev işleri bulaşık, yemek, temizlik vb. yapılacak.
– Bulaşık, temizlik vb. işleri yaparım; ama ben hayatımda yemek yapmadım. Yemek yapmayı bilmem, benim sıram gelince çarşıdan hazır alırım, siz de yaparsınız, dedim. Müridi:
– O çok büyük bir velidir, onun bulaşığını da ben yıkarım, dedi.
– Hayır olmaz, burada tezkiye-i nefse uğraşıyoruz. Yıkasın bulaşığı, burnu sürtülsün! dedim. Bunları söylerken kendisi de içeride duyuyordu. Bulaşığı da yıkattırdım, evi de süpürttürdüm.
Allahü Te‘âlâ kimsenin sonunu öyle etmesin. Ömrünün sonunda televizyonda Hakkı’yı göstermişler. İki bina arasında bir tünel açmış. Kadınlar bir taraftan giriyor, öbür taraftan çıkıyor. Cennete yol kurmuş, parayla milleti tünelden geçiriyor. (20 sene evvel) Kendisine aldananlardan bir kadın televizyonda diyor ki:
– Bir milyar para harcadım, hâlâ cennetin kokusunu alamadım.
Bu durumlara düştü. Allah muhafaza etsin. Kendisine Efendi hazretleri o kadar itibar ederdi ki:
– Namazı Hafız Hakkı kıldırsın, der namazı ona kıldırırdı.
Hakkı son zamanlarında ‘Artık namaza da başladım’ demiş. Ulu Cami’nin önünde kitap satardı.
Bunları şunun için anlatıyorum: Maneviyat yolu oyuncak yolu değil, Allah muhafaza etsin. Bu yolu maddî geçimine âlet ederse bir kimse, bu hâllere düşer.
Medine’de 12 kişi idik, en son Sâmi Efendi hazretleri, onunla hiç kimsenin münasebet kurmayacağını, görüşmeyeceğini, konuşmayacağını, onu sohbetlerine kabul etmeyeceğini hepimize tebliğ etti. Burası böyle bir yer. Allah muhafaza etsin.”
1976 Haccı ve Mina’da Hz. Sâmi’nin (k.s.) İkramı
“Sâmi Efendi hazretleri 1976 Haccı’na gitmesi için torunu Mahmud Kirazoğlu’na:
– Ömer ağabeyine söyle, bu sene hacca arabayla gitsin, seni de hacca götürsün, buyurmuşlar.
– Peki, baş üstüne, dedim. Hazret götür dediyse mesele yok. Ama 8.000 km. yol gideceğiz, bu esnâda Mamud sıkılabilir düşüncesiyle yanımıza iki tane daha genç arkadaş aldık. Bizim bir Station Peugeot araba vardı, hep beraber onunla hacca gittik.
O zamanlar hacca gidenler, haccın çok kalabalık olduğunu bilirler. O mahşerî kalabalıkta Mina’da çadırlarda bulunduğumuz sırada Suriyeli bir hoca efendi (sonradan adının Ömer olduğunu öğrendim):
– Selâmunaleyküm, siz Sâmi Efendi’nin evladı mısınız?’ dedi. (Alnımızda mı yazıyor Hz. Sâmi’nin (k.s.) evladı olduğumuz?)
– Evet, dedim.
– Tamam, benim size vereceğim hediyeler var. Şu dört portakal size, filan yerden gelmiş hediyemdir. Alın bunları, afiyetle yiyin, dedi.
Eğer sen bu yola gönül vermişsen her zaman takip ve murakabe altındasın bi-iznillah. Kaza geçirirsin yanında olur (bkz. kaza, s. 132), yanıldığın yerde düzeltir (bkz. Ulaştırma Bakanı Rıfkı Danışman ile yapılan görüşme, s. 88); Mina’da o mahşerî kalabalıkta seni buldurur, portakal bile ikram ettirir.
Allahü Te‘âlâ onun evladı olarak yaşamayı ve öylece son nefesi vermeyi nasip etsin. (Âmin)
Orada bizimle beraber bulunan bir arkadaş diyor ki:
– Bize Mina’da portakal ikram eden zâtı hiç unutmuyorum. Düşmanına korku veren heybetli acayip bir görüntüsü vardı. Ömer ağabey o zât gidince bize, ‘Bu zât manevi görevlidir, demişti. Enteresan bir adamdı o…’”
1977 Hac Yolculuğu ve Trafik Kazası
Muhterem Ömer Öztürk, 1397 yılında (m. 1977) hacca Refik Tayla ve eski ortağıyla beraber arabasıyla giderler. Dönüş yolunda gece yarısında Suudi Arabistan sınırını geçtiklerinde Öztürk arabadakilere;
– Şurada duralım, yemeğimizi yiyelim, istirahatımızı edelim, ondan sonra yola devam ederiz.
Arabadakiler gençliğin de verdiği heyecan ve kuvvet ile;
– Ağabey yolcu yolunda gerek, yola devam edelim, dediler. Böylece yola devam edilir. Arabayı Refik Tayla kullanmaktadır. Tayla:
– Ağabey siz çok yoruldunuz, uzun süredir de uyumadınız. Arka koltukta biraz istirahat edin, deyince Öztürk:
– Eğer şoförün yanında oturan uyumazsa olabilir, der ve arka koltuğa geçer.
Muhterem Ömer Öztürk uyuduktan sonra evvela şoförün yanındaki, biraz sonra da şoför uyur ve Ürdün’ün başkenti Amman’a 60 km kala, gece yarısı saat 03.00 sularında araba dört beş takla atar. Kazada Öztürk arka koltuk ile ön koltuk arasına, ayak basılan yere sıkışır. Diğer iki kişi kapılardan fırlarlar. Ömer Ağabeylerinin sıkıştığını görünce telaş ile arka camı kırıp sıkıştığı yerden zorla çıkarırlar. Ancak çıkartırken de vücudunda birçok hasar meydana gelir. Sağ ve sol tarafta yırtılmalar, kanamalar, kırılmalar olur. Bu vaziyette Öztürk’ü dışarı çıkarıp kumların üzerine yatırırlar. Ömer Öztürk’ün orada söyledikleri şunlardır:
– Ya Rabbi bütün kaza, kader senin takdirindir. Senden gelene razıyım, bu kaza senden gelmiştir. Aramıza şeytanı sokma.
Kaza olduğunda Ömer Öztürk otuzlu yaşlarındadır. Yanında bulunanlardan ikisi ise ondan daha gençtir. Kazadan sonra;
– Ömer ağabey sana bir şey olursa, Allah korusun sen ölürsen biz ne yaparız? diyorlardı. Öztürk yine aynı lâfızlarla Refik Tayla’ya;
– Sakın aramıza şeytanı sokma. Kaza ve kader Allah’ın elinde, Allah’tan gelen her şeye râzı olmalıyız, diyerek oradakileri teskin etmeye çalışır.
Her Durumda Sünnete Bağlılık: Kırık Bel ile Kılınan Teheccüd Namazı
Kazada arabayı kullanan Refik Tayla anlatıyor:
“Ömer ağabey gece yarısı, o yaralı hâliyle abdest aldı; dört rekat, hem de ayakta teheccüd namazı kıldı. Kendilerine o zaman demiştim ki:
– Ömer ağabey ne olur bu farz namaz değil, sünnet olan bir namaz, günahı vebali benim olsun yat, kılma namazı! Ama o yine de kılmıştı.”
Kazazedeler kanlar içerisinde yatarken bu hâllerine şahit olan bir kamyon durur ve yaralıları kasasına alır. Bu şekilde hastaneye giderken polisle karşılaşırlar. Yaralıları kamyon kasasından indirerek kendi arabasına alan polis, süratle Amman’da bir hastaneye götürür. Hastaneye girildiğinde sabah olmasına pek kalmamıştır. Nöbetçi pratisyen hekimler filmleri çekerler. Filmlerde bel kemiğinin, kaburgaların ve daha birçok kemiğin kırıldığı görülmektedir. Pratisyen hekimler filmleri yukarıda uyuyan uzman hekime götürürler.
Uzman hekim filmlere bakınca;
– ‘Hasta, hastaneye nasıl geldi?’ diye sorar.
Pratisyen hekim:
– İki arkadaşının omuzlarına tutunarak ayakta geldi, deyince uzman hekim:
– O şekilde hastaneye geliyorsa bu filmlerin hepsi yanlış! Bu kırıkların sahibi yerinden kalkamaz. İster gitsin, isterse sabaha kalsın, der.
Bunun üzerine oradan bir kamyon tutarlar. Kaza yapan arabayı da kamyona yükletirler. Ömer Öztürk’ü de şoför mahalline yatırırlar. Öylece oradan yola çıkıp Suriye’yi geçerek gece Suriye hududuna gelirler. Ancak huduttan geçirmek için rüşvet isterler. Rüşvet vermediklerinden sabaha kadar orada beklemek zorunda kalırlar. Sabah olunca rüşvet isteyen memur gider, yerine gelen memur işlemleri yapar ve Suriye hududundan bu şekilde geçilmiş olur.
Türkiye girişine gelindiğinde, kamyon Ürdün plakalı üzerindeki araba ise Türk plakalı diye içeriye alınmazlar. İçeri almak için 1000 lira rüşvet istenir, ama rüşvet verilmez. Bunun üzerine Hatay Reyhanlı’dan bir kamyon bulup getirirlerken kamyonun şoförü, ‘Bunlar rüşvet vermeyecek!’ diyerek rüşveti kendi verir ve kamyonunu gümrükten çıkarır. Muhterem Ömer Öztürk’ün yaralı haline şahit olan aynı şoför:
– Yahu adamın beli kırık olmasına rağmen abdest alıyor, değil farz namazı teheccüd namazını bile kılıyor. Biz ne biçim Müslümanız?, diyerek sevincinden, memnuniyetinden ağlayıp namaza başlamıştır, elhamdülillah.
Rıza Makamı
Nihayet Adana’ya ulaşırlar. Otomobili orada bırakıp Ömer Öztürk’ü uçağa bindirip İstanbul’a gönderirler. Yolculuk esnasında çekilen bunca meşakkat neticesinde vücuttaki rahatsızlıklar iyice artar. Hekimler, “Eğer Ürdün’deki hekimler seni bırakmasaydı, çok daha hafif atlatırdın, dokuz ay değil, birkaç ay yatarak kurtulabilirdin”, demişlerdir.
İstanbul’da uçaktan inince eve gidilir:
O esnada Sâmi Efendi hazretlerinin torunu Mahmud:
– Dede, Ömer ağabey cuma namazına sizinle beraber gitmek için çok çalıştı, ama gelemedi, deyince Hz. Sâmi (k.s.):
– Biz Ömer Öztürk ile beraber değildik de ya kiminle beraberdik, diye buyurmuşlar. Allah şefaatlerine nail eylesin.
Evde iken Sâmi Efendi hazretleri, Muhterem Ömer Öztürk’ü yol arkadaşlarıyla beraber huzurlarına çağırır. Ömer Öztürk, kayınbiraderi Dursun Topçu da yanında olduğu halde huzura girer. Hz. Sâmi (k.s.) yolcuları ayakta karşılarlar ve önce Öztürk’ü karşılarındaki tahta sandalyeye oturtup sonra, kendileri yerlerine oturarak mübarek elleriyle Muhterem Ömer Öztürk’ü işaret edip;
– Rıza makâmına ermek kolay mı? Rıza makamına ermek kolay mı? Daha senin ileride yapacağın çok iş var, vazifeler var, diyerek başlayan 65 dakika süren sohbette seyr-ü sülûku anlatırlar.
O celsede Sâmi Efendi hazretleri, huzurdaki üç kişiye de (Muhterem Ömer Öztürk’ün eski ortağı, Refik Tayla ve Dursun Topçu’ya) ders verirler. Bu üç kişi Hazret’in ders verdikleri son kişiler olmuşlardır.
Kazadan hemen sonra Öztürk’ün, kumların üzerinde yatarken ‘Ya Rabbi! Kaza, kader senin elindedir. Ben şu kazadan ötürü senden razıyım. Aramıza şeytanı sokma’ şeklinde ettiği duaya atıf yapan Sâmi Efendi, âdetâ “Kumların üzerinde yatarken sen söylüyordun biz de buradan tabiri caiz ise televizyon ekranından takip ediyorduk” diyordu. Elhamdülillah, Hazret’in himmeti her zaman olduğu gibi trafik kazasında da üzerinde idi. Sâmi Efendi hazretlerinin evine gittiğinde iyice perişan vaziyette olan Muhterem Ömer Öztürk, orada Hazret’in manevi tedavisi ile düzelir ve Hazret’in duasının bereketi ile daha sonraki tedavileri de gerçekleşmiş olur. Muhterem Ömer Öztürk, Hazret’in yanından çıkınca yanındaki arkadaşlarına:
– Siz kazada, “Ağabey sana bir şey olursa, Allah korusun sen ölürsen biz ne yaparız”, diyordunuz. Hazret, ‘Daha senin ileride yapacağın çok iş var, vazifeler var’ diyerek size de cevap vermiş oldu, der.
Allah şefaatlerine nail eylesin, yollarından ayırmasın. (Âmin)
Trafik kazasından sonra dokuz ay yatan Muhterem Ömer Öztürk’ün ziyaretine maneviyat ehli bir zât gelir. Öztürk’e:
– Ömerciğim; seni bu enerji ile durdurma imkânı yoktu. Allah belini kırdı ki bundan sonra oturarak hizmet edesin diye. 24 saat sürekli koşturuyordun, çalışıyordun, başka türlü durdurulamazdın.
Seyr-ü Sülûklarının Tamamlanması
Nakşî yoluna bağlı bulunan Muhterem Ömer Öztürk, aynı zamanda Hz. Mahmud Sami (k.s.)’nun kendisine verdiği Kâdiri dersine de devam ederek bu yoldan da tefeyyüz etmişlerdir. Kendilerine bu konuda yöneltilen bir soru üzerine seyr-ü sülûkları ile ilgili şu bilgiyi verirler:
“Medine’ye gelmemizden bir iki sene evveldi. Sâmi Efendi hazretleri son dersi de o tarihte vermişlerdi. 1398 senesi (miladî 1978) Şaban ayında Beraat Kandili’nde, Sâmi Efendi hazretlerinin damadı Ömer Kirazoğlu, babam, ağabeylerim İsmail ve Cevat Öztürk ve Mahmut Hocanın bulunduğu bir mecliste hep birlikte otururken her zaman oturdukları koltuktan kalkıp;
– Burası senin yerindir, gel otur, buyurdular ve herkesin huzurunda beni kendi koltuklarına oturtturup tam karşımdaki koltuğa da kendileri oturdular.
Seyr-ü sülukumuzun başlangıcı, çok daha öncesine gidiyor; ancak MTTB başkanlığında ders hafifletilmişti:
– Talebe Birliği’niz var, sadece bir Fatiha üç İhlas okursunuz ruhaniyete, gerisi tamamdır, buyurmuşlardı.
Eğer Talebe Birliği döneminden sonrasını sayacak olursak seyr-ü sülûkumuz 1973-78 seneleri arasında ikmale ermiş oluyor.”
MEDİNE-İ MÜNEVVERE’YE HİCRET
Medine-i Münevvere’ye Hicretin Fazileti
Resûlullâh (s.a.v.)’in emri gereği bütün Müslümanlar Cennetü’l-Bakî’de defnolunmayı arzu etmelidirler. Çünkü Resûlullâh (s.a.v.)’e Şam, Irak ve Yemen tarafından üç ayrı kavim ayrı ayrı zamanlarda gelerek huzur-ı risâlet-i penâhide oturdular. Resûlullâh (s.a.v.) onlara İslâm’ı telkin etti ve o kavimler de Müslüman oldular. O zamana kadar inen emirleri Allah Resûlü (s.a.v.)’den talim ettiler ve her bir kavim;
‘Beldemize gidelim İslâm’ı orada anlatalım’ diyerek müsaade istediler.
Nebi-yi Ekrem (s.a.v.) her bir cemaat kalkıp gittiğinde;
‘Ve’l-Medinetü hayrun lehum lev kânû ya’lemûn’, yani;
‘Eğer bilselerdi Medine kendileri için daha hayırlı idi’ buyurmuşlardır.
Buradan anlaşılması gereken şudur: Medine-i Münevvere’yi bu üç beldenin, (Şam, Irak, Yemen) tam ortasına koyarsak, cihet yani yön itibariyle Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz bu mübarek sözlerinin dünyanın her tarafını kapsadığını görürüz. O halde bu sözün mânâsı; ‘Medine dünyanın her yerinden daha hayırlıdır’ demektir.
Ve yine Efendimiz (s.a.v.) Medine için;
‘Kimin elinden Medine’de ölmek gelirse onu işlesin. Şehitler gibi ölür. Mahşer sabahı da kendisine şefaat ederim’, buyurmuşlardır.
Ulemâ, Cennetü’l-Bakî’de bulunanların Nebî (s.a.v.)’in hassa ordusu mesabesinde olduğunu ifade ediyor. Ehl-i Bakî‘, yarın mahşer sabahı Nebi-yi Ekrem (s.a.v.)’in önünde, arkasında, sağında, solunda Sahâbe-i Kirâm hazeratı ile beraber yürüyeceklerdir. Cenâb-ı Allah hepimize nasip ve müyesser eylesin. (Amin)
Kutlu Davet
Muhterem Ömer Öztürk anlatıyor:
“Medine-i Münevvere’ye hicretimizin başlangıcı 1976 yılında idi.
1976 senesinde Mart sonu-Nisan başı Hz. Mahmud Sâmi (k.s.);
– İnşâallah, Medine’ye hicretimiz için mânen davet geldi, buyurdular.
Umumi olarak Medine’den davet geldiğini bu şekilde buyurduktan sonra fakire de;
– Siz de beraberimde bulunursunuz, dediler.
1977 senesi mayıs ayında büyük kızım yeni doğmuştu, on günlüktü. Hz. Mahmud Sâmi (k.s.);
‘Çok fazla eşya almazsınız. Evdekiler (yakın akrabalar) hicret ettiğimizi anlamasınlar. Bir bavulla gelirsiniz!’ buyurdular. Ben de evdekileri bir çocukla bırakarak hiç haber vermeden bir bavulla hicrete çıktım.
Sâmi Efendi hazretleri (k.s.):
– ‘Kimse hicret ettiğimizi anlamasın!’ dedikleri için ihvana;
– ‘Efendi hazretleri umreye gidiyor’ diye duyurduk.
Uçak biletlerimizi aldığım Ali Koçak Bey seksen küsur kişinin bu umre ziyaretine iştirak ettiğini söylemişti. Yani seksen küsur kişilik bir cemaatle yolculuğa çıkmıştık. Ama Hz. Mahmud Sâmi (k.s.) Efendimiz ile benden başka hicret niyeti ile geldiğimizi bilen yoktu.
Mekke ve Medine’de tam elli gün kaldık. Çok değişik bir ziyaret oldu. Hz. Mahmud Sâmi (k.s.) Efendimiz:
– ‘Şimdi döneceğiz, inşallah ileride tekrar başka bir tarihte yine hicret ederiz’ buyurdular ve hicret başka bir sefere kalmak kaydıyla, geri dönmüş olduk.”
Evin Tutulması ve Sohbet Vazifesi
1979 senesinde Sâmi Efendi hazretlerinin Medine’ye hicret için tekrar talimat vermesi üzerine Muhterem Ömer Öztürk tekrar hicret hazırlıklarına başlar. O zamanki Suudi Arabistan Kralı Hâlid’in arkadaşı İbrahim Şakir ikamet için on sekiz kişilik davetiye göndermiştir. Bu davetiye sayesinde ikamet işinin resmi yönü halledilmiş olur.
Daha sonra Sâmi Efendi hazretleri Öztürk’ü, ev bulup yerleştirmek üzere şevval ayında (Eylül 1979) Türkiye’den Medine’ye gönderir ve;
‘Hıfz ayetlerini, Âyete’l-Kürsi’yi okursunuz ve Medine’deki sohbetlere siz devam edersiniz’ buyururlar. Mevlana Muhammed Rebhâmî hazretlerinin Riyâdü’n-Nâsihîn kitabını uzatarak:
– Bu da size hediyem olsun. Onu Medine’de sohbetlerde okursunuz. Ancak taşımanız uygun değil. Uçakta zor olur. Medine’ye kara yoluyla giden Şekerci Mustafa adlı birisine verirsiniz, o da Medine’de size teslim eder’ buyururlar.
Sâmi Efendi hazretleri, geçirdiği trafik kazası sebebiyle hekim tarafından iki kilo dahi yük taşımaması söylenen Öztürk’ün bir kilo kitap dahi taşımaması için bu kadar hassas düşünüyorlardı. Öztürk;
– Efendim bunu kim okuyacak? deyince.
– İnşallah siz okursunuz! buyururlar.
Muhterem Ömer Öztürk, Medine’ye gelince daha önceden talebelerle gönderdiği ve bir depoya koydurduğu eşyaları Sâmi Efendi hazretleri için tuttuğu eve yerleştirir. Böylece bütün hazırlıklar Cenâb-ı Hakk’ın lütfu ve Sâmi Efendi hazretlerinin himmeti ile tamamlanmış olur.
Sâmi Efendi hazretleri Zilkade ayında Medine’ye geldiklerinde Muhterem Ömer Öztürk üç arkadaşıyla beraber Cidde’de karşılarlar.
Yol Kesmek İsteyenler
Muhterem Ömer Öztürk, Hazret’e ve ihvana on sekiz kişilik Cidde-Medine uçak bileti almıştı. Cidde Havaalanı’nda o kargaşa içerisinde, uçuş kartlarını almak için biletleri Öztürk’ten alırlar. Nasıl olduysa Muhterem Ömer Öztürk’e ve onunla beraber gelen üç kişiye uçakta yer kalmaz. Hazret uçağa gitti. Ömer Öztürk dışarıda kalır. Hz. Sâmi (k.s.) ve beraberindekiler uçağa binince uçuş kartı olmamasına rağmen telaşla uçağa giden kapıya yönelir. Oradaki memur, onun telaşlı hâlini görünce giriş kartını sormaz ve bu şekilde içeriye girer, kontrol noktasından geçer. Apronda Öztürk’ü gören başka bir görevli;
– ‘Uçağa mı yetişeceksin?’ der. ‘Evet’ cevabı üzerine kendi arabasına bindirerek uçağa götürür. Uçağın kapısında uçuş kartlarını kontrol eden görevli de Muhterem Ömer Öztürk’ün özel araçtan indiğini ve telâşını görünce uçuş kartını ve pasaportu sormaz ve böylece uçağa binmiş olur. Uçakta ihvandan birinin çocuğunu kucağına alır, bu şekilde Medine’ye Sâmi Efendi hazretleri ile beraber gelinir.
Burada oynanmak istenen oyun başkadır. Suudi Arabistan’da görev yapan Türk istihbaratı Muhterem Ömer Öztürk’ün, Hazret’le beraber Medine’ye girmesine mâni olmak istemiştir. Bunun için böyle bir oyun tezgâhlarlar. Ama yapan eden Allah…
‘Ancak, Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın dediği olur.’
Medine’ye girişte Muhterem Ömer Öztürk’le Hazret’in beraber bulunmasını istemeyen istihbaratçıların planı tutmamış olur.
“Görev Yeriniz Mekke’dir”
Böylece 1979’un Eylül ayında Medine’ye hicret edilmiş olur. Medine’ye gelirken Sâmi Efendi hazretleri Öztürk’e ‘Bizim burada kalmamız lazım; hizmet yönünden benim görev yerim Medine, sizinki Mekke’ demiştir. Aynı sözü birkaç defa da Dr. Abid Özmen’e de söylemiştir.
Vitir Namazı Meselesi
Muhterem Ömer Öztürk anlatıyor:
“Medine’de Ramazan ayında vitir namazı, ayrı olarak, iki ve bir rekat şeklinde kılınır. O zamanlarda Medine ileri gelenlerinin muhtelif ilmî toplantıları oluyordu. Beni de çağırıyorlardı. Burada kalabilmemiz için onlarla iyi geçinmemiz gerektiği düşüncesi ve Sâmi Efendihazretlerinin emriyle, istemeden de olsa iştirak ediyordum. Bir gün yine bir toplantıda bana sordular:
– Siz mescidde imama uyup farz namazı kılıyorsunuz. Ramazanda sünnet olan teravih namazını da yine imama uyup kılıyorsunuz. Peki bu ikisi arasında vacip olan vitir namazını neden imama uyup kılmıyorsunuz?’
Tabii onlar mezhepleri kabul etmediği için ‘Hanefî Mezhebi’nde böyle kılınmadığı için kılmıyoruz’ diyerek onlarla lüzumsuz bir tartışmaya girmeğe gerek görmedik. Rahmetli Hattat Mustafa Efendi vardı, Ona sorduk. O:
– Evladım bizde, Hanefîlerde tek rekât namaz yoktur. Onlarla bu şekilde kılamayız, dedi.
Hz. Sâmi (k.s.);
– Burada kalmamız lazım. Bizim burada manevi vazifemiz var, demişti.
Burada kalabilmek için de bu adamlarla geçinmek lazım. Buradaki kimseler soruyor:
– Yatsı namazının farzını imamla kıldın, teravihi de kıldın. Peki, vitr-i vacibi niye kılmıyorsun?
Bunlara bir cevap vermek lazım. Efendi hazretleri buyurmuşlardı ki:
– Size bir soru sorulursa, her soruyu çekinmeden bana sorarsınız. Bu sorulur sorulmaz, diye düşünme, ne istersen sor.
Kendilerine hadiseyi baştan sona anlattım ve ‘Ne yapmalıyız?’ diye sordum. Hazret bir müddet başını öne eğdi, sükût buyurdu. Sonra başını kaldırdı ve:
“Kılabilirsiniz, iadesi de gerekmez, dedi.”
Bu noktada Hz. Sâmi (k.s.), bu meseleyi manevi âlemde Sahibu’ş-Şeriat Seyyidü’l-Beşer Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’e soruyor:
– Ya Resûlullâh (s.a.v.), Burada kalmamız lazım, bu adam da böyle diyor, ne yapmamız lazım?
Sahib-i Şeriat (s.a.v.) şöyle cevap veriyor:
– Onlarla beraber kılınır, iadesi de gerekmez.
1980’de İstanbul’a Tedavi için Geliş
Muhterem Ömer Öztürk anlatıyor:
“1977’de trafik kazasında bel kemiğim kırıldığı için dokuz ay yattım. Hekimler bel kemiği üzerinde duruyorlardı. Evde yatarken genç hekim arkadaşlar şöyle demişlerdi:
– Ömer ağabey, seni muayeneye hep hocalarımız geliyor, genç hekimler olarak bizim araya girmemiz, konuşmamız ayıp olacağı için bir şey demedik. Hep belinin üzerinde duruyorlar, hâlbuki kaburgalar kırılmış, ciğere batmış. Bu ciğerler birkaç sene sonra mesele çıkarır.
Hakikaten o arkadaşların dediği gibi oldu. Üç sene sonra ciğerlerden kan tükürür olduk. Bunun üzerine Hazret: ‘İstanbul’a tedaviye gidin’, buyurdular.
İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi’nde Prof. Dr. Kuddusi Gazioğlu için akciğer konusunda Türkiye’de “bir numara” diyorlardı. Bu konuda Amerika’da derse de gidiyormuş, ayrıca neşriyatı da varmış.
Hoca’ya, doktor Yusuf Akkaya ile beraber gittik. Hoca muayene ettikten sonra (Daha o zaman duyulmamıştı) ‘akciğer tümörü’ teşhisini koydu. ‘Bronkoskopi, ondan sonra da ameliyata almamız lazım, dedi. Ciğerden parça alınıp tahlil yapılacak, sonra da ameliyat edecekti. Yusuf ile özel görüşmek için beni dışarı çıkardı. Yusuf’a, ‘Ömer Bey’in hastalığı çok mühim, hayati tehlikesi var, sakın ihmal etmeyin’ diye sıkı sıkı tembihlemiş. Hastaneden ayrıldık o gün akşam eve geldiğimde Hazret’in, Medine-i Münevvere’den evdekilere telefon açtırarak, ‘Ömer Öztürk’e selâmımı söyleyin inşallah şifa ayetlerine devam etsin’ dediğini naklettiler.
Onun üzerine kararımı verdim. Hazret böyle dedikten sonra yapılacak iş belli olmuştu. Bronkoskopi de, ameliyat da olmadım. Şifa ayetlerine devam ettim.
O arada beni Çapa’daki İstanbul Tıp Fakültesi’nde Doç. Dr. Tuğrul Bey’e yönlendirdiler. Bize altı sene fuzulî yere ilaç içirdi. Bu altı seneden sonra GATA’da Albay Prof. Yücel Bey’e muayene olduk. Yücel Bey:
– Ömer Bey, bizim Tuğrul çok iyi hekimdir. Benim sınıf arkadaşımdır ama bunca ilacı boşuna içirmiş. Niye içtin sen bu ilaçları? diye sordu.
– Nasibimizde varmış, ne yapalım?’ dedim.
Tabii altı sene boyunca içtiğim ilaçlar kortizonlu olduğu için ilaçları bırakınca, kilom arttı, 20 kilo birden aldım. O hastalık sırasında 63-65 kiloya düşmüştüm.
Yücel Bey son olarak şunları söyledi:
– Ömer Bey, bir şeyin kalmamış. Bak şu çay bardağı var ya. Kanaman bu çay bardağını doldurursa o zaman hekime müracaat et. Eğer çay bardağını doldurmazsa kanı görmedim de, öksürmemden oluyor de, boş ver ve buna aldırış etme.
Yücel Bey’in bu sözü üzerine ilacı bıraktım. ‘Tümör var, kanser var, şu kadar ömrün kaldı’ diyorlardı; bir şeyimiz kalmadı, elhamdülillah.
Hastalıktan ötürü telaşlanmamak lazım. Allahü Te‘âlâ devasız dert vermemiştir. Her derdin bir devası var. Hastalığı veren, şifayı da verecek olandır. Onu bulmak lazım. Cenâb-ı Hakk’tan her zaman ümitli olmak lazım. Allah’tan ümitli olduğumuz müddetçe Cenâb-ı Hakk’ın yardımı bizimle beraberdir. Allah’a can u gönülden ümitle bağlanıp istirham edelim, dua edelim.”
Medine’de Bulunma Âdabı Röportajı
Bir radyo kanalı ‘Âşıklar Diyarı Medine ve Âşıkları’ isimli program hazırlamış; ilk röportajı da Muhterem Ömer Öztürk ile yapmıştır. Kendileri Medine’de yaşamanın ne demek olduğunu şöyle anlatmışlardır:
“1979 senesinde Medine-i Münevvere’ye hicret ettik. Babamın ve ailece hepimizin üstadı olan Sâmi Efendi hazretlerinin Medine’ye intikali sebebiyle, ona tâbi olarak Medine’ye gelmiş olduk.
Hattat Mustafa Hocaefendi vardı -Allah gani gani rahmet eylesin- 1996’da vefat etti. O, 1920’li yıllarda hicret etmiş. Medine’ye ilk geldiğimizde Hocaefendi’yi ziyarete gittik. Bize şöyle bir nasihatte bulundu:
– Sâmi Efendi’nin arkasında gelmişsiniz, Allah râzı olsun, Medine-i Münevvere’ye hicret etmekle çok güzel bir iş yapmışsınız. Yalnız dikkat edeceğiniz husus; burada yürürken, otururken, kalkarken, konuşurken buranın Allah Resûlü (s.a.v.)’in beldesi olduğunu hatırdan çıkarmamalısınız. Ayağımı bastığım yere ola ki Nebî (s.a.v.)’in ayağı basmıştır, en azından bir sahâbinin ayağı basmıştır diye yürüyebilirseniz ne âlâ… Harem-i Şerif’e girerken çıkarken nereye girdiğinizin farkında olup hareket edebilirseniz ne mutlu size… Ama eğer alışır da Türkiye’de yaşıyor gibi yaşarsanız, mesela yolda yürürken yere tükürürseniz, Harem’e girip çıktığınızda nereye girip çıktığınızın farkında olmazsanız, o zaman Türkiye’de yaşayıp muhabbetle buraya gelip gitseniz çok daha iyi olur.
Medine’de yaşamak kime nasip olur belli değil. Merhum Konyalı Fehmi Efendi vardı meşâyihten. Allah gani gani rahmet eylesin. 50 yıl Medine’de oturmuş hiç çıkmamış Medine’den. Aile efradı, çoluk çocuğu ısrarla davet etmiş; “Biz gelemiyoruz sen gel Türkiye’ye” diye. Hocaefendi Medine’den çıkmayı istemediği hâlde onların davetini kıramadığı için Türkiye’ye gitmiş orada kalmış. Nasip meselesi, istemekle olmuyor. Hocaefendi 50 yıl çok da kolay şartlarda yaşamamış.
Merhum üstad Ali Ulvi Kurucu Bey anlatmıştı, ‘Ömer, evladım, 50’li yıllarda burada günde bir riyal bulmak çok büyük bir nimetti’. Gene eskilerden Amasyalı Mustafa Efendi vardı, o da 1920’li yıllarda hicret etmiş. Şöyle anlatırdı:
‘Biz devlet memuruyuz, 1940’lı yıllarda aybaşında devletin maaş verecek birşeyi yok. Buraya Mısır’dan, başka ülkelerden gönderilen yiyecekler (peynir vb.) gelir, bize maaş olarak verilirdi.’
Medine-i Münevvere, Müslümanların gönlünde olan bir şehir… Burada bulunmayı herkes arzu eder, ama nasip meselesi. Şartların oluşması, kendisini bu tarafa kılavuzlayacak zevatın bulunması meselesi… Hepsi bir araya gelince nasip oluyor. İşyerim Türkiye’deydi. İşyerimi de güvendiğim arkadaşlara bıraktım. Sermaye benden, emek onlardan ortak çalıştık. Kanaat sahibi de olursa insan, elhamdülillah, başka şeye hacet yok.
Allah, Hz. Sâmi’nin (k.s.) duası bereketiyle bize Medine’yi nasip etti. İnşaallah buradan ayırmaz. Allah (c.c.) buraya uygun edep ve ahlak üzere devam etmeyi nasip etsin.
Hattat Mustafa Efendi’nin çizdiği çerçeve bizim için çok mühim bir ikaz oldu. Medine’de adımımızı atarken yürürken konuşurken otururken kalkarken Allah Resûlü’nün (s.a.v.) beldesidir, ola ki burada bir sahabe oturmuştur, yürümüştür diye dikkat edilerek yaşayınca insanın içindeki haz da ona göre artıyor.
Tabii ki Medine’de yaşamakla Türkiye’de yaşamak arasında bir fark olması lazım. Türkiye kendi memleketimiz, insan istediği gibi rahat yaşayabiliyor. Ama Medine’ye gelince Resûlullâh (s.a.v.)’in beldesi diye daha fazla dikkat etmek ve itina göstermek icap ediyor. Ben 37 senedir şahsım adına elimden geldiği kadar buna dikkat etmeye çalışıyorum.”
Medine’nin İçini Fazla Bilmem…
“Burada filen bir işe girmedim, buranın şartları yabancılar için farklı ve çok zor. Bu yüzden çok fazla kimseyle temasım olmadı. 34 senemi ev ile Harem-i Şerif arasında geçirdim. Hatta buraya gelenler bazı yerleri sorarlar, ‘Bilmiyorum’ deyince de hayret ederler.
– 37 senedir buradasın, nasıl bilmiyorsun?
Gezip dolaşmadığım için bildiğim yerler sınırlı. Bunlardan biri, Mescid-i Kuba; çünkü buraya gitmek sünnettir. Nebi aleyhi’s-salatüve’s-selâmın kendileri cumartesi günleri Kuba Mescidi’ne gitmişlerdir.
“Kim evinden çıkıp bu mescide gelip iki rekat namaz kılarsa kendisine bir umre ecri verilir” buyuruyor. Hz. Peygamber (s.a.v.) çarşamba, bazen de perşembe günü Hz. Hamza (r.a.) ve Uhud şehitlerini ziyarete gitmişler; yine çarşamba günü öğle ile ikindi arasında Fetih Mescidi’nden Hendek Harbi’nin yapıldığı yere gitmişler, iki rekat namaz kılmışlardır. Cuma günleri de Cennetü’l-Bakî’yi ziyaret etmişlerdir. Ben de ömrümü buralarda geçirdim. Ve mümkün mertebe Mescid-i Nebevî’de bulunmaya gayret ediyorum. Özellikle sabah, akşam ve yatsı vakitlerinde devamlı buradayım.”
İKİNCİ KISIM
YÜKSEK AHLAKLARI
YÜKSEK AHLAKLARI
Tasavvuf ehli âlimler güzel ahlak sahibi insanları şöyle anlatmışlardır: Onlar yüksek mertebeye yerleşmiş bulunan istikamet ehlidir. Onlar, seçkinlerin de seçkini oldukları hâlde, makamlarından lütfen inerek avam içinde görünürler. Öyle ki, zâhir ehli, onları kendi emsâli olarak görür.
Onların fiilleri, sözleri ve dış hâlleri avama; iç hâlleri de üstün vasıflı seçkin zatlara lâyık şekilde meydana gelir. Meselâ;
“Bizim Allah katında bir derecemiz yoktur” derler ki, bu sözden, tecellîsine mazhar oldukları ilâhî isimde fâni olup bütün makamlardan geçerek, Allah katında yakının da yakınına erdikleri mânâsını anlaşılır.
Gönül hâllerini, halkın idrâkinden örtmek için, dış yüz âlimleri gibi, amellerini sevap için yaptıklarını göstererek, hakikat sırlarını keşfettiklerini ve kendilerinin marifet ve muhabbet ehli olduklarını ortaya atıp iddia etmezler.
Yine onlar, mizah üslûplu ve taklit kokan sözler söylemezler; tertemiz bir ifadeyle, zarif bir edâ ve hoş sözlü olarak asla meclisi sıkmaz ve topluluğa ağır gelmezler. Görünüşleri ve anlattıkları, gayet mâkul ve makbul olup tevazu ve oturaklı bir ahlak içinde bulunurlar.
Ehlullahın ahlâkının genel özelliklerinin anlatıldığı bu kısa girişten sonra; Muhterem Ömer Öztürk’ün her biri numune-i imtisâl olan ahlâkî özelliklerinden bahsedelim.
Tevfik Allah (c.c.)’dandır.
DÜRÜSTLÜKLERİ
Abdullah ibn Mesud (r.a.)’den Resûlullâh (s.a.v.)’in şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
“(Sözünde, işinde) doğruluk insanı hayra ulaştırır, hayırlı işler de cennete kılavuzluk eder. Kişi daima doğru söz söyler ve nihayet Allah katında doğrulardan olur. Yalancılık da muhakkak insanı kötülüğe sürükler, kötülük de cehenneme götürür. Kişi hep yalan söyler ve nihayet Allah katında yalancılardan olur.”
Doğruluk peygamberlerin ahlakıdır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in de en çok önem verdiği hususlardan biri olan doğruluğun ne derece mühim olduğunu ve tam mânâsıyla yerine getirmenin ne kadar zor olduğunu, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” ayeti indikten sonra Nebi (s.a.v.); “Hud sûresi beni ihtiyarlattı” buyurarak beyan etmişlerdir.
Hayatları dürüstlükten ibaret olan, her hâlükârda doğru kalmayı kendilerine düstur edinen Muhterem Ömer Öztürk’ün doğruluğu, kendisini tanıyan Müslüman olsun olmasın herkes tarafından bilinen ve tasdik edilen bir husustur.
Onu tanıyan her Müslümanın onun doğruluğuna ve dürüstlüğüne şahadeti âşikârdır, izahtan vârestedir. Müslüman olmayanların şahadetine gelince; Galatasaray Lisesi’nde beraber öğrenim gördükleri ve masonluk inancını benimsemiş bazı kişilerin ısrarlı talepleri üzerine yıllar sonra bir araya geldiklerinde kendilerine siyasî gidişatla ilgili sorular yöneltmişler ve bu esnada sürekli Muhterem Ömer Öztürk’ün doğruluğuna vurgu yaparak;
“Ömerciğim, bak sen yalan söylemezsin, bu hükûmet şu şu işleri yapar mı, yapmaz mı? İslâm’ı getirecekler mi?” şeklinde sorular sormuşlardır. Bu diyaloğun konumuzla ilgili kısmı ise o kişilerin konuşmaları esnasında sık sık, “Sen yalan söylemezsin, sen doğru söylersin” lafzını kullanmalarıdır.
Bir insanın mason olabilmesi için üç kitap üzerine yemin etmesi gerekir. Dolayısıyla mason olan kişi (önceden Müslüman ise) Müslümanlıktan çıkmıştır. Mason olan bu kişilerin Muhterem Ömer Öztürk’ün doğruluğuna şahitlik etmesi bu tarz insanların bile kendilerinin doğruluklarını itiraf etmeye mecbur kaldıklarını gösterir. 30-40 sene boyunca görüşmediği kişilerin sürekli kendilerinin dürüstlüklerine atıf yapması da Muhterem Ömer Öztürk’te doğruluğun, çocukluk ve gençlik çağlarından itibaren mümeyyiz bir vasıf olduğunu göstermektedir.
1972 senesinde başbakan olan Ferit Melen’e sunulan ve başbakanın, odasında kendisine bizzat gösterdiği bir istihbarat raporunda kendileri hakkında şu ifadeler yer almaktadır:
“Yüksek ikna kabiliyetine sahiptir. Kendisi hakkında en doğru bilgi, yine kendisinden alınır ve kesinlikle yalan söylemez.”
Bu da kendilerinin çevresinde bulunup dost görünerek istihbarat faaliyeti yapan kimselerin şahadetidir.
Böylece, dost-düşman, herkes Muhterem Ömer Öztürk’ün doğruluklarını ikrar ve itiraf etmiştir. Hakkında; “Onlar sana yalancı demiyorlar, bizim âyetlerimizi inkâr ediyorlar” âyeti inen ve herkes tarafından “Emin” lakabıyla anılan Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ve “Bir yalan söylersem din yıkılır” buyuran Resûl-i Kibriyâ (s.a.v.)’in halifesi Ebû Bekr-i Sıddık (r.a.)’in ahlakları ile ne derece ahlaklanmış olduklarına bunlar birer delildir.
On üç yaşından itibaren yaptıkları demir ticaretini üniversite yıllarında da devam ettirmişler, nasıl “dürüst tacir” olunacağını, muamelelerinde İslâmî esaslara tam uyarak göstermişlerdir.
Ellerinin Tersiyle İttikleri Servet
Hayatları; Allah’ın hudutlarını korumanın ve dürüstlüğün, eşine zor rastlanır cinsten örnekleriyle dolu olan Ömer Öztürk ile alakalı şu vak’a zikredilebilir:
1976 yılında Sokullu Camii’nden Şişhane’ye, Taksim’e doğru yokuşu çıkarken sağ tarafta Karagül İş Merkezi’nde kendilerinin dükkânı vardı. Bir gün dükkânda otururken adının Mehmet Karagül olduğunu söyleyen bir adam içeriye girdi.
– Biz bu pasajı 7 milyon liraya satın aldık. Burayı yıkıp yerine büyük bir iş merkezi yapacağız. Bu dükkândan ne zaman çıkacaksınız?’ dedi.
Muhterem Ömer Öztürk de ona;
– Mart sonunda mukavelem bitiyor. Mukavelem bitince çıkarım’ dedi. O da elindeki gazeteye sarılmış 1 milyon lirayı uzattı:
– Ben burayı 7 milyon liraya aldım, 6 milyonunu mal sahibine verdim. Bu 1 milyon lira da senin hakkın, dedi.
1976 yılında bir Cumhuriyet altını 400 lira; verdiği para ile 2500 tane Tam Cumhuriyet altını alınıyordu. Bu para o zamanki ekonomik şartlar içerisinde Türkiye’de sayılı kişilerde bulunan büyük bir servet değerinde idi. Muhterem Ömer Öztürk;
– Ne münasebet, bu parayı hak etmedim. Hakkım olmayan parayı da alamam. Ama merak etme, bizim için söze sadakat her şeyden mühim. Mart sonunda mukavelem bitiyor. Biz mukavele ile bağlıyız, sözümüzde dururuz. Mart sonunda dükkânı boşaltır, sana teslim ederim. Al kardeşim sana paran helal olsun, hayırlı olsun, dedi.
Adamcağız inanamadı:
– ‘Gerçekten boşaltacak mısın?’ diye birkaç defa sordu. Aynı cevabı alınca adam sevincinden, ‘Bu devirde böyle insanlar da var mı’, diyerek Öztürk’ün boynuna sarıldı.
10 Milyon Dolarlık Arsanın Satışı Meselesi
Bir başka hadise Ali Müfit Gürtuna’nın belediye başkanlığı sırasında gerçekleşir:
Muhterem Ömer Öztürk’ün Ankara Asfaltı’nda, Göztepe’nin ilerisinde müşterek bir arsaları vardı. Bitişik iki parselden ibaretti. Arsanın satılması gündemdeydi. Arsanın toplamı otuz üç dönümdü, 4,5 dönümü camiye ayrılmıştı; 28,5 dönümü ise satılacaktı.
Bu hadiseden bir müddet evvel Koç Grubu aynı arsaya talip olmuştu. O zamanki rayice göre ön tarafla arka taraf ne eder diye bir fizibilite raporu hazırlatılmıştı. Ön taraf dört, arkası bir; yani %80 ön taraf, %20 arka taraf şeklinde bir rapor çıkarılmıştı. Koç Grubu da 10 milyon dolar teklif etmiş, ancak anlaşma sağlanamamıştı. O alışveriş kaldı, lâkin orantı ve piyasa fiyatı aşağı yukarı belli olmuş oldu.
Muhterem Ömer Öztürk’le beraber arsada hak sahibi olan ortaklar arsanın arka tarafını İSKİ’ye satmak istiyorlardı. Yani %20 değerinde olan yeri… Toplamına 10 milyon verilen yerin arka tarafı 2 milyon eder. Ortaklar bir şekilde İSKİ’yle 8 milyon liraya anlaşmışlar, iş İSKİ’den çıkmış, onay alınmış, İSKİ’den sonra belediye yönetimi onaylamış, Ali Müfit Gürtuna da imzalamış ve Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’na göndermiş. Tabii Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’nın onay vermesi lazım.
Muhterem Ömer Öztürk ortaklara sorar:
– Yani bu hak mı? Devleti kazıklıyor olmuyor muyuz? Oraya Koç 2 milyon lira değer biçti. Hadi Koç bizim istediğimizi vermedi, değeri 3 milyon lira olsun. Siz 3 milyon liralık yeri 8 milyon liraya satıyorsunuz. Onların değerlendirmesini esas alırsanız, fizibilite raporuna göre 8 milyon lira arka tarafa ödenirse 32 milyon lira da ön tarafa ödenmesi lazım. O zaman toplamı 40 milyon lira ediyor.
Ortaklar, ‘Alan râzı, satan râzı’ derler. Bunların hepsi Müslüman insanlar, ama verdikleri cevap maalesef bu… Ve bu, Türkiye’deki zihniyeti yansıtıyor.
Bakanlıktan Döndürülen ‘Kârlı’ Satış
Ortaklarının bu yaklaşımı üzerine Muhterem Ömer Öztürk, Galatasaray Lisesi’nden mezun Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’nda müsteşar veya genel müdür eski arkadaşlarını, tanıdıklarını devreye sokar. Ortaklardan habersiz olarak bu arkadaşları vasıtasıyla alışverişi Bakanlık’tan bozdurur.
Devleti aldatmakla, insanı aldatmak birbirinden çok farklı… Devleti aldatmak çok daha kötü bir şey. Bir kişiyle olan münasebetlerinizde, netice itibariyle gidip kendisiyle helalleşme, parayı geri verme imkânınız var. Devletle nasıl helalleşeceğiz, Allah muhafaza buyursun. Devletin parası kimin? Devlet dediğimiz şey milletin teşkilatlanmış hâlidir. Bu paralar, milletin parası… Tüyü bitmemiş yetimin de hakkı var o paranın içinde…
Her Müşteriden Sonra Kantardaki Tozların Süpürülmesi
Muhterem Ömer Öztürk, Türkiye’deyken demir ticareti yapıyordu. O zamanlar Küçük Osmanlar diye kantar yapan bir müessese vardı. 2 tonluk kantarı 5 bin liraya, 3 tonluk kantarı 7 bin 500 liraya, 5 tonluk kantarı 10 bin liraya yapıyorlardı. Ömer Öztürk ise dükkanında 2 tonluk İngiliz malı kantar kullanıyordu. Dükkânı kapattığı zaman kantarın eskisini 300 bin liraya satmışlardı. Aradaki fark hesap edilmeye değerdir!
Muhterem Ömer Öztürk’ün sattığı kantarın üzerine temizlenmiş vaziyetteyken dolma kalem konduğunda, gramajı göstermiyordu, ama üstüne bir şey konduğunu ifade etmek üzere ibre hareket ediyordu. Dolayısıyla ölçüde tartıda hile yapmamak için tartının da, kantarın da, ölçtüğü şeyin de düzgün olması lazımdı. Bu sebeple Öztürk demircilik yaparken her bir alışverişten sonra demir hamallığı yapanlara kantarın üzerini süpürttürüyordu. Bu hassasiyetinden ötürü etrafındakiler:
– Bu çocuk böyle giderse kafayı üşütecek. Her tartıdan sonra terazi temizlenir mi? diyorlardı.
Her Gün Yapılan Kantar Kontrolü
Öztürk her sabah kiloları kontrol ediyordu. Buna ilaveten Küçük Osmanlar isimli kantar firmasıyla da anlaşmıştı ve ayda bir defa, kendi özel ölçü tartı aletlerini getirip kontrol ediyorlardı.
Demir Tozlarının Ağırlığının Hesap Edilmesi
Muhterem Ömer Öztürk, ‘Böyle giderse bir gün kafayı üşütecek!’ denilince bir gün süpürülen demir tozlarını bir tenekeye koydurur. Bir günde toplanan demir tozu 15-16 kilo gelir. Bunu da babaları Mehmed Öztürk gelince gösterir:
– ‘Baba bak, benim için kafayı üşütecek, demişler. Hâlbuki bir günlük satışımızda 15 küsur kilo fark ediyor. Yani eğer o tozlar kantarın üzerinde durmuş olsa akşama kadar sen bu 15 kiloyu kendi hesabına tartacaksın her müşteriye. Adam iki tonda ne anlayacak? 15 kiloyu anlama imkânı olmaz, ben de anlamam, sen de anlamazsın, kimse de anlamaz. Ama hak geçer!’
Ölçü tartıda hata yapmamak için ölçünüzün tartınızın düzgün olması lazım ve o düzgün ölçü tartıda ibrenin müşteri tarafına biraz ağır basması lazım.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Ölçü ve tartıda hile yapanların vay hâline! Onlar, insanlardan ölçüp alırken eksiksiz alırlar. Kendileri onlara ölçerek veya tartarak sattıkları zaman eksik verirler.”
Fazla Çıkan Hesap
O dönemde yaptıkları ticaretle ilgili bir menkıbeyi, eski ticarî ortaklarından Rüştü Ecevit anlatıyor:
“Ömer ağabeyin inşaat demiri satış mağazası vardı. Kendilerini orada ziyaret ederdik. Demirleri tartan kantara çok dikkat eder, her tartı sonu demir tozu dökülmüş olabilir bu da müşterinin aleyhine ağırlık yapar düşüncesi ile kantarı temizlettirirdi. Her türlü mal giriş ve çıkışını kaydeder, banka ile çalışmazdı. Demirin yok sattığı karaborsa günlerinde bütün demir satıcıları fiyatları yükselttiği hâlde kendisi tabii fiyattan satışa devam eder, değiştirmezdi. Fabrikadan gelen demirler boşaltıldığı gün satılır, bir şey kalmazdı. Bir gün, birkaç parti satış sonundaki kontrollerinde, satılan demirin, alınan demirden fazla olduğunu görür. Alışı, satışı, kantarı tekrar tekrar kontrol ederler, bir şey bulamazlar. O gruptan satış yaptıkları bütün müşterilerin listesini, adreslerini ve ne kadar demir aldıklarını çıkartırlar. Fazla çıkan demirin para olarak değerini, bu müşterilerin aldıkları orana göre pay ederler ve adreslerine P.T.T. kanalı ile havale çıkartırlar ve her birinin adresine mektup göndererek durumdan haberdar ederler ve helalleşirler.”
Ticarî İlkeler
Yine Rüştü Ecevit anlatıyor:
“Muhterem Ömer Öztürk ağabey, kendileri Medine-i Münevvere’de kalırken 1980 yılında İstanbul’da birisi ile ortak ticarî işyeri açarlar. Ömer ağabeyin sahibi olduğu bu işyerinde, kuruluşundan itibaren çalışmağa başladım. Çalışma esaslarını 10 maddede özetleyerek bizden uygulayacağımıza dair söz aldılar. Bunların başında ‘Hiçbir şekilde yalanla iş yapılmayacak’, ‘Hiçbir şekilde vade farkı yapılmayacak’, ‘Zararına da olsa verilen sözde durulacak’ maddeleri geliyordu. ‘Bunların aksini yaparsanız bilin ki iki elim mahşer günü yakanızda olacaktır’ diyerek o günün sabit telefondan başka haberleşmenin olmadığı, milletlerarası görüşmelerin yazdırılarak saatlerce beklendiği zamanlarda kâr-zarar, girdi-çıktı, alım-satım ve ciro miktarlarının değil, yukarıdaki hususlara uyulup uyulmadığının takipçisi olmuşlardır.”
Yarı Fiyatına Satılan Mallar
Muhterem Ömer Öztürk anlatıyor:
“1973-74 yıllarıydı. CHP ile Necmettin Erbakan’ın başkanı olduğu MSP ortaklığındaki koalisyon hükûmeti, demire zam yapacaktı. Korkut (Özal) Bey o zaman Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı… Herkese duyuruldu ki pazartesi günü yeni demir fiyatları açıklanacak. Biz demirin kilosunu o zaman, yanlış hatırlamıyorsam, 280 kuruşa satıyorduk, Allahu a‘lem. Ben de fiyatların yükseleceğini duymuştum. Ya 560 kuruş veya 640 kuruş olacaktı. Yani en az iki misli artacak veya iki mislini geçecekti. Bizim piyasadaki dükkânların hepsi kapandı. Esnafın kimisi ‘Cenazem var!’ diye yazmış camına, kimi ‘Tatile çıktım!’ demiş… Ben Yahudilerin âdetine muhalefet olsun diye cumartesi günleri de dükkânı açıyordum. Cumartesi zaten hiç kimse dükkânını açmamış. Ben cumartesi günü açınca, hiç olmamış şey oldu; bir günde yüz ton demir sattım. Herkes, ‘sakallı, yaşlı bir hacı baba bulduk; ucuza mal alıyoruz diye sıraya girmiş. Ben de müşterilere dedim ki:
– Bak kardeşim. Ben malın zamlı fiyatını da söyleyeyim size ki bu adamı da hiçbir şeyden habersiz zannetmeyin. Pazartesi ya 560 kuruş ya da 640 kuruş olacak. Ama Resûlullâh (s.a.v.)’in emrine uymak için bunu yapıyorum. Nebi (s.a.v.); “Muhtekir (ihtiyaç mallarını kıymeti artsın da satayım diye saklayan) mel’undur.” buyuruyor. Cumartesi günü dükkânı sabahleyin açıyordum, saat ikide kapatıyordum. Hadi şimdi uzatayım ikindi namazına kadar, ama ikindi namazından sonra kapatacağım. Yani bu kantar ne kadar çekerse o kadar vereceğim.
O gün yüz ton civarında demiri yarı fiyatına satmış oldum. Tabii bazılarına göre büyük aptallık (!) etmiş olduk. Ama bizim için mühim olan Allah Resûlü (s.a.v.)’e uymak.”
Doğruların Yardımcısı Hz. Allah’tır
Muhterem Ömer Öztürk, 1976 haccından karayolu ile üç kişiyle beraber dönerken;
– ‘Bakın arkadaşlar! Arabayı ben kullanıyorum. Şoför mahalli hariç, ayaklarınızın altına dahi eşya koyabilirsiniz. Arabanın tonaj sınırına kadar ne istiyorsanız satın alın. Yalnız bir şartım var. Gümrükte, arabada ne var, denirse hepsini teker teker gümrük memuru gibi sayarım. Elektronik eşya, kadife kumaş (Bunlar Türkiye’de yoktu o zamanlar) hepsini söylerim ona göre’, der.
Arabadakiler hakikaten öyle yaptılar. Şoför mahalli hariç arabanın her tarafını eşya ile doldurdular. Yola çıkıldı. O yıl hacca doksan binin üzerinde kişi niyetlenmişti, büyük bir kısmı da arabayla gelmişti. Suriye kapısına ulaştılar. Suriye girişi ana-baba günü. Her taraf araba dolu… Sıraya girildi. Yüzlerce değil, binlerce araba var. Artık sıra ne zaman gelecek belli değil. Bunun üzerine kenara çekip beklemeye karar verirler. Bu esnada bir adamcağız gelir:
– Sevvak? (Şoför kim?) diye sorar. Öztürk;
– Benim, der. Adam;
– Kenara gel! der ve ekler;
– Bak bu arabanın her tarafı dolu. Şimdi bütün bunların hepsini indireceksin. Bunların hepsini teftiş edeceğiz. Size de çok zahmet olacak. Sen şimdi bana bir bahşiş ver, geç, git’.
Muhterem Ömer Öztürk şöyle cevap verir:
– Resûlullâh (s.a.v.); ‘Rüşveti alan da veren de cehennemdedir’ buyurmuşlardır.
Adam şaşkınlık içerisinde:
– Ne dedin. Bir daha söyle! der.
– Nebi (s.a.v.); ‘Rüşveti alan da veren de cehennemdedir’, buyuruyor. Bizim için hiçbir zahmeti yok. Eşyayı teker teker indiririz, kontrol edersiniz, tekrar yerine koyarız, gerekirse bekleriz, hiç mühim değil’.
Adam Muhterem Ömer Öztürk’ün sakalını tutup okşar ki bu Araplarda çok büyük bir iltifattır:
– Haza hacı! (Hacı dediğin böyle olur.) Verin şu pasaportları.
Adam pasaportları alır, kalemi çıkarıp hepsine imza atar. Ondan sonra elini ağzına sokup ıslık çalar. Birkaç yüz metre ilerideki çıkış kapısına işaret eder. Bunun işaretini duyunca, ‘Ne var?’ der gibilerinden işaret gelir. Meğer adam oranın başmüfettişiymiş. Muhterem Ömer Öztürk’ü ve arkadaşlarını hiç bekletmeden binlerce arabanın arasından çıkarır ve Suriye hududunu geçerler.
Talebe Birliği Başkanlığı’nı üstlenirken Hz. Sâmi (k.s.); ‘Dürüstlük en büyük siyasettir. Dürüstlüğe devam edin, ağzınıza geldiği gibi konuşun’ demişlerdi. Dürüst davranmalarının neticesi bu olmuştu. Muhterem Ömer Öztürk, “Neler öğrendik onu bilemem ama dürüst davranmanın daima kazandırdığına defalarca şahit olduk” sözlerini defaatle dile getirmişlerdir.
Malın Kusuru Söylenmeli
Muhterem Ömer Öztürk kaza geçirdiği arabasını daha sonra tamir ettirir ve Teknik Üniversite’nin Gümüşsuyu Kampüsü yanındaki bir araba galerisine satılmak üzere verir. Galericiye,“Bu araba beş takla attı, bu arabanın şasesi düzeltildi, şurası şöyle yapıldı, burası böyle yapıldı, teker teker sayacaksın” diye tembih eder. Bir müddet sonra galerici:
– 325 bin liraya müşteri buldum. Aman Ömer Bey sen gelme! Ben satayım, sana parasını getiririm, der.
Lakin gelip, oraya gitmekte ısrar eder. Alan kişi, Öztürk gidip malın özelliklerini sayınca:
– Yok! Ben bunu 275 bin liradan fazlaya almam, der.
325 bin liraya anlaşılmış. Öztürk’ün sözlerinden sonra fiyat 275 bin liraya iner, satış gerçekleşir. Alıcı gidince galerici dayanamaz ve:
– Yani Ömer Bey Müslümanlık bu mu! Müslümanlık bunu mu emrediyor? Bak, şimdi sen burada aldanmış oldun. O Kayserili bu arabanın takla attığını, şasesinin düzeltildiğini biliyor; arabayı benden aldı, kullandı, altına da baktı, üstüne de baktı, hepsini bildiği hâlde, siz böyle söyleyince fiyatı düşürdü! der. Muhterem Ömer Öztürk ise şöyle cevap verir:
– Kardeşim, ben, bize İmam-ı Azam’ın öğrettiği, ‘Malının kusurunu söyle’ sözünün gereğini yerine getirdim. Onun bilip bilmemesi beni alakadar etmiyor, ben malımın kusurunu söyledim, o da belirlenen fiyattan 50 bin lira düştü; olsun…Cenâb-ı Hak onu başka bir taraftan ihsan eder inşallah.
Vergi Ödeme Titizliği
Vergi hususunda Muhterem Ömer Öztürk şunları nakleder:
“Ben muhasebecime bütün alışverişlerime ait evrakları verip ne kadar vergi tahakkuk etmişse tamamını ödüyordum. İnsanlar bana ‘Aptal gibi vergi veriyorsun!’ diyorlardı.
İyi de; sen verme, ben vermeyeyim, yani hepimiz bu vergiyi kaçıracaksak bu yollar nasıl yapılacak. Devletin yaptığı yolları kullanıyoruz, diğer hizmetlerden faydalanıyoruz, dolayısıyla vergi vermemek uygun olmaz. Müslümanın bu hususlarda da düzgün hareket etmesi lazım.
Geçmişte şöyle bir şey yaşamıştım: Pederin arsasına yapılan apartmandaki dairelerimizin vergisinin belirlenmesi için dairelerin değerlerinin beyan edilmesi gerekiyordu. Ben de tam değerini öğrenip ona göre bildirimde bulunmuştum. Hatta bu evlerden iki tanesini sonra vakfa vermiştik. Bir gün Erenköy’de kasapta aynı apartmandan bir komşumuzla karşılaştık. Bana dedi ki, ‘Yahu sen bizi aç mı bırakacaksın. Ne biçim bir şey beyan etmişsin öyle. Sen 200 bin demişsin, ben 40 bin demişim, aynı apartman içinde bu farklılık nasıl olur.’ Allah hidayet etsin…
1978’de Bülent Ecevit’in başbakan olduğu dönemde vergi mükelleflerine, ‘Asgari Gelir Vergisi’ diye bir uygulama başlattılar. Belli bir gelir gösterip vergisini ödeyenin defterine bakmıyorlardı.
1977’nin sonunda kaza geçirmiş, 1978’de de dükkânı kapatıp eşyaları yazıhaneye taşımıştım. Hiç ticaret yapmamıştım. 1978’in sonunda o sene hiç ticaret yapmadığım için zarar ettiğimi maliyeye beyan ettim. Galata Vergi Dairesi’nde Müdür Muavini Yüksel Bey:
– Bak kardeşim yeni bir tebliğ çıkarmış Maliye Bakanlığı. Asgari şu kadar vergi beyan edip ödemek zorundasınız. Siz bu beyannameyi alın düzeltin. Uğraşmayalım sizinle, sizi de rahatsız etmeyelim. Eğer bunda ısrar ederseniz defterlerinizi alacağız, yazıhaneyi işgal edeceğiz. Değmez bu kadar para için, dedi.
Ben de:
– Bu kadar paraya değmediğini ben de biliyorum; ama ben 1964 senesinden itibaren 15 yıldır vergi veren bir mükellefim. Kuruşu kuruşuna ne kazandıysam vergisini verdim. Bu sene de zarar ettim. Beş kuruş alamazsın. Gel, defterleri de al götür. Hepiniz gelin, yazıhanemde oturun, ama çay bile ısmarlamam bilesiniz. Oturun, hiç çıkmayın, isterseniz anahtarı da size bırakayım, ne yaparsanız yapın, dedim.
Bu konuşmanın vergi dairesi koridorunda olduğunu bu noktada hatırlamak gerekiyor. Zira vergi dairelerine işi düşenler, oradakilerle nasıl konuşulduğunu çok iyi bilirler. Koskoca patronlar vergi ile alakalı bir mesele olunca oradaki sıradan bir müfettişin karşısında iki büklüm olurlar.
Muhterem Ömer Öztürk, 1979 senesinde 33 yaşında ve sakallı hâliyle vergi dairesinin koridorunda vergi dairesinin müdür yardımcısına karşı bu kadar rahat konuşabilmektedir. Bu kadar rahat konuşabilmesinin sebebi nedir? Doğru sözlülük ve dürüstlük…
Söze Riâyet
Vehbi Ecevit anlatıyor:
“Muhterem Ömer ağabey, 1987 yılında, altı senelik ortaklıktan, sadece verdiği sermayenin verdiği tarihteki Türk Lirası olarak değerinin bir kısmını alarak ayrılmıştı. Bu ortaklığın devam ettiği dönemde Türkiye’den kış aylarında kullanılan elektrikli ısıtıcılar üreterek Suudi Arabistan’a götürmüşler, satın alan firmalar ise uzun süre depolarında beklettikten sonra bazı yabancı üreticilerin aleyhte propagandaları neticesi satmadan iade etmişlerdi. İade alınan ısıtıcılar, orijinalliğini de kaybettiğinden satılamamış Türkiye’ye iadesi de çok masraflı olacağından Medine’de bir depoya konmuştu.
Aradan yıllar geçmiş, ortaklık sona ermiş, Muhterem Ömer ağabey koyduğu sermayenin çok az bir kısmını almış, şirket ise geri kalan bütün varlığı ile hiç sermaye koymamış olan ortağına kalmıştı.
Bu duruma şaşıranlara Ömer ağabeyin verdiği cevap şöyleydi:
– Nebi (s.a.v.), ‘Ortaklıktan ayrılırken aldanan taraf olun’ buyuruyor, ben de bu emre istinaden bilerek aldanıyorum, şeklinde konuşmuştu.
Bu ayrılığın üzerinden birkaç sene geçti. Muhterem Ömer ağabey 1990 senesinde Medine’den İstanbul’u teşriflerinde bana, içinde 2 bin Suud Riyali para ve iki de kâğıt olan bir zarf verdi. Kâğıtların birinde Muhterem Ömer ağabeyin yeğeni ile eski ortağın teyzesinin oğlunun imzaları ile şunlar yazıyordu:
“Ortaklığınızın devamı sırasında Medine’ye gönderdiğiniz, ama satılamayıp bir depoda bekletilen ısıtıcıları Ömer ağabeyin emriyle ancak hurda olarak satabildik. 4 bin riyale satıldı. Muhterem Ömer ağabey, bunları ortaklık devam ederken getirdiğimiz için yarısını eski ortağa gönderin diye emretti. Zarfa o 2 bin riyali ve teslim aldığına dair imzalanmak üzere bir de zabıt yazıp koyuyoruz. Parayı alınca onu da imzalarsınız.”
İkinci kâğıt ise belirtilen zabıt idi.
– Buluşunca bu yazıyı okusun, şahitler huzurunda zaptı imzalatıp parayı da verirsin, buyurdular. Ramazan Divleli’yi de yanıma alıp gitmemi söylediler.
Sözleştiğimiz şekilde buluşup emaneti teslim edip imzasını aldık. Hiç bir kelam etmedi, parayı da cebine koydu.
Ömer ağabey, sermayenin tamamı kendisine ait olduğu hâlde, yarı-yarıya ortaklık sözü verdiği için, ortaklık tamamen bitmesine, arada hiçbir muamele, borç alacak kalmamasına ve bütün mal varlığı ortağında kalmış olmasına rağmen o cüz’i paranın yarısını kabul etmeyip eski ortağına ödenmesini istemişti.
Gelip emaneti teslim ettiğimizi bildirince, ‘Ne yaptı, ne söyledi?’ diye sordular.
– Hiçbir şey söylemedi, imzayı atıp parayı alıp cebine koydu, dedik.
– Hiçbir şey söylemedi mi? Kendisini affettirmek için hiçbir şey yapmadı mı? Size yalvarıp gözyaşı dökmedi mi? Vah vah. Demek ki hâlâ bir pişmanlık yok. Kendisini affettirme arzusu yok. Olsa idi, en azından bunları yapmalıydı. Zira sizi ona benim gönderdiğimi biliyor. Bunu bir fırsat bilmeli, ayağına gelen fırsatı kaçırmayıp sizi aracı yapmalıydı. Kendisi bunları bilecek durumdadır. Ama demek ki niyet yok, buyurdular.
Ömer ağabey, ortaklık sırasında ve ortaklıktan ayrılma sürecinde kendisine yapılanları bir kenara koyup eski ortağının istikametinin bozulmasına üzülüyor, acaba tekrar düzelir mi endişesini taşıyordu.”
CÖMERTLİKLERİ
Muhterem Ömer Öztürk ile herhangi bir şekilde tanışıklığı olan herkes onun ikramlarından ve cömertliklerinden istifade etmiştir. Yakınında bulunanlar, onun ihsanlarından en çok istifade edenler olmuş, bu yönlerini de ayne’l-yakîn görme imkânı bulmuşlardır. ‘Hiç kimse uşağı ve hizmetçisi için kahraman değildir’ sözünün ehlullah için geçerli olmadığını fiilen ispatlamışlardır. Zira yakınında olanlar, onun cömertliğini ve güzel ahlakını daha iyi görme imkânı bulmuşlardır.
Fıtrî Bir Özellik
Kerem ve cömertlik aslî tabiatlarından olan Peygamberimiz (s.a.v.), insanların en cömert ve en asiliydi. Bilhassa Ramazan aylarında O (s.a.v.)’in kerem ve sahavetinde sınır olmazdı.
Birgün bir adam, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) merada otlayan keçilerini sayarken gelmiş ve birkaç keçi istemişti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) de ona bütün sürüyü vermişti. Adam sürüyü kabilesine götürdüğünde;
“Hepiniz Müslüman olunuz. Muhammed (s.a.v.) o kadar cömert ki fakirlikten hiç korkmuyor, demişti.”
Muhterem Ömer Öztürk de Peygamberimiz (s.a.v.)’in ahlakıyla kâmilen ahlaklanmışlar, benzerleri büyük velilerde görülebilecek sahavet örneklerini kendi nefislerinde göstermişlerdir. Çocukluklarından itibaren yaratılışlarından kaynaklanan bir özellikle hep cömert olmuşlar, ‘Hz. Sâmi (k.s.) bize vermeyi öğretti’ diyerek bu özelliklerini nasıl kemale erdirdiklerini beyan etmişlerdir. Allah (c.c.) yolunda mal harcamaya, henüz Galatasaray Lisesi yıllarında iken başlamışlar, oruç tutanlar rahat etsinler diye kendi harçlıklarından hademelere maaş vererek sahur yemeği çıkarttırmışlardı.
Verirken hassas olmaya özen göstermiş ve ellerindekinden bir an önce kurtulmak istercesine hep dağıtmışlardır. Bunu gönül huzuruyla, tabii bir şekilde yapmışlar, bununla birlikte kendi nefisleri ve aileleri için iktisat ve itidalden ayrılmamışlardır.
Çünkü Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Hem onlar ki, harcadıkları zaman ne isrâf ederler, ne de cimrilik ederler; (harcamaları) bu (ikisi)nin arasında orta bir yolda olur.”
Bu konuda yaşanan bir olayı yakın hizmetini görenlerden Abdurrahim Başak anlatıyor:
– Ömer ağabeyin yeni bir çocuğu dünyaya gelmişti. Çocuğun beşiğine bir uyku seti alınması gerekiyordu. Alınacak ürün büyük mağazalarda 120 TL’ye set olarak satılmasına rağmen aynı şeyin Eminönü’nden parça parça temin edilebileceğini kendisine birisi söyleyince 90 TL’ye onu aldırmıştı. Akabinde Yeşildirek’te bulunan bürosuna gelmiş, bana kasayı açtırıp orada bulunan 40 bin TL’nin vakfa gönderilmesini emretmişlerdi. Benim, ‘Kendi çocuğunuz için 30 liranın hesabını yapıyorsunuz; hayır işlerine gelince aceleyle ve bol bol harcıyorsunuz’ demem üzerine ise, ‘Orada tutumlu davranarak o hesabı yapmasak, burada böyle veremeyiz’ buyurmuşlardı.”
İslâm’ın Yükselmesi İçin Sarf Ettikleri
1970’li yılların en büyük İslâmî gençlik hareketi MTTB’nin başkanlığını yaptığı dönemde mal varlığını MTTB’nin faaliyetleri için cömertçe harcamış, hatta aynı zamanda iş ortakları olan ağabeyleri, “Eline geçeni vakfa, öğrencilere, MTTB’ye harcıyor” diyerek -Ömer Öztürk’ün ileride zor durumda kalmaması için- bazı maddi imkânlardan onu geçici olarak men etmek istemişlerdir.
MTTB’de şahsi masraflarının hiçbirini Birlik’e yaptırmamış, içinde bulunduğu bütün faaliyetlerin masrafını kendisi karşılamış, ayrıca bu faaliyetleri yürütürken karşılarına çıkan her türlü maddi engeli şahsî servetleriyle aşmışlardır. Bu hakikati yıllar sonra Birlik Vakfı’nın bir toplantısında büyük bir tur firmasının sahibi Bülent Katkak şöyle dile getirecektir:
“MTTB’de on farklı başkan tanıdım. Kim başkanlık yaptıysa bu riyasetlerinden maddi-manevi istifade etmiştir. Bunun tek istisnası Ömer ağabeydir. O, maddi-manevi bütün imkânlarını MTTB için harcamıştır.”
Hz. Ebû Bekir es-Sıddık’ın (r.a.) Peygamberimiz (s.a.v.) için her şeyini vermesi gibi Ömer Öztürk de, kendi devrinde Hz. Peygamber (s.a.v.)’e vekâlet etmiş bulunan, Hz. Mahmud Sâmi Ramazanoğlu (k.s.)’nun hizmetlerine ve yolunun yayılmasına bütün varlıklarını harcamışlardır. Ancak edepleri gereği bunlardan hiç bahsetmemişler ve yeri geldikçe şöyle buyurmuşlardır:
“Cihâna sultan olmak bir kuru kavga imiş,
Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş.”
Eski dostlarından Doç. Dr. Tahsin Erdinç’in ifadeleri ile;
‘Varlıklı bir ailenin mutlu bir ferdi iken bu yola varını yoğunu, sağlığını, kısaca her şeyini vakfeden kişinin adı Ömer Öztürk’tür.’
Fatih Gençlik Vakfı
Muhterem Ömer Öztürk, kurdukları Fatih Gençlik Vakfı’nda yaklaşık 40 senedir binlerce öğrenciye karşılıksız burs vermişler, barınma imkânı ve her türlü maddi desteği sağlamışlardır. Eğitimini yurtdışında ikmal etmek isteyen kimi öğrencilere de ciddi yardımlarda bulundukları dönemler olmuştur. Kendisinin bursuyla okuyan öğrencilerin birçoğu memleketimizde mühim yerlere gelmişlerdir. Bu vakıfta öğrencilere hem burs verilmiş hem de Kur’ân-ı Kerim, ilmihal bilgisi ve belli seviyede İslâmî ilimleri öğrenmelerine vesile olan faaliyetlerle öğrenciler her yönden desteklenmiştir. Vakıf’ta ayrıca haftada iki gün 100-150 öğrenciye yemek verilmekte ve kültürel faaliyetler yapılmaktadır. Verilen burslar öğrenciler için hâlen ciddi seviyede destektir. Fatih Gençlik Vakfı, kuruluşundan bu yana, üniversite gençliğinin her türlü ihtiyacına cevap vermek için, kurucusu Muhterem Ömer Öztürk’ün maddî-manevi yardımlarıyla faaliyetlerine devam etmektedir.
Feriköy Erkek Öğrenci Yurdu
1966 yılında “Konya Yurdu” olarak inşa edilmiş ve devrin başbakanının katılımıyla hizmete açılmış olan Feriköy Öğrenci Yurdu; çeşitli devrelerden geçtikten sonra 70’li yıllarda Muhterem Ömer Öztürk’ün himmeti ve gayretiyle kahvehane görünümünden MTTB çizgisine çekilerek, Anadolu’dan gelen üniversite öğrencileri için mühim bir barınma yeri hâline gelmiş; 600 kişinin aynı anda kalabildiği bir yurt olmuştur. MTTB’ye bağlı bir yurt olan Konya Yurdu’nda o yıllarda, geleceğin Türkiye’sinde söz sahibi olacak binlerce öğrenci yetişmiş, uzun soluklu dostlukların tohumları ekilmiştir. Feriköy Öğrenci Yurdu bu derece verimli bir toprak iken 1980 ihtilali sonrası bir ‘danışıklı döğüş’le Konya Yüksek Öğrenim Yaptırma Derneği’nden alınarak Kredi Yurtlar Kurumu’na verilmiş ve 16 sene bu kurumun yurdu olarak çalışmıştır. Daha sonra Muhterem Ömer Öztürk’ün açtırdığı dava neticesinde dernek davayı kazanmış, 1996 yılında yurdun tekrar Konya Yüksek Öğrenim Yaptırma Derneği’ne verilmesi kararlaştırılmıştır. Ancak 16 yıl boyunca bir çivi bile çakılmayan yurt harabe vaziyette devralınmış; Muhterem Ömer Öztürk, yurdu âdeta yeniden inşa ettirerek modern bir yurt hâline getirtmiş, üniversite gençliğinin hizmetine sunmuştur.
Yurdun bulunduğu mahalle sakinleri, öğrenci profilindeki bu değişimi fark etmişler ve önceden yaka silktikleri, önünden dahi geçmek istemedikleri yurdun yeni hâlinden son derece memnun olduklarını çeşitli vesilelerle dile getirmişlerdir. Feriköy Öğrenci Yurdu, nezih mekânı ve güvenilir ortamı ile İstanbul’da eğitim gören üniversite öğrencilerine hizmete devam etmektedir.
Misvak Neşriyat
Muhterem Ömer Öztürk, ehl-i sünnet akidesinin güçlenmesi ve ümmet-i Muhammed’in (s.a.v.) istifadesi için Misvak Neşriyat’ı kurmuş, ilk olarak da, “Âlemlere Rahmet Olan Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Yüce Ahlakı” isimli kitabı hazırlatıp neşretmişlerdir. Daha sonra istişâre için oluşturduğu 15-20 kişilik bir heyet vasıtasıyla kaleme alınıp yayınlanması gerekli olan eserleri ve konuları tespit etmiş ve İmam-ı Azam Ebu Hanife (r.a.)’in hayatı, düşünce ve eserleri hakkında çalışmalar yapılmasına karar verilmiştir. Mahmud Sâmi Vakfı’ndan kısaltma olan “Misvak Neşriyat”ın ana gayesi de bu ilk çalışmalarla şekillenmiştir.
Yayın heyetinin uzun yıllar süren çalışması neticesinde, birçok aksaklığa rağmen, İmam-ı Azam (r.a.) hakkında ilk olarak İbn Hacer el-Heytemî’nin Mevâhibü’r-Rahmân fi-Menâkıbi’l-İmâm Ebî Hanîfete’n-Nu‘mân isimli eseri, Manastırlı İsmail Hakkı hazretlerinin tercümesinden sadeleştirilerek yayınlanmıştır. Bu eserle birlikte, doğrudan İmam-ı Azam (r.a.) ile ilgili, toplam 6 cilt kitap neşredilmiştir.
İmam-ı Azam ile ilgili kitaplardan sonra, Arapça ismi Îlâü’s-Sünen olan ve Türkçe’ye; “Hadislerle Hanefî Fıkhı” ismiyle tercüme edilen 21 ciltlik kaynak eserin tercümesine başlanmıştır. Hanefî mezhebinin hükümlerini sünnetteki delilleriyle beraber anlatan, hem ilim erbabının, hem de halkın istifade edebileceği bir kitap ‘Hadislerle Hanefî Fıkhı’, diğer eserlerde de olduğu gibi finansmanı Muhterem Ömer Öztürk tarafından karşılanarak neşredilmektedir.
‘Hadislerle Hanefî Fıkhı’nı gözleri yaşlı olarak okuyan Muhterem Ömer Öztürk, ümmetin kandili olan İmâm-ı Azâm’ın (r.a.) eserlerini ihya ederek sonraki nesillere büyük bir hazine bırakmışlardır.
Bu ana eserlerin yanında, kendileri, sünnet-i seniyyenin ihyasına yönelik çeşitli kitaplar neşrederek, ümmet-i Muhammed (s.a.v.)’i sünnet-i seniyyeye kılavuzlamaktadırlar. Ayrıca cuma akşamları internet üzerinden yapageldikleri sohbetlerin yazıya dökülmesinden oluşan “Sohbetler 1-2-3…” ismiyle yayınlanan eserleri, günümüz insanının şeriat ahkâmını ve tarikat adabını öğrenmek noktasında istifade edecekleri kaynaklardan biri olmuştur.
Özel bir hassasiyetle 40 küsür yıldır çıkardıkları ve okurları tarafından “kitap gibi takvim” olarak tavsif edilen “Mevlana Takvimi” her yıl yüz binlerce ailenin evine girerek insanların dinlerini öğrenmelerine yardımcı olmaktadır.
İnternetin çağımızın en mühim haberleşme ve tebliğ yollarından biri hâline gelmesiyle, Muhterem Ömer Öztürk de bu yönde çalışmalar yapılması gerektiğini işaret etmişler, internetin günümüzdeki kadar yaygınlaşmasından çok önce çevresindekilere bu yönde talimatlar vermişlerdir.
Muhterem Ömer Öztürk’ün sohbetleri sesli ve görüntülü olarak internet üzerinden yayınlanmakta, kurulan internet siteleri, sosyal medya ve e-posta ağları vasıtasıyla yukarıda bahsi geçen yayınlar ve daha fazlası geniş kitlelere ulaştırılmaktadır.
Hac ve Umre’ye Götürülen Öğrenciler
Muhterem Ömer Öztürk, 40 senedir âdeta bir hac ve umre firması gibi öğrencileri hac ve umreye götürmektedir. Ancak, yaptıkları bu hazırlıkların umre firmalarından en büyük farkı ücretsiz olmasıdır. Öğrencilerin İstanbul’dan uçağa binip memleketlerine dönüşlerine kadar her türlü ihtiyaçları karşılanmakta, ayrıntılı bir düzenlemeyle öğrencilerin sünnete uygun şekilde hac ve umre yapmaları sağlanmaktadır. Muhterem Ömer Öztürk, gençlerin en iyi şekilde ağırlanmalarından, her türlü izzet ikramın yapılmasına kadar yakından ilgilenmekte, onlara evlerini açmakta ve unutulmaz bir seyahat yaşatmaktadır.
En lüks turlarla gidilse dahi yapılamayacak nitelikte rüya gibi bir umre programı, giden öğrencilerde derin izler bırakmış, hayatlarında mühim değişikliklere sebep olmuştur. Öyle ya, bir kulun bir kula yapabileceği en büyük iyilik onu elinden tutup Allah Resûlü (s.a.v.)’e götürmektir. Türkiye şartlarında 18-20 yaşında hacca, umreye gitmek çoğu kişinin planladığı bir iş değilken ebeveynlerin dahi ufkunu aşan bir seyahate vesile olarak gençlere anne-babalarının bile yapmadığı iyiliği yapmaktadırlar. Bu umre seferlerine katılanlardan Medine-i Münevvere’de ikamet eden Rüştü Ecevit anlatıyor:
“1978 senesinde İstanbul Erenköy’den Muhterem Ömer Öztürk ağabey, beraberinde birkaç arkadaşı da olduğu halde hacca gitmek istediler. Bana da iştirak etmem hususunda teklif geldi. Ben dâhil beş arkadaşla birlikte gitmek üzere çalışma başlattılar ve imkânların çok kısıtlı olduğu o günlerde her türlü hazırlık çalışmasını bizzat kendileri yaptılar. Vizeleri davetiye usûlü çıkarttırıp uçakla gitmek üzere biletleri almışlardı. Vakit yaklaşınca Mahmud Sâmi Ramazanoğlu (k.s.) hazretlerinin kendisine başka bir görev verdiğini beyanla kendisinin bu yıl hacca gidemeyeceğini ama bizlerin gidebileceğimizi söylediler ve tereddütlerimizi giderip gitmemizi teşvik ettiler. İhtiyacım olacak masrafların karşılığını (o günkü rakamlarla 24 bin TL) önce borç adıyla sonra da geri almayarak hibe ettiler. Mekke’ye vardığımızda usûl ve erkânına göre haccımızı yaptırmak üzere babaları merhum Mehmed Öztürk amcanın adresini verdiler. 8 Zilhicce sabah namazında bulduk, kaldıkları yeri. Mehmed bey amca, kuşluk namazını kılmış, kudüm tavafını yapmış olarak geldiler. Bizlere hoş geldiniz dedikten sonra kudüm tavafını yapıp yapmadığımızı sordular. Yapmadığımızı söyleyince oturmadan, 70 yaşını aşmış hâliyle bizleri o en yoğun vakitte tavaf ve sa’ye götürdüler. Sanki o genç, biz ihtiyarız, en ince teferruatına kadar, duaları da tekrar ettirmek suretiyle -ki hata yaparsak düzeltene kadar tekrar ettirirdi- tavaf ve sa’yimizi yaptırdılar. O yaşta gösterdikleri gayret unutulacak gibi değildi. Bize o günkü şartlarda bütün usûl ve erkânıyla haccımızı yaptırdılar. O günlerde ne hac, ne umre bilgimiz dâhilinde değildi. Gündemimizde de yoktu, imkânlarımız da sınırlıydı.
Muhterem Ömer ağabey gençliğinden itibaren hiç kimsenin incinmesine fırsat vermemiş, bütün maddi varlığını, zamanını, enerjisini, sıhhatini, Allah (c.c.) ve Resûlü (s.a.v.) yolunda harcayarak geçirmişti. Hâlen hayatını aynı şekilde devam ettirmektedir. İhsan kelimesi onun için çok şey ifade etmektedir. Zât-ı âlîleri, ‘ihsanda bulunmayı’ hayat umdesi hâline getirmiştir. Allah rızası için gayret, hizmet ve fedakârlıklarının sınırı yoktur.
Ömer ağabey, 1979’da Medine-i Münevvere’ye hicret ettiler. Bizleri de İstanbul`dan bütün masraflarımızı karşılayarak defalarca hac ve umreye getirdiler.
Bizden önce ve sonra, sayısını binlerle ifade edebileceğimiz genç kardeşimize değişik sene ve zamanlarda bütün ihtiyaçlarını karşılamak suretiyle hac ve umre yaptırdılar. Bu hizmete hâlen devam etmektedirler. Cenâb-ı Hak yapılan bu ihsan, öncülük ve rehberliklerin karşılığını verecektir inşaallah. Biz de derecelerinin kat kat yücelmesi için Cenâb-ı Hakk’a niyaz ediyoruz.”
Medine-i Münevvere mücavirlerinden Kasım Yapıcı anlatıyor:
“1979 senesinde Muhterem Ömer Öztürk ağabey, Ramazan umresine götürdüğü arkadaşlardan hacca kalan on kişinin bütün hac masraflarını karşılamıştır. Arkadaşlarla bire bir görüşerek her birine 1500 Suud riyali vermiştir. Zaten yolculuğun masrafları da onun tarafından ödenmiştir. Ayrıca hem grubun hem hacca kalan arkadaşların Erzurum ribatında (misafirhane) kalmalarının karşılığı olarak, o zaman ribatın sorumlusu Hattat Mustafa Efendi -Allah rahmet etsin- almak istememesine rağmen belli bir miktar Muhterem Ömer Öztürk ağabey tarafından ödenmiştir.
Bu şekilde haccımızı eda ederek veda tavafımızı yaptık. Mekke-i Mükerreme’den ayrılıp Medine-i Münevvere’ye ulaştık ve Muhterem Ömer ağabey sayesinde Medine’de Mahmud Sami (k.s.) hazretlerini ziyaret ederek dualarını aldık. Yolculukta meşakkatler zuhur ederse, inşallah sabırla karşılayın Allah selâmetle ulaştırsın, diye bizlere dua etti. Muhterem Ömer Öztürk ağabey, Medine-i Münevvere’nin dışında bugün kralın sarayının karşısındaki benzinciye kadar gelerek bizleri Medine-i Münevvere’den uğurlamış oldu. Sayelerinde Ramazanın son günlerinde başlayan yolculuğumuz hac da yapılarak tamamlanmış oldu.”
Hz. Mahmud Sâmi Ramazanoğlu (k.s.) Camii Şerifi
Yurt içinde ve yurt dışında, yaptırdıkları, yardım ettikleri, tamamlanmasına vesile oldukları, kısmen üzerlerine aldıkları camilerin yanı sıra İstanbul, Pendik Kurtköy’de üstadının ismini taşıyan büyük bir cami yaptırmışlardır.
Hz. Mahmud Sâmi Ramazanoğlu (k.s.) Cami-i Şerifi’nin yapımına 17 Eylül 2006 tarihinde başlanmış ve cami yaklaşık iki yılda tamamlanmıştır.
Cami, 23,5×28,5 metre büyüklüğünde bir alana yerleşmiş, dört ana kolon üstüne tek ana kubbe ve etrafında dört yarım kubbe şeklinde inşa edilmiştir. İstanbul’un Pendik ilçesine bağlı Yenişehir Mahallesi’nde bulunan cami, Yavuz Sultan Selim Camii gibi Osmanlı mimarisinin zevk-i selimini açığa çıkaran bir eser olmuştur.
Caminin kendi adına yapıldığı zât hakkında cami kitabesinde şöyle denilmektedir:
Silsile-i aliyye-i Nakşibendiyye’nin otuz üçüncü postnişinleri olup silsile-i aliyyenin otuz ikinci postnişini Şeyhü’l-Meşayih es-Seyyid Muhammed Es‘ad-ı Erbilî kuddise sirruhu hazretlerinin halifelerindendir. Hz. zât-ı akdesin şecere-i mübarekeleri, Ramazanoğlu Beyliği’nden Hz. Seyfullâh Halid bin Velîd’e (r.a.) kadar uzanır. Hicrî 1308’de Adana’da dünyayı teşrif eden zât-ı âli-kadrleri, 1404’te Medine-i Münevvere’de irtihal-i dâr-ı beka eylediler. Kabr-i şerifleri Cennetü’l-Bakî’de ziyaretgâhtır. Ulema-yı İslâm, ‘Bir asırlık mübarek ömürlerinin her anında sünnet-i seniyye-i Resûl-i Kibriya -sallallahu te‘âlâ aleyhi ve sellem-i ihya eylediklerinde ve nice yüksek makamların sahibi; ‘gavs, müceddid, sahibü’z-zaman ve cana yakın ülfet’ makamının sahibi ve asırların nadir yetiştirdiği bir zât-ı akdes olduklarında’ ittifak-ı ârâ eylemişlerdir.”
Ebu’l-Fukara Ömer Öztürk
Muhterem Ömer Öztürk’ün cömertliklerinden Medine-i Münevvere’nin fakirleri de nasiplerini almaktadırlar. Kendileri Medine-i Münevvere fakirlerini adresleriyle beraber tek tek tespit ettirmişler, değişik milletlerden olan bu fakirlere düzenli olarak yardım etmişler, yardım etmekle kalmayıp yakınlık göstermişler, onların âdeta babaları olmuşlardır. Âlimlerin beyanlarına göre her şeyin bir alâmeti vardır; Hz. Peygamber (s.a.v.)’i sevmenin en mühim alâmetlerinden biri de fakirleri sevmektir. Kendilerinde bulunan aşk derecesindeki Peygamber (s.a.v.) sevgisini, fakirleri can u gönülden sevip destekleyerek ispatlamaktadırlar. Otuz seneyi aşkın bir zamandır Mescid-i Nebevi’de kurdukları bereketli iftar sofralarının müdavimleri daha çok fakirler olmuş, gördükleri güzel muamele neticesi bu zâta gönülden bağlanmışlardır. Kendisini gördükleri her yerde etrafında pervane olmaktadırlar.
Ramazan Ayında Coşan Cömertlikleri
Ramazan-ı şerifteki cömertlikleri denize karşı okyanus gibidir. Ramazan ayında Muhterem Ömer Öztürk’ün yemek dağıtılmasını organize etmekle vazifelendirdiği kişilerden Medine-i Münevvere’de mücâvir Ali Öztürk anlatıyor:
“Elimdeki defterde kayıtlı sadece on sene içinde dağıtılan yemek yüz binlerin çok üstündedir. Bu yemekler yaşlıların kaldığı evler, kimsesiz kadınların kaldığı yurtlar, yetimhaneler, daha önce tespit edilmiş fakir kimselerin evleri, çok düşük maaş alarak Medine-i Münevvere’de çalışan işçi kampları gibi yerlere her gün iftar öncesi tespit edilmiş adetlerde dağıtım yapılmaktadır. Hatta bir kez; dul, kimsesiz, yaşlı kadınların kaldığı ribatta dağıtım yaparken kapının aralığından gözleri görmeyen yaşlı bir siyahî kadın, bu yemekleri gönderene öyle bir vecd ile dua etti ki kendimizi ağlamaktan alıkoyamadık. Böyle dua eden nice yaşlı, dul ve yetim saymak mümkün.”
Cennetten Gelen İkram
Muhterem Ömer Öztürk’ün Ümmet-i Muhammed’e (s.a.v.) ikram konusunda ne kadar ince düşünüp titiz davrandıklarına dair bir menkıbeleri şöyledir:
Medine-i Münevvere’de Ravza-yı Mutahhara’da 30 küsur senedir yıl boyu pazartesi-perşembe günleri, Ramazan ayında da her gün iftar sofrası kurarlar. Sofralarda her seferinde en az 70-80 kişi iftar yapar. Sofraları için, düzen, intizam ve nitelik yönünden Harem-i Şerif içindeki en güzel sofra denebilir. Bu iftar sofraları hâlen devam etmektedir. İnşallah kıyâmete kadar da devam edecektir.
Her sofra kurulduğunda sofraya fazla fazla hurma koyarlar, daha sonra artan hurmayı tekrar toplar, Türkiye’ye gelirken bu hurmaları getirerek misafirlerine ve cemaatlerine ikram ederler.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: “Evimle minberim arası cennet bahçelerinden bir bahçedir” buyurdukları için âlimler demişlerdir ki; “Bir kimse cennet bahçesi olarak tavsif buyurulan Ravza’da iki rekât namaz kılsa ve, ‘Vallahi ben cennette namaz kıldım’ dese yemininde yanılmış olmaz” diyerek buranın aynen cennet bahçesi olduğunu beyan etmişlerdir. Muhterem Ömer Öztürk, İstanbul’a gelirken hurma pazarından hurma alıp kolayca ikram etmek yerine çeşitli meşakkatlerle cennet bahçesine hurma götürüp getirerek ümmet-i Muhammed (s.a.v.)’e ücretiyle bile bulunamayacak cennetten çıkmış hurmaları ikram ederek etrafındakilerin daha bu dünyada iken cennet meyvelerinden tatmalarına vesile olmaktadırlar.
Yine İstanbul’a gelirken yanlarında getirip sohbetlerinden sonra dağıttıkları taze misvakları Türkiye’de bulmak mümkün olmadığı gibi, o kadar iyi cins misvakı Mekke ve Medine’de bile elde etmek kolay olmamaktadır. Misvakı bu şekilde dağıtarak ve kullanmanın faziletini anlatarak, misvakın sürekli kullanılır, bittiğinde talep edilir bir nesne hâline gelmesine vesile olmuşlardır.
Diğer (Bilinen) Hayırları
Türkiye’deki hayırları yukarıda sayılanlarla da sınırlı değildir. 17 Ağustos 1999 depreminden sonra deprem bölgesine vazifelendirdikleri kişileri göndererek yıllarca her bayram, ihtiyaç sahiplerine yardım etmişlerdir. Yine dünyanın değişik yerlerindeki âfetzede Müslümanların yardımına da ilk el uzatanlardan olmuşlardır.
Her fırsatta fakirlere ihsanlarda bulunurlarken yakın çevrelerini ve ilim sahiplerini de büyük hediyelerle memnun ederler. Borçlarını öderler, kiralarını verirler. Yol parası bulamazken Muhterem Ömer Öztürk’ün elinden tutması, sermaye vermesi, yol göstermesi neticesinde zengin olanların sayısı hiç de az değildir.
İstanbul’da medfun sahabe-i kiramdan onlarcasının kabrinin yerlerini tam olarak ortaya çıkartarak, mezarlarının tamir edilmesine vesile olmuşlardır.
Türkiye dışında da Çeçenistan, Suriye, Filistin, Irak, Sudan, Somali, Keşmir, Nijerya, Bosna ve Arakan gibi Müslümanların sıkıntı çektiği hemen her yere bizzat gidenler vasıtasıyla imkânları nispetinde yardım etmektedirler. Bu bölgelerde açtırdıkları su kuyuları mevcuttur.
Maddiyattan Öte Fedakârlıkları
Maddi infakları, cömertliklerinin sadece bir veçhesidir. Allah (c.c.)’nun kendilerine verdiği her şeyi cömertçe ümmet-i Muhammed (s.a.v.)’e sunmuşlardır. Büyük fedakârlıklarla insanların hizmetine sundukları zenginliklerin başta gelenleri sağlıkları ve zamanlarıdır. Hekimlerin tavsiyelerine göre çok az ayağa kalkmalarına izin verildiği hâlde buna riâyet etmeyip hizmetten hizmete koşmaktadırlar.
Hiçbir şartta bir an bile ayrılmak istemeyecekleri Medine-i Münevvere’den Türkiye’ye yaz ve kış olmak üzere senede iki kez gelerek büyük bir fedakârlık göstermekte, sıhhatleri hiç müsait olmamasına rağmen insanların meseleleriyle ilgilenmek için yazıhanelerine gelmektedirler. Allah (c.c.) istifade etmeyi nasip etsin.
İKTİSADA RİAYETLERİ ve KANAATKÂRLIKLARI
Şaşılacak Davranışlar
Çevrelerine karşı hesapsız bir cömertlik içinde olmalarına rağmen kendi nefislerine karşı bir o kadar mutedil ve iktisada riâyetkârdırlar. Kendisine doğunun ve batının hazineleri arz edilen Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in na’l-i şeriflerini dikerek giymeğe devam etmeleri sünnetine uyarak; 20-25 senedir giydikleri ayakkabıları, tabanlarını yenileyerek kullanmağa devam ettikleri vâkidir. Şüphesiz bu, günümüzde fakirlerin bile uğraşmayacağı türden bir iştir. Her şeyi; kibar, temiz, düzenli ve tasarruflu kullanmak kendilerinde bir hâl olmuştur. Kendilerinin yıllarca kullandığı araba, elbise vb. gibi özel eşyalar, yıllar sonra bile neredeyse yepyeni hâllerini muhafaza etmektedir.
Ev ve Araba ile Alâkaları
Nebi (s.a.v.), “Bütün harcamalar Allah yolunda sayılır. Kişiye sevap kazandırır, sadece bina ve inşaata yapılan harcamalarda hayır yoktur” buyurmuşlardır.
Muhterem Ömer Öztürk Türkiye’de bulundukları süre zarfında ve Medine-i Münevvere’de kirada oturmuşlar, ancak yakın zamanda çevrelerindekilerin ön ayak olmaları ve ısrarları neticesinde bir ev sahibi olmuşlardır. Bununla beraber çeşitli vesilelerle ellerine geçen evleri burs vb. gibi hayır işleri için satıp İslâm’ın yükselmesi için sarf etmişlerdir.
Birgün İstanbul’u teşriflerinde binmeleri için Mercedes araba tahsis edilmiş ancak; dünyanın değişik yerlerinde fakr u zaruret içinde yaşayan Müslümanlar varken ve dünyada müslüman kanı akarken bizim böyle lüks arabalara binmemiz uygun olmaz diyerek kendileri için alınan arabayı sattırmışlar ve daha basit bir araçla yetinmişlerdir.
“Araba ‘vasıta’dır, bu görevini yerine getiren her hangi bir arabaya binilebilir” diyerek lüks araba talebinden sakınmışlardır. Bir sohbetlerinde “Müslümanlar dünyanın çeşitli yerlerinde zor durumdayken bir kimsenin kendi helal parasıyla almış olsa bile çok lüks arabalara binmesi, süper lüks villalarda oturması doğru değildir” buyurmuşlardır.
Hiç Tatil Yapmadılar
Babaları merhum Mehmed Öztürk Adana’nın en zenginlerinden biri olup 50’li yıllarda Adana’da arabası olan altı kişiden biridir. Daha sonra Hz. Sâmi (k.s.) ile beraber bulunabilmek için buradaki mallarının çoğunu satıp İstanbul’a gelmişler, burada da İstanbul’un büyük demir tüccarlarından biri olmuşlardır. Ömer Öztürk doğuştan böyle varlıklı bir ailenin çocuğu olmalarına rağmen, çevresinde bulunan sıradan insanlardan farklı bir hayat tarzı içinde bulunmamışlar, ellerindeki imkânları hep Müslümanların hizmetine ve İslâm’ın yayılmasına harcamışlardır. İstedikleri her yerde tatil yapma imkânları olduğu ve hizmetini görenler ısrar ettiği halde hayatları boyunca hiçbir zaman tatile çıkmamışlardır. Dünyaya bakış açılarını şu ifadeleri özetler:
Bu dünyada (nefsine uyarak) yaşama hakkını kullananlar, ahirette yaşama haklarını kaybetmişlerdir.
Her Şartta İktisat
Medine-i Münevvere’ye hicretlerinin ilk zamanlarında “düdüklü tencere” diye tabir edilen tencereler yeni çıkmış, belki bu ürünün fabrikasını satın alabilecek imkânlara sahipken düdüklü tencere kendi cemaati tarafından da rahatlıkla alınabilen bir nesne oluncaya kadar ihtiyaçları olduğu hâlde evlerine bu tencereden almamışlardır.
Peygamberimiz’in (s.a.v.), “Varlıkta da yoklukta da iktisat” emirlerine özel hayatlarının her safhasında azamî riâyet etmişler, abdest alırken, yemek yerken elektrik, su gibi kaynakları kullanırken hep iktisatlı olmuşlardır, en küçük bir şeyin dahi israf edilmemesine büyük çaba sarf etmişlerdir.
SÜNNET-İ SENİYYE’YE BAĞLILIKLARI
Muhibb-i Resûlullâh (s.a.v.) olarak bilinen Abdullah bin Ömer (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)’in irtihalinden sonra O (s.a.v.)’e olan aşırı sevgisinden dolayı, yürüdüğü yollarda yürümüş, altında gölgelendiği ağacın altında oturmuş, Nebi (s.a.v.) ne yapmışsa hiç yorum katmadan aynen tatbik etme çabasında bulunmuştur.
“Bizim sünnet anlayışımız da İbn Ömer (r.a.)’in sünnet anlayışıdır” buyuran Muhterem Ömer Öztürk hayatlarını, sünneti yaşamağa adamış ve bunu fiilen ispat etmişlerdir. Bu devirde sünnete uymanın nasıl gerçekleşeceğini anlamak isteyenler için, Ömer Öztürk’ün hayatının her safhası dersler ve ibretlerle doludur.
Bir sohbetlerinde şöyle söylemişlerdir:
“Eğer peşinden gittiğin zâtın, söylediği söz, yaptığı fiil ve davranışlar Resûlullâh (s.a.v.)’e uyuyorsa doğru, uymuyorsa yanlıştır. Benim şeyhim, liderim, ağabeyim, çok büyük bir zâttır, bir bildiği vardır, mânen çok büyüktür, kerametleri görülmüştür, sünnete aykırı bu hareketini şunun için yapmıştır gibi yorumlara girmeden söylenecek tek söz şudur: ‘Bizim için tek bir ölçü ve dünya ahiret kurtuluş reçetesi vardır, o da Resûlullâh aleyhissalâtu vesselâm efendimizin şeriat-ı garrâ-yı Muhammediye’sidir. Ona uyan her şey doğrudur, haktır, gerçektir, ona uymayan her şey de her ne sebeple yapılırsa yapılsın yanlıştır, bâtıldır, yalandır.”
“Müslüman karşısına gelen hadiseyi sünnet aynasına tutmalı; eğer orada yer buluyor, o aynaya uyuyor ise almalı, kabul etmeli; uymuyorsa kabul etmemeli, reddetmelidir.”
Muhterem Ömer Öztürk söylediği şeyleri önce kendi nefsinde tatbik etmiş, daha sonra insanlara tavsiye etmiş, bu düstura hayatları boyunca çok büyük bir titizlikle riâyet etmiştir. Yanındakilere;
“Benim doğrumu yanlışmış gibi göstermeye çalışanla işim yoktur; ona hakkımı helal eder, hesabını ise Allah’a havale ederim; ama benim asıl düşmanım bana yanlışımı doğruymuş gibi göstermeğe çalışandır. Mahşer sabahı iki elim onun yakasındadır. Ona hakkımı helal etmiyorum. Benim sözümde ve fiilimde eğer sünnete muhalif bir şey görürseniz bunu kabul etmeyin” demişlerdir.
Ayet-i kerîme: “Allah’a ve âhiret gününe îmân eden bir topluluğun, babaları veya oğulları veya kardeşleri veya akrabâları bile olsalar, Allah’a ve Resûlü’ne karşı gelen kimselerle dostluk ettiklerini (göremez, onları o hâlde) bulamazsın! İşte onlar ki, (Allah) kalblerine îmânı yazmış ve tarafından bir ruh (ilâhî bir yardım) ile onları kuvvetlendirmiştir. Ve onları, içlerinde ebediyen kalıcı oldukları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Allah onlardan râzı olmuştur ve (onlar da) ondan râzı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın hizbidir (taraftarlarıdır)! Dikkat edin! Şüphesiz ki Allah’ın taraftarları, gerçekten kurtuluşa erenlerdir!”
Tebliğde Zarafet ve İncelik
Muhterem Ömer Öztürk’ün tebliğdeki zarif uslûbunu anlatan ibretlik bir menkıbe şöyledir. Fatih Gençlik Vakfı’nın eski bursiyerlerinden Selçuk Balıkçı anlatıyor:
“İstanbul’da üniversitede okurken Fatih Gençlik Vakfı’ndan burs alıyordum. O sene, vakfın kurucusu ve burslarımızı veren Muhterem Ömer Öztürk yirmi bir bursiyeri umreye götürdü. O grubun içerisinde kafile başkanı olarak ben de bulunuyordum. Medine’de bir öğle namazını Mescid-i Nebevî’de Ömer ağabey ile beraber kıldık. Mescidden çıkarken Ömer ağabeyin umreye götürdüğü öğrenci arkadaşlardan Enes Koç:
– Efendim mescidden hangi ayakla çıkılır? diye sordu. Kendileri:
– Mescide sağ ayakla girilir, sol ayakla çıkılır, dedi. Enes heyecanla:
– Ama siz sağ ayakla çıktınız!’ dedi. Bunun üzerine:
– Öyle çıktıysam hata etmişim, dedi.
Oysaki kendileri çıkılması gereken ayakla, yani sol ayakla mescidden çıkmıştı. Burada Ömer ağabey hem o arkadaşın kalbini kırmamak hem de yukarıda bahsettiğimiz ‘yapılan yanlışı savunma’ durumuna düşmemek için böyle söyledi.
Ömer ağabeyin verdiği cevaptaki çok mühim bir incelik de şudur: Burada hem o arkadaşın kalbini kırmamış, hem yanlışı savunmamış, hem de bütün bunları yaparken yalan söylememiş oldu. Yani, ‘Hata ettim’ deseydi yalan söylemiş olacaktı. Çünkü sol ayakla mescidden çıkmışlardı. ‘Yok, hata etmedim sen yanlış gördün’ dese hem o arkadaşın kalbini kıracak hem de yanlışı savunmuş olacaktı.
“Öyle çıktıysam hata etmişim” diyerek çok yönlü bir cevap vermiş oldular. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’in sünnetini bu kadar ince bir şekilde anlayıp yaşayan Ömer ağabeyden Allah bizleri ayırmasın.”
Evlilik ve Tesettüre Riâyet
Evlenme kararını verişlerini kendileri şöyle anlatırlar:
“Rahmetli babam, ‘Efendi hazretleri, Ömer’in iki işi kaldı. Biri askerlik biri de evlilik. İkisi bitince esas mühim hizmeti başlayacak!’ diyor, sen ne diyorsun?’ deyince:
– ‘Tamam, o söyledikten sonra nasıl isterse öyle yaparım’ dedim.
Sâmi Efendi hazretleri de nezaket gösterip evlendiğim günün akşamı yatsı namazından sonra evin kapısına kadar refakat edip kapıda dua ettiler. Söz ve nikahıma da teşrif buyurmuşlardı.
Bundan önce evlenmek istemeyişimin sebebi şuydu:
O günlerde hiç yaygın olmasa da topuğa kadar elbise giyilecek, benim kardeşlerim dâhil hiç kimse ile görüşmeyecek, (Kur’ân-ı Kerim’de sayılan 19 kişinin dışında) Yanında mahremi olmadan dışarı çıkmayacak. Bu teklifi o zaman kimse kabul etmez. Ne ben kimseyi rahatsız edip müşkil durumda bırakayım ne de başkası beni rahatsız etsin! Yoksa evlenmek Peygamber (s.a.v.) tavsiyesi, sünnetidir, hepimiz için boynumuzun borcudur. Ama Sâmi Efendi hazretleri babama böyle söyleyince “Tamam mesele yok” dedim o zaman.
Askerlik için de kısa dönem gitme fırsatı çıkmıştı. Beş altı ay içerisinde askere giderek askerlik vazifemi de yerine getirmiş olacaktım. Bana;
– Kimi istersin, diye sordular. Ben de;
– Siz uygun birini bulursanız evlenirim, dedim.
– Peki görmeyecek misin? diye sordular.
– Lüzum yok, istihare ettirirsiniz. Hazret de tamam derse mesele yok. Ama aramızda hakem, Kur’ân-ı Kerim ve Allah Resûlü (s.a.v.)’in sünneti olacak. Bu şartlar dâhilinde olursa görmeme de gerek yok, dedim.
Uygun aday bulunduktan sonra bu konuda istihareye yatan üç kişiden ikisi rüyasında Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’i görmüştür.
Benim evlendiğim sene, yani 1975’de kadınların tesettürü için topuğa kadar örtünme diye bir şey yoktu. Kadının elbisesi diz kapağını geçerse tesettürü tamam addediliyordu. Rahmetli anama dedim ki:
– Ana, kız tarafına söyle elbiseleri topuğuna kadar diktirsinler. Aksi hâlde benim evime gelince giyemez. Sonra derler ki bu kadar elbise diktirdik hiçbirini giydirmedi. Anam dedi ki:
– Oğlum, ben diyemem utanırım.
Bunun üzerine;
– Ben söylerim. Utanacak bir şey yok, dedim.
Daha önce nikâh da yaptığımız için kız evine gidip durumu anlattım.
Mahremiyete Riâyetleri
Muhterem Ömer Öztürk’ün muhtereme zevcesi ile biraderleri (eşinin kayınları) dahi tanışmış görüşmüş değildir. Kerîmeleri, karma eğitim veren okullarda eğitim görmemiştir. Yine ailelerinin çarşı-pazar gibi yerlerde bulunmak âdeti olmamıştır. Evlerinin bütün alışverişleri ve dışarı işleri kendileri tarafından bizzat ve hizmetini görenler tarafından yapılmıştır.
Muhterem Ömer Öztürk, kendi hayatında tatbik ettikleri kadın erkek ilişkisine dair İslâmî usûlleri sohbetlerinde şöyle anlatırlar:
“Bilindiği üzere kadınlar yabancıların olduğu mekânlara çıktıkları zaman el, ayak ve yüzleri dışında bütün vücutlarını kapatmak durumundadır. Cenâb-ı Hakk, Kitab-ı Kerim’inde birbirlerini görmeleri ve aynı mekânda bulunmaları haram olmayan kişileri saymıştır ve kadının onların dışındaki kişilerle görüşmesi, konuşması şer’an caiz değildir. Bu kişiler ile görüşmelerinde, konuşmalarında bir sakınca yoktur.
Bazılarına göre kadın evde hiçbir iş yapmayacak, süslenip sokağa çıkarak kendisini sokakta takdim edecek! Hâlbuki Allah (c.c.) tam tersine kadının ziynetlerini gizlemesini emretmektedir. Kadının en büyük ziyneti ise kendi güzelliğidir ve ilk önce bunu gizlemesi gerekmektedir.
Tesettür-i şer‘iyyeden maksat kadının ziynetlerini saklamak, namahreme güzel ve hoş görünmemesini sağlamaktır. Tesettür güzel görünmek için değildir.”
Dişlerinin Kırılmasından Duydukları Mutluluk
1963 Senesinde 17 yaşındaki Genç Ömer, Üveys el-Karanî hazretlerinin hayatını okur. Hz. Ömer (r.a.) ile Hz. Ali (k.v.), Peygamberimiz (s.a.v.)’in hırkasını Üveys el-Karanî hazretlerine getirmiştir.
Üveys el-Karanî hazretleri de, Hz. Ömer (r.a.) ile Hz. Ali (k.v.)’ye Peygamberimiz (s.a.v.)’i ne kadar sevdiklerini sorar. Onlar da sevgilerini ifade edince Üveys el-Karanî hazretleri;
– Efendimiz (s.a.v.)’in Uhud savaşında dişi kırıldı, sizin ağzınızda dişleriniz duruyor. O (s.a.v.)’in bir dişi kırılınca ben ağzımdaki dişlerin hepsini söküp attım. O (s.a.v.)’in bir dişi kırılınca, bana diş lazım değil dedim, buyuruyor.
(Bu menkıbe Üveys el-Karanî hazretlerine ait bir durumdur, ona mahsustur. Sıradan insanların böyle bir şeye kalkışmaları uygun olmaz. Efendimiz (s.a.v.) onun için; “Ben Yemen’den Rahman’ın kokusunu alıyorum” buyurmuştur.)
Genç Ömer, bunu okurken anlatılanlar hoşuna gider, ‘Allah bize de böyle bir îmân nasip etsin’ diye dua eder. Bu sözü söyledikten bir müddet sonra yemek yerken kaşığa dişi basınca öndeki dişi kırılır. 17 yaşında bir gencin öndeki dişi kırılınca ortaya çıkan görüntüden çok üzülür. Sonradan fark eder ki bu kırılan diş tam da Uhud’da Efendimiz (s.a.v.)’in kırılan dişinin karşılığıdır. Bu işin o duadan olduğu hiç aklıma gelmez. Konuyu kendileri şöyle îzah ederler; “1980 senesinde Cenâb-ı Hak hatırına getirdi ki ‘Üveys el-Karanî gibi îmânım olsun diye dua ettiğim için dişim kırılmıştı.’ Bunun üzerine yeniden Cenâb-ı Allah’a sonsuz hamd ü senâda bulundum.”
Seyyidü’l-Beşer (s.a.v.)’e Olan Muhabbetleri
Muhterem Ömer Öztürk’ün Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’e sevgi ve bağlılıklarının izleri bütün harekât ve sekenâtlarında kendisini göstermektedir. İki cihan güneşinin gözü yaşlı bülbül-i nâlânı olmuşlardır.
Eyüp Sultan tarafında oturan, şimdi rahmet-i Rahman’a kavuşmuş olan ehlullahtan olduğunu zannettiğimiz, hâl ehli Vasfi amca adında bir zât vardır. İhvânın kendisine zaman zaman muhterem üstâdın hâl ve kelâmlarından anlatması üzerine, Muhterem Ömer Öztürk’ü dünya gözü ile hiç görmeyip gıyaben ve manen tanımış olmasına rağmen onun hakkında;
“Ömer Efendi dünyadaki peygamber âşıklarının başıdır” buyurmuşlardır.
Beyit:
“Sustuğumda hep seni düşünür,
Konuşunca seni anarım…”
Her sohbetlerinde baştan sona Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’i anlatırlar, anlattıkları konu başka yerlere uzansa da sonucu hep o şanlı Nebî (s.a.v.)’e bağlarlar, her vesile ile ona uymağı tavsiye ederler.
Salâvat-ı şerife getirmeğe çok ehemmiyet verirler; kendileri Nebi (s.a.v.)’in ism-i şeriflerini salâvatsız ağızlarına almazlar. Günlük virdleri arasında Delâilü’l-Hayrât bulunur. Hatta bu eseri iki kez bastırarak herkesin okumasını tavsiye etmişlerdir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in 201 ism-i şerifinin ezberlenmesini tavsiye ederler, kendileri de sürekli vird olarak ezberden buna devam etmektedirler.
Nebi-yi Ekrem (s.a.v.) ile ilgili her hususa son derece önem verirler, Nebi (s.a.v.) ile ilgili her konuyu üstün bir edep dairesi içinde ele alırlar, O’na tazime çok önem verilmesini tavsiye ederler. Peygamberimiz (s.a.v.)’e hürmetsizlik edenlere, ‘Bize Kur’ân yeter’ diyerek Peygamberimiz (s.a.v.)’i ve ona tâbi olmamızı sağlayan mezhep imamlarımızı aradan çıkarmağa çalışanlara ve ehl-i sünnete muhalif her türlü akıma karşı gayrete gelirler ve salâbet-i diniyyelerini ortaya koyarlar. Yunus Emre’nin;
“Emir hac göçeli hayli zamandır
Muhammed (s.a.v.) cümleye dindir, îmândır.”
beytinde anlattığı gibi Hz. Peygamber (s.a.v.)’e uymağı İslâmî anlayışlarının esasına oturtmuşlardır.
Aynı bağlılığı başta Hz. Ebû Bekir es-Sıddık (r.a.) olmak üzere bütün sahabe efendilerimize de gösterirler. Sohbetlerinde sık sık sahabeden (r.a.e.) örnekler verirler. Ashab (r.a.e.)’den bahsederken isimleri az duyulmuş sahâbîleri bile isimleriyle, vasıflarıyla, akrabalık ilişkileriyle birlikte zikrederler, menkıbelerini gözyaşları ile anlatırlar ve her vesile ile onlara hayranlıklarını ifade ederler. Bu ifadelerinden şaheser olanlarından biri şudur:
“Ashab-ı Kehf’in köpeği Kıtmîr, sırf Ashab-ı Kehf’in yolunda bulunduğu için Cenâb-ı Hakk, Kitab-ı Kerim’inde birkaç yerde kelbuhum diye ondan bahsetmiştir. İnşaallah biz de Ashab-ı Kiram’ın Kıtmîr’iyiz. Ashab-ı Kiram, Ashab-ı Kehf’ten daha üstün olduğuna göre Ashab-ı Kiram’a tâbi olmanın Allah (c.c.) indindeki değerini kıyas edin…”
MAHFİYET VE TEVÂZÛLARI
Muhterem Ömer Öztürk, ümmet-i Muhammed (s.a.v.)’e yaptığı hizmetlere rağmen, yaptığı hiçbir işte isimlerinin geçmesini istememişlerdir. Yokluk ile mülemma olmayı, hâk ile yeksan kalmayı sevmişler, tercih etmişlerdir. Kendi kurdukları vakıf aracılığı ile dağıtılan bursları şahsi servetinden verdiğini burs alan öğrenciler dahi öğrenememiş, birçoğu, son zamanlara kadar kendisini şahsen tanımamıştır. Derviş olmanın hakikatine erdikleri, sünnete ittibâ dışında hiçbir dava gütmedikleri ve herkesin rağbet ettiği şeylere iltifat etmedikleri için aileleri içinde de başka yerlerde de adları anılmamıştır. Bu davranışları ile maneviyat yolunun gereğini yapmışlar, silsile-i âliyeden Derviş Muhammed (k.s.) gibi büyük velilerde görülen bir mahfiyeti şahıslarında göstermişlerdir.
Ancak şer’-i şerifin (İslâmî yaşamın) kaldırılıp daha sonra tekrar neşv ü nema bulması nimetinin daha iyi anlaşılabilmesi için Muhammed Es‘ad-ı Erbilî hazretlerinin, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu hazretlerinin ve bu yolun devamının hakiki vekili olan Muhterem Ömer Öztürk’ün hayatlarının bilinmesi gereklidir. Bunu bilen güçler Muhterem Ömer Öztürk’ü unutturmak, ondan hiç bahsetmemek siyasetini izlemişler, bunda da büyük ölçüde muvaffak olmuşlardır. Hatta MTTB ile ilgili yazılan bir kitapta MTTB başkanları tanıtılırken kendilerinin anlatılmasına sıra geldiğinde “…Ömer Öztürk’ün ise nerede bulunduğu bilinmemektedir.” ifadesi yer almakta; hâlbuki o tarihte Ömer Öztürk önceki başkanla aynı apartmanda altlı üstlü oturmaktadır.
Günümüzde birçok cemaat lideri ile yüz yüze bir kez bile görüşüp konuşmak mümkün olmazken Muhterem Ömer Öztürk, Müslümanların gençleriyle ve ihtiyarlarıyla gece gündüz hemhâl olmağa devam etmektedirler. Türkiye’de ve dünyada üst seviye devlet ricali ve ilim erbabının teveccüh ettiği bir kimse olmakla birlikte, kendileri ile görüşmek isteyen milletvekili veya bakan bile olsa eğer istifade hâsıl olacağı kanaatine varmazlarsa görüşmeyi kabul etmezler, ama 18 yaşında bir gencin aşamadığı meseleleriyle saatlerce ilgilenebilirler. Onun kapısında zengin-fakir yahut yüksek rütbeli ayrımı yapılmamakta, küçük bir çocuk bile olsa bir insan olarak, ileride mükellef olacak bir Müslüman olarak değerlendirilerek ona göre muamele yapılmaktadır. Bu tabii ki kapısında nöbetçiler bulundurmayan Peygamber (s.a.v.)’e uymalarından ileri gelmektedir.
Kendileri için ayağa kalkılmasına râzı olmazlar, ellerini öpmek isteyenlere mâni olup, “Eli öpülecekler toprağın altında kaldı” derler, kendilerinin İslâmî hizmetlerinden ve icraatlarından bahsedenlere;
“Estağfirullah, Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senalar olsun ki Allah, kendi yolunda bulunduruyor, ümmet-i Muhammed (s.a.v.)’in hayrına vesile olacak şeyler söylettiriyor, yaptırıyor. Tam tersi de olabilirdi. Yapan eden Allah… ‘Veren sensin, alan sensin, dahî nemiz var’ diyor Hacı Bayram-ı Veli (k.s.)… Söz odur. Allah kendi yolunda bulunmayı nasip etsin. Bu da ikram-ı ilâhîdir” diye mukabelede bulunurlar.
Nakşibendî silsile-i aliyyesinin yirmi altıncı pîri Mazhâr-ı Cân-ı Cânân (k.s.) hazretleri, üstâdları yirmi beşinci pîr Seyyid Nûr Muhammed-i Bedâyûnî (k.s.) hazretlerini talebelerine anlatırlarken şöyle buyurmuşlardır:
“Sizler, Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerine yetişemediniz, onu göremediniz. Eğer görmüş olsaydınız, îmânınız tazelenir ve Allahü Te‘âlâ ne büyük kudret sâhibidir ki böyle mübârek bir zât yaratmış derdiniz. Onun keşfi son derece kuvvetliydi. Başkalarının baş gözüyle göremediklerini, o kalp gözüyle görür ve anlardı. Hayâtı baştan sona faziletler ve kerametlerle doludur.”
Nakşî yoluna tâbi olmaya ve onu ihyâ etmeğe bütün ömrünü vakfeden Muhterem Ömer Öztürk, bazı faziletleri yüzlerine söylenince kendisinde fânî oldukları Nakşî postnişîni Hz. Sâmi’yi işaretle “Bu hâller hasletler, faziletler hep Hz. Sâmî (k.s.)’a âit hasletlerdir. Siz onu görmediniz, siz onunla bir arada bulunmadınız.” buyurarak hep mahfiyâta ve mahviyyetlere bürünürler.
Refik Tayla anlatıyor:
“Dedem Kayserili ünlü işadamı Refik Bürüngüz, Kadıköy Şifa hastanesinde tedavi görüyordu. Son nefesini vermek üzereydi. Ömer ağabey ve Hacı Mehmed Öztürk amca dedemi ziyarete geldiler. Dedemin Ömer ağabeye özel bir muhabbeti vardı. Çok severdi. Dedem, Ömer ağabeyin babaları Mehmed Öztürk amcanın da huzurunda şöyle dedi:
Bu dünyadan göçerken tek bir isteğim var, o da Ömer efendinin elini öpmek… Ömer ağabey o zaman 38 yaşlarında, dedem ise 84 yaşındaydı. Ömer ağabeyin manevi durumunu, hizmetlerini ve Hz. Sâmi (k.s.) yanindaki değerini biliyordu. Ömer ağabey sıkılarak ‘Yok, öyle şey asla olmaz’ dediyse de dedem eğilerek ellerini öpmek istedi. Ömer ağabey, elini kaçırıyor, utanıyor, sıkılıyor derken en sonunda öptü. Ömer ağabey mahcup oldu ve özellikle babasının yanında böyle bir hadise olmasına çok üzüldü.”
Bilen Söylemez, Söyleyen Bilmez…
Her hususta tâbi olmağa çalıştıkları Hz. Sâmi’ye (k.s.) mahviyet hususunda da benzemişler ve aynı tecellilere mazhar olmuşlardır. Kendilerini hep gizleme yolunu seçmişlerdir. Ruhani hayatla ilgileri olmadığı hâlde, kendilerini maneviyat sahibi gibi göstererek çevresine insan toplayan kimselerin bolca bulunduğu günümüzde, Muhterem Ömer Öztürk, manevi hâllerini ustaca gizlemeyi tercih etmişlerdir. Sâmi Efendi hazretlerinin, kendileri hakkında, pek çoğunu ihvânın huzurunda söylediği sözleri ile manevi dereceleri tescillenen Muhterem Ömer Öztürk, çevresine, asıl önemli olanın keramet değil istikamet olduğunu çeşitli vesilelerle söylemişlerdir. 90’lı yıllarda İstanbul’a geldiklerinde, birgün yalnız kaldıkları evlerinde, beraber yemek üzere kendisine hizmet edenlerden Abdurrahim Başak’a dışarıdan yemek aldırmışlar, daha kaliteli ve uygun olması için birkaç yerden tedarik edilen yemeğin masrafını kendileri ödemek istemişlerdir. Ancak Abdurrahim Başak, 18.725 TL tutan yemeğin masrafını kendisi ödemek isteyip masrafı söylememek hususunda sözü uzatınca, “18.725 tuttu herhâlde şunu al!” diyerek ücreti küsuratıyla birlikte tam olarak ödemişler, ardından da orada bulunanlara hayatları boyunca unutamayacakları bir düstur öğretmişlerdir:
– Şimdi siz buna kerâmet dersiniz. Asıl kerâmet 24 saati sünnete uygun yaşayabilmek, yani istikamet üzere olmaktır.
İstihbarat Görevlisinin İtirafı
Muhterem Ömer Öztürk’ün hemen hemen her sohbetinde çeşitli kılıklarla istihbarat görevlileri bulunurlar. Bununla birlikte, İstanbul’daki bir sohbette MİT, askerî istihbarat ve birinci şubenin istihbarat yetkilileri açıktan sohbete katılmak için izin isterler ve sohbete katıldılar. Sohbet bittikten sonra görevliler, üstadın kendisine vücut vermeyen, insanları sadece gayeye yönlendiren bir kimse olduğunun ispatı olan şu itirafı yaparlar:
– Biz hangi grubun toplantısına gittiysek, şeyhler, hocalar, ya kendisini anlatıyor ya da üstadlarını methediyorlardı. Yahu bu zât ne kendisinden ne de şeyhinden bahsetti… Yalnız Allah’tan ve Peygamberden bahsetti.
ZÜHDLERİ
Doğuştan varlıklı bir aileden gelen Muhterem Ömer Öztürk dünyalıktan, kifaf-ı nefsten öte bir şeye meyletmemişlerdir. Dünya metâına ve paraya hiçbir zaman önem vermemişler, İbrahim bin Edhem (k.s.)’nun tahtı ve zenginliği terk etmesi gibi, bütün malını, ailesini, hatta kundaktaki çocuğunu bırakarak üstadları Hz. Sâmi’nin (k.s.) emriyle ve onunla birlikte yalnızca bir bavulla Medine-i Münevvere’ye hicret etmişlerdir.
“Dünya gölge gibidir, üstüne gidersen kaçar, kaçarsan gelir.” hadisinin hikmeti gereği Hak Te‘âlâ her zaman kendilerine ikram etmiş, ancak kendileri Allah ve Resûlü (s.a.v.)’den ve O (s.a.v.)’in ümmetine hizmetten başka bir şeyle uğraşmamışlar, bütün zenginliklerini Müslümanlarla paylaşmışlardır. Hâlen Medine-i Münevvere’de evleri ile Harem-i Şerif arasında münzevi bir hayata devam ederler, zaruret olmadan başka hiçbir yere gitmezler.
Sâmi Efendi Hazretlerinin (k.s.) İrşadı
Birgün Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz, ashabının bulunduğu yere giderek şöyle buyurmuşlardır:
“Mânevî körlükten kurtulup basîret sâhibi olmak isteyenler bilsin ki, Cenâb-ı Hak, heveslerine uyarak dünyanın peşinde koşanların kalplerini, istekleri nisbetinde köreltir, basîretlerini bağlar. Uzun arzuları bırakıp dünyadan yüz çevirenlere de okumadan ilim ihsan eder ve doğru yola hidâyet buyurur. Dikkat edin! Sizden sonra öyle insanlar gelecek ki, onlar dünyalığı, hırs ve şiddetle adam öldürmek sûretiyle elde bulunduracaklar, ya fiilen katil suçu işlerler, ya da istikbâl sevdâsıyla evlâtlarını mânen katlederler. (Yâni onlara, îmân, İslâm ve ibâdet duygusu aşılamaz da hâli üzere başıboş bırakırlar. Zamanın kötü te’sirlerinden korumazlar ve cehennem odunu olmalarına râzı olurlar.) Zenginliği cimrilikle elde edecek, serveti iftihar vesilesi yapacak, mânevî menfaatları unutup sevgiyi nefsin arzularına hizmet ederek elde edecekler. Sizden o günlere erip de servet yapmaya gücü yeterken fakrı ihtiyar edip sabredenleri, nefsin arzularına uyarak kendisini sevindirmek mümkün iken bunu terk edenleri, gayri meşrû yollarla yücelmeye muktedir iken horlanmaya tahammül edenleri ve bunları Allah rızası için yapanları Cenâb-ı Hak, Sıddıklardan elli kişinin ecir ve mükâfâtına nâil eyler.”
Sâmi Efendi hazretleri bu hadîs-i şerîfi Muhterem Ömer Öztürk’e yazdırarak MTTB başkanlıklarından sonra yapılacak olan hizmetin çerçevesini de çizmiş, bugüne kadar yapılan hizmetten daha farklı bir mecra içerisinde olunacağını anlatmıştı.
Bu dönemde yapılacak hizmetlerinin; şandan, şöhretten, paradan, siyasetten kaçınarak Allah rızası için, Allah yolunda, Cenâb-ı Hakk’ın sevgisini, rızasını kazanarak, kullarını da Allah’ın rızasına, muhabbetine davet etmek suretiyle olacağını bildirmiş oluyorlardı.
Dünya Makamlarına İltifat Etmeyişleri
Muhterem Ömer Öztürk, hayatları boyunca birçok dünyevi makam teklifi ile karşılaşmışlar, kendilerine devletin zirvesine kadar çıkma yolu açılmış, ancak hiçbirine iltifat etmemişlerdir. Hâlbuki MTTB başkanlığı döneminde kendisinin riyasetinde çalışan kişiler bugün devletin zirvesinde görev yapmaktadırlar.
Muhterem Ömer Öztürk, her sistemin kendisine göre yolu, yordamı olduğu gibi İslâm’ın da kendisine göre bir usûlünün olduğunu ve bu usûlün de Allah Resûlü’ne (s.a.v.) mutlak tâbi olmak şeklinde ortaya çıkması gerektiğini beyan etmişlerdir.
Resûlullâh (s.a.v.) birgün Safa Tepesi’nde iken yanına gelen Utbe b. Rebia, kavmi adına ona şu teklifi yapmıştı:
“Getirdiğin din sayesinde mal elde etmeyi murad ediyorsan, seni mallarımızla zengin edelim. Eğer şeref ve itibar istiyorsan, seni başımıza reis yapalım. Eğer sana gelen tutulup kurtulamadığın bir sihir ise seni iyi edinceye kadar tedavi ettirelim. Eğer kadın istiyorsan, Kureyş kızlarından beğendiğin on tanesini sana verelim.”
Utbe sözlerini bitirince Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Fussilet sûresi’nin ilk ayetlerini okuyarak şöyle cevap verdiler:
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla… Bu vahiy, yarattıklarını rahmetiyle kucaklayan, sevgiyle bağışlayan Allah’ın vahyidir. Öyle bir kitaptır ki hakkı batıldan ayırt etmiş Arapça Kur’ân’dır. Bilen (gören) insanlara gönderilmiştir. Müjdeler verir, eğri yolun sonundan korkulur. Fakat onların çoğu, ondan yüz çevirdikleri için onu hakkıyla dinlemezler.”
Devletin başına gelerek İslâm gayesinin gerçekleşmesi mümkün olsa idi, Kureyş müşriklerinin;
“Dilersen seni başımıza geçirelim!” tekliflerini Nebi (s.a.v.)’in kabul ederdi.
Devletin başına geçmekle İslâm getirilecek olsa idi, Allah Resûlü (s.a.v.) bu fırsatı kaçırmazdı.
Manevi Makam ve Görevlere de Göz Dikmemeleri
Orhan Yentürk anlatıyor:
“Hanımımın anneannesi, Allah rahmet eylesin, maneviyatlı bir kadındı. (Son devirde Konya’da yaşamış ve yâd-ı cemîli hâlen Konya ve Karaman bölgesinde devam eden hanım velilerden Hediyye Anne; nur içinde yatsın).
Bana oturduğu yerden değişik şeyler anlatırdı. Bugün Hz. Sâmi’nin (k.s.) yolunu devam ettirdiğini iddia eden gruptan bazı kimseler birkaç defa ziyaretine gelmiş. Hediyeler getirmişler. Sonradan hediyelerini toplamış, onları da çağırmış:
‘Siz bunları başka bir gaye ile gönderiyormuşsunuz. Şu hediyeleri de alın gidin. Ben size Sâmi Efendi hazretlerinin müntesibisiniz diye ehemmiyet veriyordum. Hâlbuki siz başka işler yapıyormuşsunuz. Ömer Öztürk’e de düşmanlık ediyormuşsunuz’ diyerek onları göndermiş. Ondan sonra bana dönüp;
– Ömer Öztürk kaç yaşında? diye sordu. Ben de:
– 52 yaşında, deyince Hediyye Anne:
– Eh o zamana biraz daha var, dedi.
Hâlbuki Hediyye anne Ömer ağabeyi dünya gözüyle hiç görmemişti. Yani Hz. Sâmi’nin (k.s.) vasiyetini ona yaptığını ve sohbet vazîfesi verdiğini zâhirî yollardan bilme imkanı yoktu.
Ben bu olayı Ömer ağabeye anlatırken arabadaydık ve yanımızdaki arkadaş heyecanlandı, cezbe tuttu. Ömer ağabey kendisine;
– Ne oluyor, neden heyecanlandın? dedi. Arkadaş:
– Bak abi sen kadına manevi görevli diyorsun, o da senin için biraz daha var, zamanı gelmedi’ diyor. Senin hakkında tebşîratta bulunuyor. Bunun üzerine Ömer ağabey;
– Bak kardeşim! Sen, Ömer ağabey şu makâma geçecek, şöyle olacak, böyle olacak diye heyecanlanıyorsun. Yahu bu Ömer ağabey adamsa bir yere geçse de mühim değil, geçmese de mühim değil. Adam değilse, görünüşte nerede oturursa otursun hiçbir mânâsı yok. Bu cezbe, koltuğa kanepeye ehemmiyet verdiğin için… Esasen senin heyecanlanmanın sebebi koltuktan, kanepeden ötürü. Allah kendi indinde sevdiği kullarından eylesin. İmanı kâmil mü’minlerden eylesin (Âmin). Cenâb-ı Hak; “Allah müminlerin dostudur” buyuruyor. O’nun bizleri dost ettiği müminlerden eylesin (Âmin). Asıl değer verilecek, ehemmiyet verilecek esaslar bunlardır.” dedi.
Amaç İyi Bir Müslüman Olmaktır
Bir sohbetlerinde şöyle anlatmışlardır:
“Gavs olmanın da, büyük bir veli olmanın da bir irtidad tehlikesi var. İşte, Belam ibni Baûra: Oturduğu yerde Levh-i Mahfuz’u okur, binlerce müridi not ederdi. (Bu, velayetin çok ileri bir derecesidir.) Musa (a.s.) zamanında yaşamıştı. İsm-i a’zamı biliyor, her duası kabul oluyordu. Bulunduğu Belka şehrinin valisi Belak, Hz. Musa (a.s.)’ın askerlerinin şehre girmemesi için, dua etmesini istedi. O da Musa (a.s.)’a beddua etti. Akabinde dili göğsüne kadar sarkıp yapıştı. Musa (a.s.)’ın askerleri tarafından öldürüldü. İmansız gitti. Kur’ân-ı Kerim’de, dilini sarkıtıp soluyan köpeğe benzetildi:
‘Artık onun meseli o köpeğin meseline benzer: Üzerine varsan dilini salar solur, bıraksan yine dilini salar solur.’
Sana ‘sen gavs-ı a’zamsın’ denmesinden, ‘Sen hakikaten adam gibi adammışsın, iyi bir Müslümansın, her hususta sünnete uyan bir kimseymişsin’ denmesi çok daha sevimli olmalı.
Gavslık makamını küçümsemek için söylemiyorum, hedefimiz o değil. İyi bir Müslüman olmanın, sünnete her hususta riâyet etmenin öncelikli olması gerektiğini vurgulamak için söylüyorum.
Allah, onların yollarının yolcusu, ayaklarının tozu etsin, ama hedef oralara varıp gavs ve benzeri makamlara gelmek değil. Hedef iyi bir Müslüman olmak, sünneti yaşamak, adam gibi adam olmaktır. İnşallah iyi bir Müslüman olmaya hakiki bir mümin olmaya îmân-ı kâmil sahibi olmağa çalışalım.
Tarikatın gayesi işte bu ahlakı öğretmektir; uçmak gibi, insanları etkilemek gibi olağanüstü hâller göstermek değil.
Allah Azîmü’ş-şan’ın her şeye gücü yeter. O, ‘Ol!’ deyince bir anda her şey olur. ‘Yok ol!’ deyince yok olur. Güç gösterisi nedir? Kime yapacaksın? Çok güçlü olsan ne yapacaksın? Esas güç sahibi Cenâb-ı Hakk’ın kendisidir. ‘Maşâallah lâ kuvvete illâ billâh.’ Ancak Allah’ın dediği olur, onun gücünden başka geçerli bir kuvvet yok. Hiçbirimizin gücü kuvveti, bizatihi değil, lizatihidir. Allah’ın verdiği gücü, kuvveti kullanıyoruz. Bizim bütün arzu ve hedefimiz de onların yollarında bulunmağa çalışmaktır. Allah (c.c.) onların yolunda yürütsün. Allah (c.c.) onlarla birlikte haşretsin.” (Amin)
25-30’lu Yaşlarda Gelen Milletvekili Adaylığı Teklifleri
Dünyevi ve uhrevi hiçbir makama göz dikmemişler; Allah Resûlu’nün (s.a.v.) sünnet-i seniyyesini gözlerinin nuru bilmişler ve ona tâbi olma şerefini her şeyden aziz tutmuşlardır. Kendileri anlatıyor:
“1977 senesinde Necmettin Erbakan ismen bazı kimselerin özellikle aday listelerinde bulunmasını istediğini beyan etmişti. (O listede ben de vardım. Desteklenmezse fitne çıkarılmış olunacağını öne sürerek Sâmi Efendi hazretlerinin fitne konusundaki hassasiyetinden istifade edilmiştir. Bunun üzerine Sâmi Efendi hazretleri bu evlatlarının milletvekili adaylıklarına müsaade etmiştir.) Bu isimler şunlardı:
1. Ömer Öztürk
2. Ömer Kirazoğlu
3. Tahir Büyükkörükçü
Ömer Kirazoğlu, Kayserili olduğu için Kayseri’den liste başı, Tahir Hoca da Konya’da ikinci sırada aday listelerinde yazıldı. Beni de aday listesinde hiç seçilemeyecek bir yere yedinci sıraya yazmışlardı. Hem beni aday göstermişler, hem de seçilemeyecek bir sıraya koymak gârabetini göstermişlerdi. Hâlbuki bu esnada Adalet Partisi’nden ve Demokratik Parti’den adaylık teklif etmişlerdi. Demirel, İstanbul ve Ankara dışında istediğim yerden liste başı olarak meb’us adaylığı teklif etmişti.
Ferruh Bozbeyli de aynı teklifi Necati Çakıroğlu vasıtasıyla yapmıştı. O zamanlar bu iki parti de Necmettin Bey’in partisine göre çok büyük partilerdi. Bu tekliflerin olduğu bir durumda Necmettin Bey’in partisinin beni yedinci sıradan aday listesine yazdıklarını görünce Efendi hazretlerine:
– ‘Ömer Bey’i seçilecek bir yere çıkarttıralım mı?’ diye sormuşlar. Efendi hazretleri:
– ‘Sakın ha, karışmayın olduğu yerde kalsın!’ buyurmuşlar.
Benim bu partiden aday olmamın sebebi;
– ‘Siz partiye karşı çıkarak İslâm’ın birliğine mâni oluyorsunuz, birliği bozuyorsunuz!’ sözlerine karşı yapılmış bir hareketti.
Ben ne partinin binasına gittim, ne giriş beyannamesi imzaladım, ne de bir yerde konuşma yaptım.
Bu teklifi bana yapanlara;
– Ben hiçbir yerde konuşma yapmam, partinizin binasına da gelmem, ama Hazret’e aday listelerinde ismimin bulunmasını söylemişsiniz, Hazret de benim ismimin yazılmasını söylemiş. Madem o söylemiş başımın üstüne, o zaman ismimi yazabilirsiniz, demiştim.
Yani Hz. Sâmi burada ismimin yazılmasına râzı olarak ‘İslâm birliğini bozuyorsunuz!’ sözlerine karşı bir cevap vermiş, daha sonra da aday listelerinde seçilebilecek bir yere yazılması teklifine karşı da ‘Sakın ha kalsın!’ diyerek milletvekili seçilmeme de râzı olmadığını ve hakîkatte istemediğini beyan etmiş oluyordu.
Bazı işler var ki içinde insanın meyli oluyor. Hz. Sâmi (k.s.) böyle emretti diye o isteği bastırarak Hazret’in emrini yerine getiriyorsun. Ama özellikle siyasete girmeme, meb’us olmama müsaade etmemesine karşı, hiç öyle bir zorlamaya ihtiyacım olmadı. Eskiden beri o işten hiç hoşlanmıyordum. Fıtratıma aykırıydı. Yani devamlı yalanla iç içe olmak, insanlara olduğundan başka türlü görünmek, benim oldum olası sevmediğim bir işti.
Medine’de içerisinde bakanların da bulunduğu bir milletvekili grubu, ziyaretime gelmişti. Onların içerisinde bulunan Ekrem Pakdemirli’ye İsmail Köse dedi ki:
– Yahu Ekrem ağabey, ben şu kişiye hayret ediyorum. Ömer Bey’in çömezleri hep Meclis’te kendisi burada, bu nasıl oluyor?
Ben de İsmail Köse’ye:
– Sen rahat mısın, gönlün huzur içerisinde mi İsmail ağabey? Yalan söylemiyorum dersen şimdi yalan söylersin. Sabahtan akşama kadar yalanla iç içesin. Bu yalan içerisinde insan nasıl rahat olabilir? deyince o da:
– Eee, Ömerciğim sen kendin Meclis’te bulunarak onun örneğini gösterseydin, dedi.
Şu zihniyete bakınız: Önce git bataklığa, yalana dolana bat, sonra üstünü başını temizlemeye bak. O bizim işimiz değil. Eğer bataklığı kurutabilirsen kurutursun. Ondan sonra oraya gidersin. Kurutamazsan da kul, Allah ve Resûlü (s.a.v.)’in emirlerine itaatle mükellef… Biz her zaman Resûlullâh (s.a.v.)’in emri olan doğru ve dürüst bir hayat yaşamalıyız.”
Siyasete Bakışları
“Meb’usluk, bakanlık, başbakanlık gibi makamları Allah bana şimdiye kadar imrendirmedi, bundan sonra da imrendirmesin.
Siyasete bulaşmış, milletvekili olmuş (şahsiyet ve şeref sahibi) arkadaşlarıma ve ülkeye bu şekilde hizmet etmeye çalışanlara dua ediyorum. Bir Türk vatandaşı olarak da ülke yönetiminde böyle Müslüman insanların bulunmasından memnun oluyorum. Bir yandan da üzülüyorum, çünkü inancımızın yasakladığı birçok şeyi yapmak durumunda kalıyorlar. Fakat bu ikisini birbirine karıştırmamak lazım. ‘el-İnsâfu nısfu’d-dîn; yani insaf dinin yarısıdır’ hadîs-i şerîfi mucibince bazen bu arkadaşlarımızın yaptığı doğru işleri tebrik ediyor ve hayırlı işlerde muvaffak olmaları için dua ediyorum. Ama bazen de yaptıkları yanlış işleri İslâm’a, sünnet-i seniyyeye uymadığı için tenkit ediyor, yapılan yanlışları anlatmağa çalışıyorum. Bu iki vecheli sözlerimiz yanlış anlaşılmasın; Allah hayırda muvaffak etsin, memlekete, millete, dinimize hayırlı hizmetlere vesile kılsın. Ama zor durumdalar…
Birçok milletlerarası anlaşma ve sözlerle bağlılar, onların dışına çıkamıyorlar. Allah yardımcıları olsun.
Bu arkadaşlardan (milletvekili, bakan vb.) bazılarına değer vererek Medine’de evimize kabul etmemiz adamlıkla ve insani değerlerle alakalı. Yoksa onların makam ve mevkileri ile alakalı değil. Yani insanın gözü o makam ve mevkilerde olursa, o makam ve mevkiler insanın gözünde çok büyük ve ulaşılmaz bir şey olur. Ama gözün orda olmaz da bir dervişin hâline imrenirsen şayet, onların bulunduğu makamların bir dervişin makamı kadar imrenilecek makam olmadığını görür anlarsın.”
Kendileri ile Görüşmek İsteyip Görüşemeyen Bakanlar
“Biz bu arkadaşlarımızı insanlıklarından ve adamlıklarından dolayı evimize kabul ediyoruz. Bildiğimiz kadarıyla Nebi’nin (s.a.v.)’in;
‘Size devlet büyükleri geldiği zaman ikram ediniz!’ hadîs-i şerîfi, karakteri düzgün insanlar için tatbik edilmeye çalışılmalıdır. Ama karakter ve şahsiyet sahibi olmayan devlet ricaline bu şekilde davranmak doğru olmaz.
Medine’de beş altı bakan Bâbü’s-Selâm’a gelerek görüşmek istediklerini söylediler. Onlara dedim ki:
– Eğer evime gelince Allah ve Resûlü (s.a.v.)’den bahsedip, konuşmamız inancımıza uygun olacaksa; hay hay, buyrun. Ama yaptığınız hizmetleri günlük politik meseleleri anlatacaksanız kusura bakmayın benim böyle şeylere ayıracak zamanım yok. Burada böyle selâmlaşmış olalım. Böylece ayrılalım.’
Tabii herkes onların ellerini bir defa sıkmaya uğraşırken bizim bu cevabımız onlara çok ağır geldi.
– Eh o zaman mesele yok, rahatsız etmeyelim, dediler ve ayrıldılar.
Yine benim yanımda Talebe Birliği’nde ihtisas komisyonlarında bulunmuş olan bir arkadaş hac zamanında Medine’ye geldiğinde bana uğradı. Pazartesi-Perşembe cennet bahçesindeki iftar soframıza katıldı. En son gideceği Cuma günü bana dedi ki:
– Ağabey biraz sonra hareket ediyoruz. Bize tavsiyeniz, vasiyetiniz nedir? Ben de:
– Allah Resûlü (s.a.v.)’in yolundan ayrılmamalıyız. Her hususta sünnete ittibâ etmeliyiz ve bunu gözümüzün nuru bilmeliyiz’, dedim.
Bunun üzerine bana ne dese beğenirsiniz:
– İyi de, her hususta sünnete uymağa çalışıp memleketi masonlara mı teslim edelim?
Bu nasıl terbiyesizlik! Ona, ‘sünnete uy’ dendiğinde verdiği cevap ortada. Bu nasıl anlayış, nasıl fikir? Bu zihniyette olan insanlarla konuşup vakit kaybetmenin de bir mânâsı yok.”
Turgut Özal’ın Teklifi
Abdullah bin Mübarek (r.a.), yanında Ebu Hanife (r.a.)’in ismi geçtiğinde şöyle söylerdi:
“Dünya, içindekilerle beraber defalarca kendisine sunulup da ona yüz çevirip reddeden O yüce kişiden mi söz ediyorsunuz?”
Muhterem Ömer Öztürk de kendilerini İmam-ı Azam (r.a.)’ın yoluna adamış olduğu için benzeri birçok tecellilere mazhar olmuştur.
Kendilerine yapılan büyük bir iş teklifi ile ilgili menkıbelerini kendileri şöyle anlatmışlardır:
“Turgut Özal, 1982 senesinde ihtilal hükûmetinde başbakan yardımcısı iken kendi yardımcılarından bir profesörü göndererek büyük bir ticarî projede bana ortaklık teklif etmişti. Özal’ın gönderdiği kişi bir sürü dosya ile gelmişti. Yaptığı fizibilite çalışmalarına göre bu işin 800 milyon dolarlık bir iş hacmi…(800 milyon $ o zaman için dev bir paraydı. Türkiye’nin o zamanki bütçesine bakılırsa paranın büyüklüğü daha iyi anlaşılabilir). %42 ila %58 arasında kâr etme ihtimali vardı. Aşağı yukarı 480 milyon dolarlık bir kâr söz konusu… Belki yarısını vermezdi, ama dörtte birini verse 120 milyon dolar, onda birini verse 48 milyon dolar eder.
Bu teklifi getirene bir cevap vermedim:
– Ben bu dosyaları bir inceleyeyim, Turgut Bey’e kendim cevap veririm, dedim.
Bu teklif gelmeden bir müddet önce Efendi hazretlerinin Nebi (s.a.v.) Efendimiz’in Hz. Ebû Bekir (r.a.) için söylediği:
‘Salih insana, güzel, salih, temiz mal ne güzel yakışır!’ hadîs-i şerîfini naklettiği hatırıma geldi ve kendi kendime dedim ki:
‘Hazret bu hadisi söylemişti, Turgut Bey de böyle bir teklifle geldiler. Acaba Hazret bana bunu, bu teklif için söylemiş olmasın, yani Hazret:
‘Şu işten böyle bir para kazanırsan İslâm’a hizmetin olur mu’ demek istemiş? Bu düşüncelerle bu teklifi Hazret’e sormaya karar verdim. Hazret’e gidip sorunca, daha sorum biter bitmez ellerini uzatarak aynen benim milletvekili adaylığım için söylediği gibi;
‘Sakın ha!’ buyurdular. “Yani dolayısıyla Hazret, her safhada başlangıçta naklettiğimiz hadîs-i şerîfte de beyan buyrulduğu gibi bu tip işlerin dışında kalmamızı istemiş ve böyle söylemiştir.” Çünkü bu teklifi kabul ettiğim takdirde Medine’den ve Hazretin yanından geçici olarak da olsa ayrılmış olacaktım.
ALLAH YOLUNDAKİ AZİM ve GAYRETLERİ
Azim ve çalışkanlık çocukluklarından beri Muhterem Ömer Öztürk’ün öne çıkan vasıfları olmuş, bu sayede yöneldikleri her işte -bi-iznillah- muvaffak olmuşlardır. Birkaç saatlik uyku ile günlerini geçirmekte; ümmet-i Muhammed (s.a.v.)’den birinin meseleleri, bundan kaynaklanan üzüntü ve bedenlerindeki hastalıklar sebebiyle çoğu zaman uykudan mahrum kalmakta, gece-gündüz dünya rahatını terk etmektedirler. “Biraz istirahat buyursanız” diyenlere, “İstirahat kabirde” cevabını vermişlerdir.
Yirmi Dört Saatte Yirmi Beş Saat Çalışabilmek
Eski arkadaşlarından birinin tespiti:
– Ben yirmi dört saatte yirmi beş saat çalışan sadece Ömer Bey’i gördüm!’
MTTB başkanlıkları zamanında kendisinin en çalışkan mesai arkadaşlarından biri, genel sekreter olan Yusuf Akkaya bile:
– Ömer ağabey, siz kendinize üç genel sekreter tayin edin, sekizer saat çalışalım biz bu çalışmaya ayak uyduramıyoruz. Kusura bakmayın! demiştir.
Kendileri anlatırlar:
“1977 senesinde trafik kazası geçirdikten sonra dokuz ay yatmıştım. İhvandan, Hazret’in sevdiği ehlulllahtan bir zât (Allah rahmet eylesin) bana dedi ki:
– Ya Ömer, bel kemiğinin kırılması hoş bir şey değil; ama senin belin kırılmazsa sen nasıl duracak, nasıl oturacaktın? Sen durmayan, oturmayan bir adamdın. Allah’ın bu takdiri karşısında bundan sonra artık oturarak hizmet etmen gerekecek.
“Sen oturduğun yerden hizmet et diye başına böyle bir kaza geldi” diyen o ârif kimsenin kastettiği, hızlı bir çalışma temposunun durması, yavaşlaması idi. Kazadan sonra artık istesek de koşamazdık.
Muhterem Ömer Öztürk’ün şu anki sağlık durumları, oturarak hizmet etmelerine bile müsait değilken, azim ve metanetleri ile hizmetlerine devam etmektedirler.
Bütün bunların temelinde kendilerinin cihâd anlayışı yatmaktadır. Canlarıyla ve mallarıyla; başta nefse karşı olmak üzere an-be-an, gün-be-gün ve ömür boyu süren ve her seferinde Allah’ın izniyle galip gelinen bir cihâd…
YUMUŞAK HUYLULUKLARI, SOHBETLERİ ve HİTÂBETLERİ
Peygamberimiz (s.a.v.) yalnız şahsına yapılan, nefsine karşı işlenen hataları yumuşaklıkla karşılarlar; dîne ve îmâna yapılan bir hücum olunca asla susmaz, gereken cevabı verirlerdi.
Muhterem Ömer Öztürk de şeriat-ı garrâ-yı Ahmedî’nin bir harfinin bile yerinden oynatılmasına asla râzı olmazlar, dinimizin hükümlerini değiştirmeğe çalışanlara, dinimizi kasıtlı bir şekilde olduğundan farklı anlatmağa çalışanlara karşı gayret-i dîniyye ile son derece müsamahasız ve kesin tepkiler ortaya koyarlarken, kendi nefislerine yapılanlara karşı sınırsız bir hoşgörü içinde bulunurlar. Kendisine karşı kabalık edenlere aynı şekilde karşılık vermezler, edeplerinden ve karşısındaki kişinin dinî selâmetini düşünmelerinden ötürü kimsenin yüzüne kaldıramayacağı bir şey söylemezler. İnsanlara yumuşaklıkla muamele ederler, kimsenin hatasını yüzüne vurmazlar. Hatta kendisinin güzel muameleleri sebebiyle huzurundan çıkan herkes;
“Bu zât en çok beni seviyor ve bana değer veriyor” düşüncesini taşır.
Refik Tayla anlatıyor:
“Ailesi için kıyafet almaya, kendileri ile çarşıya alışverişe gittiğimizde, bazen biraz pahalı bir şey teklif edip ‘Ağabey, gelin şunu alalım’ dediğimde, ‘Allah sorar’ derdi ve almazdı. Çocuklarına aldığımız ürünleri koyu renkli ambalaja koydurarak içindekinin belli olmamasına gayret ederlerdi. Alışverişe çıktıklarında mağazadaki tezgâhtarlar kendilerine, muamelesine hayret edelerdi. Tezgâhtarlar çok ilgilenmişse bize hakkı geçti, boş çıkmayalım diye alışveriş yapmadan çıkmazlardı. Tezgâhtarlar kendilerini çok severler her geldiğinde izzet ü ikramda bulunurlar, oturturlar; şayet istedikleri mal kendilerinde yoksa bulmak için her şeyi yaparlar, kendisinden dua talep ederlerdi. Ömer ağabeyin, ‘hayır’ kelimesi asla yoktur. Meşrû sınırları içindeki bir şeye hayır dediğini ben duymadım. Her şeye müspet, olumlu bakar, kimseyi kırmazlar.”
Cenâb-ı Hakk; “Senin onlara tatlılıkla muamele etmen, Allah’ın rahmetinden idi. Kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin başından dağılırlardı.” buyurmuştur. Ayet-i kerimede Nebi (s.a.v.)’e hitap edilmiştir. Nebî (s.a.v.)’e hakkıyla ittibâ eden herkesin de benzer tecellilere mazhar olacağı şüphesizdir.
Meclislerinde bulunanlara çoğu zaman ayrı ayrı iltifat ederler, ikram ederler, gönüllerini alırlar. Sohbetine katılanlar îmâni duygularla; Nebi (s.a.v.) ve ashabının (r.a.e.) sevgisiyle dopdolu, geçmişteki hatalarına pişman, geleceğe dair ümitli ve sohbetten son derece memnun bir şekilde huzurundan ayrılırlar.
Sohbetleri gönülleri yatıştırır, şüpheleri izale eder, zihinlerdeki bulanıklığı giderir. İstifade etmek niyetiyle dinleyenler, mutlaka cevabını aradıkları soruların cevabını ve meselelerinin çözümünü bulurlar. Zira gönülden çıkan sözler, yine gönle girer.
“İnsanlara akılları nispetinde konuşun” emri mucibince meclislerinde bulunanların seviyesine göre konuşurlar, yine sünnet-i seniyyeye uyarak bazen karşılarında bulunanlara sorular sorarlar, bazen celallenirler, bazen de latife yaparlar. Allah Resûlü (s.a.v.) ve ashabı ile ilgili konuları anlatırken çoğu zaman rikkatlerinden gözyaşlarını tutamazlar.
İyiyi, doğruyu, güzeli anlatırlar, yanlışlara işaret ederler; bazen de;
“Fâsıkı fıskı ile anın ki müminler şerrinden sakınsınlar” hadîs-i şerîfi gereği bid’at ehlinin ve İslâm’ı içinden yıkmak isteyen kimselerin içlerini dışlarına çıkarırlar. Zira Nebi (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Bid’atler çıkıp ashabıma kötü söz söylendiği zaman, doğruyu bilen, herkese söylesin! Allahü Te‘âlâ, bildiği hâlde doğruyu söylemeyen âlime lanet eder.”
Sohbetleri, zâhirî ve bâtıni ilimlerin mezcedilip gönüllere nakşedildiği; Allah (c.c.) korkusu, Habîb-i Edib’i Hz. Muhammed (s.a.v.) sevgisinin tohumlarının serpildiği anlardır. Onun meclisleri; fıkıh, hadis, tefsir, tasavvuf, siyer ilimleri ile yoğrulmuş gizli açık pek çok faydaları barındıran ilim-irfan meclisleridir. İslâmî ilimlere vukufiyetlerinin yanı sıra, tarih, siyaset bilimi, iktisat ve milletlerarası ilişkilerdeki engin birikim ve mühim tespitlerle dolu konuşmalarla Müslümanların doğru bir bakış açısı ve şuur kazanmalarına gayret ederler, zaman zaman sohbetlerinde mevcut konjonktür ile alakalı ufuk açıcı izahlarda bulunurlar, dinleyenlerin beyin hücrelerini zorlayan ve ancak kendileri gibi mana gözü açık kimselerin teşhis ve tespit edip anlatabileceği hakikatleri beyan ederler.
Üstün Ahlakın Neticesi: Yahudi’nin Müslüman Olması
Kendilerinin üstün ahlakı ve tebliğleri vesilesiyle pek çok insan İslâm’a ısınıp Müslüman olmuştur. Onlardan biriyle aralarında geçenleri şöyle anlatmışlardır:
“Bir tarihte İstanbul İş Hanı’nda İzak isminde bir Yahudi vardı. İplik ticareti yapıyordu. İş vesilesiyle ara sıra bizim dükkâna geliyordu. Bu münasebetler esnasında yahudi, elhamdülillah, Müslüman oldu.
İsmi ‘İshak’tan (a.s.) alınma olduğu için ‘İsmin İshak olsun’ dedim. Adam çok memnun oldu. Namaza başladı. 20-25 gün sonra yanıma geldi:
– Ömer Bey, bir daha gelemeyeceğim size, dedi.
– Hayrola niye gelemeyeceksin?
– Müslüman olduğumu evdeki çoluk-çocuğum anladı. Hanım bana:
– Senin yüzün nurlanmağa başladı, sen namaz mı kılıyorsun?’ diye sordu.
(Müslüman olarak bizler bu işe bu kadar ehemmiyet verip dikkat eder miyiz?) İshak:
– Bunlar beni öldürürler, kusura bakma ben bir daha gelemeyeceğim, dedi.
– Mesele yok sen İslâm’ı yaşa da, ister gel, ister gelme! dedim.
Bir Yahudi Müslüman olursa, tek bir cezası var o da ‘ölüm’. İsrail’de hiç kimse Müslüman olduğunu açıklayamaz. Gizlice, sessizce yaşayabilir. Ama günümüzde Müslüman geçinen, hoca ve ilahiyatçı etiketli bazı kimseler Yahudi’yi Hıristiyan’ı cennete almağa çalışıyorlar!”
AFFEDİCİLİKLERİ, İNTİKAM ALMAK GİBİ BİR DUYGUYA KAPILMAMALARI
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yüce ahlakının özelliklerinden birisi de onun affediciliği idi. Affetmek Allahü Te‘âlâ’nın ahlakındandır. Cenab-ı Hak, Nebi (s.a.v)’i Kur’ân ile, “Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.”, “Yine de sen onları affet ve aldırış etme.” gibi ayetlerle terbiye etmiştir.
Bu ahlakın sahipleri gönüllerinde Müslümanlara karşı asla kin tutmazlar, hep af yolunu seçerler. Muhterem Ömer Öztürk’ün bütün hayatları insanlara sabretmek ve onları affetmekle geçmiştir dense mübâlağa edilmiş olmaz. Kendisinin yüklü paralarını gasp edenlerin bile peşlerine düşmemiş; haset ve nifak sâikiyle şahsına iftiralar atanları yalnızca Allah (c.c.)’ya havale etmekle yetinmişlerdir.
Tabiidir ki Hak Te‘âlâ hazretlerine gönülden bağlı olan bir kimsenin, bir başkasını Yaradan’a havale etmesi, gayretullaha dokunmakta, Azîzü’l-intikam Allah (c.c.) onların hakkından gelmektedir. Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyuruyor:
“Kim benim bir dostuma, evliyama düşmanlık yaparsa ben ona harp ilan ederim.”
Sonradan Medine’ye yerleşenlerden birisi içindeki haset ateşinin ve cemaatçilik taassubunun etkisiyle; Muhterem Ömer Öztürk gibi bir Medine-i Münevvere âşığı hakkında olumsuz kelam eder. Hâlbuki Allah Resûlü (s.a.v.), “Medine’nin sıkıntılarına ve zorluklarına (sıcağına-soğuğuna) sabreden ümmetime, kıyâmet gününde şefaatçi ve hayır ameline şahit olurum.” buyurduğu için evlerindeki kendi hücrelerinde klima dahi bulundurmayan bir zât için, haset ve nifakından “Medine’nin toprağı Ömer Öztürk’ü burada barındırmayacak, ölüsünü de kabul etmeyecek” gibi bir lakırdı eder. Hemen sonrasında bir vesile ile Türkiye’ye gelerek memleketi Çorum’a gider, gittiği gibi ölüsü çukura indirilir. Yıllardır Medine’de bulunan biri olmasına rağmen orada ölmek nasip olmaz.
Ayet-i kerime meâli:
“Ve sizin etrafınızdaki bedevîlerden ve Medine ahalisinden münafıklar vardır. Münafıklık üzerine sebat edip durdular. Onları sen bilmezsin, onları biz biliriz. Elbette onları iki kere muazzeb edeceğiz, sonra da daha büyük bir azaba döndürüleceklerdir.”
ZEKÂ VE FERASETLERİ
Zekâ, ferâset ve anlayışları kendilerinin yaratılışlarından ve îmânlarının kemalinden gelen bir özelliktir.
Bu özelliklerini sahip oldukları donanımla ve hayat boyu başarıyla taşımışlardır. Arapça ve Türkçe’nin yanında tercüme yapabilecek seviyede Fransızca ve iyi seviyede İngilizce bilmektedirler.
“Mü’minin ferasetinden sakının, zira o Allah (c.c.)’nun nuruyla bakar” buyrulmaktadır. Kendileri olayları îmân nuruyla ve sünnet-i seniyye perspektifinden değerlendirdikleri için yorum, tahlil ve tahminlerinde hep isabetli olmuşlardır. SSCB’nin en güçlü olduğu dönemlerde; “Zulüm üzerine kurulmuş düzenler fazla uzun ömürlü olmaz, Rusya yakında dağılacaktır” buyurduklarında belki birçok kimse buna ihtimal vermemiş, ama kısa süre sonra SSCB’nin dağılıp Türk Cumhuriyetleri’nin kurulduğunu kendi gözleriyle görmüşlerdir.
Medine-i Münevvere’de Ali Ulvi Kurucu ile hasbihal ettikleri bir mecliste, Ali Ulvi Bey Türkiye’de 28 Şubat öncesindeki iktidar değişiminden çok memnun olduğunu belirtip bu vesile ile İslâmî idarenin geleceğine dair ümitlerini beyan ettiğinde, Muhterem Ömer Öztürk, Ali Ulvi Bey’e;
– Onları iktidara getirirler, kimseye yaptıramadıklarını da onlara yaptırırlar, diyerek cevap verir. Daha sonra bu sözün hikmetini tahkik ederek anlayan Ali Ulvi Bey, hizmetkârını göndererek; Bundan sonra Türkiye’de neler olacak, sorduracaktır.
Kendisiyle kırk küsür yıldır beraber bulunanlardan Dr. Abid Özmen:
– Ne zaman sizin tavsiye ettiğinizin dışına çıktıysam, hepsinde pişman oldum, demiştir.
Cumhuriyet tarihinin en zeki başbakanlarından olan Turgut Özal, zaman zaman kendilerini telefonla arayarak içinden çıkamadığı meseleleri sorar, fikirlerinden istifade etmeye çalışırdı.
Güçlü Hafızaları
Kırk sene önce yaşanmış hadiseleri, ayrıntıları ile beraber bir gün önce yaşanmış gibi anlatırlar. Bu hafızaları sayesinde Kur’ân-ı Kerim’i çok okumakla hafız gibi olmuşlardır. Kendileri bu yönlerini tahdis-i nimet tahtında şu örnekle açıklamışlardır:
– Harem-i Şerif’te beş vakit namazın kıraati açıktan yapılanlarını bir hafta geçmişe doğru giderek hatırlayabiliyorum. Mesela, yedi gün önce sabah namazında falanca imam birinci rekâtta ne okudu, ikinci rekâtta ne okudu, akşam namazında filanca imam birinci rekâtta ne okudu, ikinci rekâtta ne okudu, yatsının birinci rekâtında ne okudu, ikinci rekâtında ne okundu; altı gün önce, beş gün önce… şeklinde bir hafta geriye doğru gidebiliyorum.
İlmî Kişilikleri
Çocukluğundan itibaren Sâmi Efendi hazretlerinin sohbetlerinde yetişmiş olan zât-ı âlileri başta Ömer Nasuhi Bilmen olmak üzere Türkiye’nin son devir meşayıh ve ulemasının ders ve sohbetlerine iştirak ederek, öğrendikleri ilmin mucibince amel etmelerinin ve âteşîn zekâ ve hafızalarının da etkisiyle zahirî ilimlerde gıpta edilecek bir seviyeye gelmişlerdir. Çocukluklarından itibaren kitaplarla çokça haşır neşir olmuşlar, bu sayede engin bir hadis bilgisine sahip olmuşlar, bunun yanında dört mezhep fıkhında maharet kazanmışlardır. Özellikle İmam-ı Azam Ebu Hanife (r.a.)’e büyük bir aşk ve hayranlıkla bağlı olmalarının neticesinde Hanefî mezhebine derin bir vukufiyetleri vardır. Bununla beraber kendileri sık sık;
“Kim ben âlimim derse cahilin ta kendisidir” hadîs-i şerîfini tekrarlayarak ilimde iddia sahibi olmanın büyük bir âfet olduğunu beyan ederler.
Sohbetlerinde kitaplara dayalı konuşmaya özen gösterirler. Ehl-i sünnet ulemasının getirdiklerinin dışına çıkılmasını, hele ehliyetsiz kişilerin yersiz içtihatlara kalkışmasını asla tasvip etmezler.
Muhterem Ömer Öztürk, ilim sahiplerinin de istifade ettiği bir kimsedir. İstanbul Fatih ilçesi emekli vaizlerinden ilim ve irfanı ile tanınan Mehmet Taşkıran Hocaefendi;
“Uzun yıllar içinden çıkamadığım ve cevabını bulamadığım bir ilmi meseleyi muhterem üstada sordum. Kendileri falan yerdeki şu hadîs-i şerîfe bakarsınız diye işaret ettiler, gerçekten işaret ettikleri yerde sualimin cevabını buldum.”
Medrese eğitimi ve özel hocalarla yetişmiş, on bin hadisi ezbere bilen, pekçok ilmî kitabın müellifi ve binlerce ilim talebesinin hocası Merhum Ekrem Doğanay; o zamanlar henüz kırklı yaşlarda bulunan Ömer Öztürk ile yaptıkları bir görüşmeden çıktığında;
“Ben, iki saat içinde İslâm’ı bu kadar iyi özetleyen, İslâm’ı bu kadar iyi anlamış bir kimse ömrümde görmedim” demekten kendisini alamamıştır.
Kendileri, İslâm’ın kalbi ve merkezi olan Medine-i Münevvere’de bulunmaları vesilesi ile çeşitli milletlerin önde gelen âlim ve meşayıhı ile zaman zaman bir arada bulunmuşlardır. Hatta son asrın önde gelen âlimlerinden, tefsir sahibi İmam Şaravî, Suud kralının özel uçağı ve davetiyle Medine’ye birkaç günlüğüne geldiğinde, ileri gelen ulemanın çağırıldığı bir meclise davet edilen birkaç kişiden birisi olmuşlardır.
Kendilerinin ilim ve fazileti değişik çevrelerin de malumu olmuş, Şia gibi ehl-i sünnet dışı bir topluluğa bakış açıları belli olduğu hâlde, İran’da yüksek makamlarda bulunan bazı kimseler dahi zaman zaman kendisine gelip bazı sorular yöneltmişler ve görüşme talebinde bulunmuşlardır. Aynı şekilde Mısırlı ve dünyaca meşhur bir âlim birgün yardımcısını göndererek, “Şehadet Komandoları” hakkındaki fikirlerini sormuş, Muhterem Ömer Öztürk de bunun asla caiz olmadığını, Yahudi bile olsa pizzacıda oturan insanları öldürmek gibi bir hakkımız olmadığını beyan etmiştir. Ardından şunları eklemiştir: ‘Mısırlı âlim madem buna fetva veriyor, yaşlı olmasam ben de şehadet komandosu olurdum diyor; neden kendi boynuna asmıyor dinamit lokumlarını? Oysa Amerika’ya, Avrupa’ya, Türkiye’ye, yani istediği her yere gidebiliyor. Kendi asamazsa neden oğullarından birini göndermiyor?’
Medine-i Münevvere’ye ilk gittikleri zamanlar katılmak durumunda kaldıkları bir toplantıda; Kur’ân’ın bazı ayetlerinin te’vil edilmesi gerektiğini kabul etmeyen ve ayetleri sadece zahirî mânâlarına hamletmek gerektiğine inanan, kendilerini ‘Selefî’ olarak tanıtan bazı kimselerin “Cariye hadîsi”ni delil getirerek Cenâb-ı Hakk’ın gökte bulunduğunu iddia etmeleri üzerine kendilerine şunu söylemiştir:
– Eğer ayetlerin tevilini kabul etmeyeceksek Hadid sûresindeki “…Nerede olsanız O sizinle beraberdir…” ayetindeki beraberliği nasıl anlayacağız? Yine Kur’ân-ı Kerim’de: “Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız” buyruluyor. Eğer tevil kabul etmeyecek ve Allah (c.c.)’nun hâşâ gökte olduğunu kabul edeceksek bu ayette geçen yakınlığı nasıl izah edeceğiz? Yunus (a.s.) balığın karnında “Lâ ilahe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzâlimîn; yani, Ya Rabbi! Senden başka mabud yoktur. Seni noksanlıklardan tenzih ederim, ben şüphesiz zalimlerden oldum” diye dua etmiştir. Arapça’da ‘ente; sen’ kelimesi kişinin karşısında duran muhataba yönelik kullanılır. Burada tevile gitmezsek Cenâb-ı Hakk’ın Yunus (a.s.)’ın karşısında olduğunu kabul etmemiz gerekir. O zaman hâşâ Cenâb-ı Hak mı balığın karnına indi, yoksa Yunus aleyhiselâm mı semaya çıktı? Cenâb-ı Hak mekândan münezzehtir.
Bunun üzerine muhatapları, “Mugâlata yapıyorsun” diyerek konuyu kapatmak mecburiyetinde kalmışlardır.
Yine bir başka mecliste, “Şu üç mescidden başkasına yolculuk yapılmaz: Mescid-i Haram, Mescid-i Resûl ve Mescid-i Aksa” hadîs-i şerîfine göre Nebi’yi (s.a.v.) ziyaret için türbe-i saadete gelmek üzere yolculuk yapılmasının yasak olduğunu iddia edenlere cevaben şunları söylemişlerdir:
– Medîne’de ilkokulda okuyan herhangi bir çocuğun Arapça gramer kitabına bakarsanız orada görürsünüz ki buradaki yolculuktan men ediş, dilbilgisi kurallarına göre türbe-i saadeti kapsamaz.
Abdulkâdir-i Geylânî (k.s.) hazretleri; “İlim, kitap-defter köşelerinden değil Hakk’a erenlerin ağzından öğrenilir” buyurarak, ilm-i ledünnî ve fayda getiren ilim tahsilinde esas usûlün, ilmi ile amel eden bir âlimden istifade etmek olduğuna işaret etmişlerdir. Muhterem Ömer Öztürk de, Sâmi Efendi hazretleri gibi ilim ve takvasını kendi devrinde kendisini tanıyan bütün âlimlerin beyan ettiği, M. Asım Köksal gibi, Muhterem Ömer Nasuhi Bilmen gibi son devrin önde gelen âlimlerinin kendisine manen bağlandığı bir nadirü’l-emsal şahsiyetin taht-ı terbiyesinde yetişmişler, o zâtın hâl ve kâlinden istifade etmişlerdir.
ŞEFKAT VE MERHAMETLERİ
Hakkında; “Biz seni âlemlere (başka bir sebebe mebnî değil) ancak rahmet olarak gönderdik” buyrulan Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’den gelen rahmetin kâinata yayılmasına vesile olan ehlullah, insanlığın kurtuluşu için çalışır. İnsanlara merhamet ederek, onları cehenneme götürecek işlerden uzak durmalarını sağlarlar. Muhterem Ömer Öztürk de Müslümanlara karşı her hususta çok şefkatli olmuşlar, her zaman onların dertleri ile dertlenmişlerdir.
Yakınlarından Rüştü Ecevit anlatıyor:
“Muhterem Ömer Öztürk ağabey, kendileri Medine-i Münevvere’de kalırken 1980 yılında İstanbul’da M.T. ile ortak ticarî işyeri açarlar.
Naylon çorap, iplik imalat ve satışından başlanır; ilave olarak pamuk ipliğine girilir ve sonrasında döşemelik kadife kumaş imalat ve toptan satışına başlanır. Kısa zamanda iş büyür ve eleman sayısı artar. Ömer ağabeyin ortağı M.T.’nin nefsini okşayan dostları da artar. 1984’te naylon ipliği tekelinde tutan kişiler, bizim gibi imalatçıların çoğalması üzerine bazı manevralarla piyasaya darbe vurur, birçok imalatçı kapanır, bir kısmı da bizim gibi yaşama mücadelesi vermeğe başlar.
1985’te bu naylon iplik bölümünü kapatıp biz de Medine-i Münevvere’ye, Muhterem Ömer ağabeyi takiben hicret eden bazı dostlarımız gibi hicret ettik.
1987’de iş dolayısı ile Muhterem Ömer ağabey ile birlikte İstanbul’a geldik. Ortağı, ortaklıktan ayrılmak istiyordu. Kuruluşta sermayenin tamamı Ömer ağabey tarafından konmuş, ortağı da borçlanarak ortak olmuştu. Aynı kişi, Ömer ağabey ile Medine-i Münevvere’ye hicret etmiş, hizmetinde bulunmuş, yakın dostluğunu kazanmıştı. Şimdi ise Medine-i Münevvere’ye gitmek istemiyor, Ömer ağabeyden uzak kalmak istiyordu. Gerçek dostluktan uzak, sahte, dünyevi ve nefsâni dostluklar edinmiş; bundan kurtulamıyor, kurtulmak istemiyordu. Bir akşam benim de bulunduğum bir mecliste Ömer ağabey, ona nasihat ediyor, Medine-i Münevvere’den ayrılmamasını söylüyordu. Sakalını okşayarak yaptığı uzun nasihat sonunda bu kişi “Medine-i Münevvere’ye gitmek, kabre girmek gibi geliyor” deyince ben gözyaşlarımı gizlemek üzere perde arkasından dışarıyı seyrederken Ömer ağabey hâlâ onu ikna etmeye çalışıyordu. Saatlerce hiçbir babanın evladına yapamayacağı olgunlukla, sabırla, alttan alarak…
Ona İslâmî çizgide kalmak kaydıyla her türlü teklife açık olduğunu mükemmel bir şekilde anlatıp ikna etmeye çalışıyorlardı. Bu manzara unutulacak gibi değildi. Ne yazık ki ok yaydan çıkmıştı. Ömer ağabey, aşırı derecede üzülmüşler, bir zamanlar Medine’ye gelmek için can atan bu kişinin manevi zararını azaltmak uğruna, büyük maddi ve manevi fedakârlıklar yaparak; istemeyerek, birlikteliğe nokta koymuşlardı. Bunun üzüntüsü yıllarca devam etmiş, sıhhatleri bozulmuştu.
Kendileri merhamet duygusunun İslâm’daki yerini şu sözleriyle anlatmışlardır:
“Et kiloyla tartılır, kumaş metreyle ölçülür. İmanın ölçüsü de merhamettir. Ona bakacağız. Bir mü’minin ayağına diken battığına üzülüyorsan sen iyi bir Müslüman olma yoluna girdin demektir. Müslümanların dertleri seni hiç rahatsız etmiyorsa ve hiç alakadar etmiyorsa, Allah’ın mahlûkatına acımıyorsan iyi bir Müslüman olamamışsın demektir. Hz. Ebû Bekir (r.a.) karıncaya basıp öldürünce gözünden yaş geliyor. Bu nasıl bir insanlık… Allah, Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in öldürdüğü karıncaya lisan veriyor. İnsan lisanıyla sesleniyor:
– Yâ Ebâ Bekir, üzülme, mahzun olma. Allah senin mahzun olmandan ötürü bana yeniden hayat verdi, diyor.
İşte hedef böyle bir merhamete sahip olmak, böyle bir îmâna sahip olmaktır. Bizim yolumuzun düsturu, “Ta‘zim li-emrillah ve şefkat alâ halkıllah”, yani ‘Allah’ın emrine tazim ve hürmet etmek (yerine getirmek) ve de Allah’ın mahlukatının hepsine şefkat ve merhamet nazarı ile bakmak, öyle muamele etmek.”
Ömer Öztürk’ün bu şefkatlerinden çocuklar da nasibini almıştır. Yakın hizmetini görenlerden Abdurrahim Başak anlatıyor:
“Birgün Ömer ağabeyi yazıhanesinin yakınında indirerek arabayı park etmeğe gittim. Arabayı park edip yazıhaneye geldim. Aradan 10-15 dakika geçmesine rağmen Ömer ağabey hâlâ gelmeyince kendilerini arabadan indirdiğim yere doğru gittim. 8-9 yaşlarında bir çocukla sohbet ettiğini ve ona İslâmî bazı meseleleri anlattığını gördüm.”
Kendisine dua etmeleri için getirilen çocukları sevip öperler, “Allah (c.c.) İslâm’a hâdim etsin” diye dua ederler. Doğan çocuklarına isim koyması için kendisine müracaat edenlere Peygamberimiz (s.a.v.)’in sünnetine uyarak güzel gördüğü isimleri verirler. Genelde Ehl-i Beyt’in isimleri ile Ashab-ı Kiram (r.a.e.)’in az bilinen ve çok bilinenlerinin isimlerini söylerler. İsim konusuna çok önem verirler, uygun olmayan isimlerin değiştirilmesini tavsiye ederler, hatta birçok kişinin 30-40 yaşından sonra isimlerinin değişmesine vesile olmuşlardır.
ANA-BABA VE AİLELERİNE MUAMELELERİ
“Rabbin rızası, ana-babanın rızasında; gazabı da, ana-babanın gazabındadır. Ana-babasının rızasını alan mümine cennetten iki kapı, üzene de cehennemden iki kapı açılır.”
Babaları Merhum Mehmed Öztürk, birgün Ravza-i Mutahhara’da kendilerine, “Evladım, diğer babalar evlatlarından bir kez razıysa ben senden yüz kez razıyım” der. Merhume annelerinin isteği üzerine her sene iki kez Türkiye’ye gelirler, geldiklerinde de her gün mutlaka annelerine uğrarlar, duasını alırlardı.
Bir cemiyette muhtereme anneleri Hâtun hanımefendi şöyle demiştir:
“Babası Hacı Mehmed Efendi Türkiye’deki torunlarının hafız olması için çok uğraştı, ama hiçbiri hafız olmadı. Hâlbuki Ömer’in çocuklarının hepsi hafız oldu. Bizim o çocuklar üzerinde hiç bir emeğimiz olmadığı hâlde çocuklarla ilgili şeyleri hep bize sorar, biz de sen daha iyi bilirsin oğlum, deriz. Yani her zaman bizim rızamızı arar, anne-babasının önüne geçmemeye çalışırdı.”
Sohbetlerinde de ana-babaya itaat konusu üzerinde çok dururlar, ana-baba hakkına riâyeti hep tavsiye ederler. Sohbetlerine iki erkek evladıyla birlikte katılan birisi şunu söylemiştir:
“Sizi tanımadan önce bu çocuklar bizi ana-baba yerine koymazlardı. Birbirlerine sürekli bağırırlardı. Sizin eğitiminiz sayesinde ana-baba bilir oldular. Kendi aralarında da geçinir oldular.”
Hz. Sâmi (k.s.):
“Ömer Öztürk’ün ailesi örnek ihvan ailesidir”, buyurmuşlardır.
Otuz küsur yıllık evliliklerinde bir kez olsun ailelerine karşı seslerini yükseltmemişlerdir.
Bu davranışlarının temeli de şu hadîs-i şerîftir:
Abdullah bin Mes’ud (r.a.) anlatıyor:
Resûlullâh (s.a.v.); ‘Siz aranızda kimi yiğit sayarsınız?’ diye sordu.
Biz de ‘Kendisini pehlivanların yıkamadığı, mağlup edemediği kimseyi’ dedik.
Resûlullâh (s.a.v.), ‘Hayır, o pehlivan değildir, asıl pehlivan öfke anında kendisine hakim olabilen, kendisini tutabilendir’ buyurdu.
Ailelerini mahremsiz dışarı çıkarmamışlar, çarşı-pazar gibi umumi yerlere gitmekten onları korumuşlardır. Ailelerinin her türlü ihtiyacı dışarıdan kendileri tarafından temin edilerek eve getirilmiştir. Kendileri bir erkek dört kız babasıdır. Çocuklarının hepsi de Kur’ân-ı Kerim’i hıfzetmişlerdir.
İslâm’da Kadına Verilen Değer
İslâm’da kadının yerini sohbetlerinde şu şekilde anlatmışlardır:
“İslâm’da kadına verilen değeri anlamak için öncelikle İslâm öncesi devirde Arap yarımadasında kadının durumunun ne olduğunu bilmek gerekir. İslâm öncesi devirde Arap yarımadasında bir kadının kocası öldüğü zaman, bir erkek dul kalan o kadının başına çarşaf veya örtü gibi bir bez parçasını atarsa kadın onun malı sayılıyordu. O devirde Arap yarımadasında kadınlara bakış bu seviyede iken Resûlullâh (s.a.v.) risaletle şereflendirildikten sonra çok kısa bir süre içerisinde kadına bakış açısı;
“Cennet anaların ayakları altındadır” hadîs-i şerîfine uygun hâle dönüşmüştür. Tek başına bu hadîs-i şerîf bile bir kadına şeref olarak yeterlidir.
Güya medenî olduğu için kimi kesimlerce örnek alınan Avrupa’da 19. yüzyıla kadar kadının insan olup olmadığı tartışılıyordu. Kadının içinde şeytan bulunduğuna inanılıyor ve bu yüzden İncil’e dokunmasının ne derece doğru olup olmadığı tartışmaları yapılıyordu.
Kadının erkekle eşit olması, günümüzde olduğu gibi onun soyulması ve reklam aracı hâline getirilip sırtından para kazanılması değildir. Bunu zaten Cahiliye devri Arapları da yapıyordu. Şimdi birçok yerde olduğu gibi Türkiye’de de kadın-erkek eşitliği propagandası yapılmaktadır. Yaratılış itibarıyla birbirine eşit olmayan kadın ve erkeği birbirine eşitmiş gibi göstererek ne elde edilebilir?
CESARETLERİ
Muhterem Ömer Öztürk, 1970’li yıllarda Fatih Gençlik Vakfı Matbaası kurulmadan önce, büyük bir matbaa kurup İslâm’a neşriyat yoluyla da hizmet etme fikrini arkadaşları ile istişâre etmişti. İstişare meclisinde bulunan Erman Tuncer ile aralarında şöyle bir konuşma geçer:
– Bu işten vazgeçelim, böyle işleri yapabilmek için 1 milyon lira gerekir, bu parayı nereden bulacağız?
Muhterem Ömer Öztürk:
– Farz et ki şu çantada 1 milyon var, haydi, ne yapacağımızı söyle! Tuncer:
– Böyle bir şey bizi çok aşar.
Bir müddet sonra Muhterem Ömer Öztürk, bir bavula 1 milyon TL doldurarak arkadaşları ile buluşacakları yere gelmiş ve çantayı önlerine koyarak;
– Sayabilirsiniz tam 1 milyon TL hazır.
Bunun üzerine Erman Tuncer ayağa kalkarak;
– Bu kadar kısa sürede bu kadar parayı temin edebilen bir kişinin bize ihtiyacı yoktur, sen ne istersen yap, demiştir.
Bu menkıbenin konumuzla alakalı kısmı 1970’li yılların 300-500 lira için adam öldürülen anarşi havasında Muhterem Ömer Öztürk hiç korkup endişelenmeden öyle bir parayı sokakta çantada taşıyabilmiştir.
Hâlen ikamet ettikleri Medine-i Münevvere’deki evlerinde kendilerine suikast düzenlenmiştir. Bu sûikastın izi olan mermi deliği her zaman oturdukları koltukta hâlen mevcuttur. (Buna rağmen kendileri aynı koltuğa oturmağa devam etmektedirler.) Sahip oldukları maneviyat, bilgi, birikim, şuur ve hep hakkı söylemeleri; beynelmilel çevrelerin oklarının kendilerine yönelmesine sebep olmuştur. Bu çevrelerin ve onlara bağlı teşkilatların yakın takibi altında bulunmalarına rağmen, “Şehit olurum, o da en büyük şereftir” diyerek, hak bildiklerini söylemekten bir an bile geri durmamışlardır. Böylece Allah (c.c)’dan başkasından korkmadıklarını ispatlamışlardır. Bununla birlikte her sözü yerinde, zamanında ve getireceği neticeleri düşünerek kullanırlar ve fitneden son derece kaçınırlar.
Bu cesaretlerindendir ki öz ağabeyleri İsmail Öztürk yıllar önce kendileri hakkında şöyle demiştir:
– Tamam cesur olmak güzel ve gerekli bir şeydir, fazilettir, ama Ömer’deki cesaret, cesaret değil deliliktir.
EDEPLERİ
Edep konusunda büyükler şöyle der:
“Edebe riâyet etmeyen, sünnetlere riâyet etmeyi kaçırır; sünnetlere uymağı kaçıran, farzları ve vacipleri gereği gibi yapmaktan uzaklaşır; farz ve vacip gibi dinin temellerinin yeterince yerine getirilememesi, kişiyi îmânını kaybetme tehlikesine dûçâr eder. İmanını kaybedene binlerce vah olsun!”
O hâlde mutlu sona ulaşmanın ana kaynağı, daha doğrusu başlangıç noktası edeptir. Adabın korunması işte bu sebeple büyük önem arz eder.
Edep bir taç imiş nûr-i Hüda’dan
Giy ol tâcı emin ol her belâdan
Mısralarının bütün ihvana ezberletilmesini emreden Hz. Sâmi’nin (k.s.) hayru’l-halefi olan Muhterem Ömer Öztürk, sohbetlerinde şöyle demişlerdir:
– Büyükler, İslâm’ın altıncı şartı edeptir, derler. Bununla İslâm’ın beş şartına bir altıncı şart eklemiş olmuyorlar. Ancak bu beş şartın hakkıyla yaşanabilmesi için edep kurallarına riâyet edilmesi gerektiğini söylemiş oluyorlar.
Muhterem Ömer Öztürk, İslâm edepler manzumesidir, buyurarak edepten çok sık bahsederler. Sahip oldukları yüksek edep, her muamelelerinde kendisini gösterir. Kalp kırmaktan son derece kaçınırlar, yakınındaki birinin bir hatasını söyleyebilmek için kalbi kırılmasın, incinmesin diye senelerce bekledikleri olmuştur.
Edepler manzûmesi olan İslâm dîninin yemek yeme âdabına bile en ince ayrıntısına kadar riâyet ederler; yemekten çıkan kemik vesâire gibi atıkları ayrı bir tabağa yâhut bir peçetenin üzerine koyarak;
“Yemekle çöp aynı tabakta olmaz” derler.
Yine birgün Harem-i Şerif’te sağ elinde ayakkabısı ile yürüyen bir ihvâna ayakkabıyı sol elle taşımak gerekir, bir yere koyduğumuzda da ucunu kıbleye çevirmek gerekir; çünkü Nebi (s.a.v.), “Bizim dirimiz de ölümüz de kıbleye ta‘zîm eder” buyurmuştur, diyerek bir edebi (sünneti) daha öğretmiştirler.
Allah Resûlü’ne (s.a.v.) karşı edepleri ise bambaşka bir dikkat ve ciddiyetle tecelli etmektedir. Sohbetlerinde şöyle buyurmuşlardır:
– Allah (c.c.) ve Resûlü’ne (s.a.v.) karşı en ufak bir saygısızlıkta bulunulmamalıdır. Resûlullâh (s.a.v.)’in kendisi, ebeveyni, zevceleri, çocukları, ehl-i beyti, sahabesi için değil Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’i sevenler için dahi dikkatli, edepli, temkinli ve saygılı olmak gerekir. Hz. Mevlâna Celâleddin Efendimiz;
“Ya Resûlullâh, ben ağzımı bin kere misvaklarım, bin kere miskle, amberle yıkarım, yine de bu ağzı senin zât ismin olan ‘Muhammed’ (s.a.v.)’i anmaya layık göremem” buyurmuşlardır. Cenâb-ı Hak bu hususta bizleri Hz. Mevlana Celâleddin efendimizin edebiyle edeplendirsin inşallah.”
GENEL ÂDETLERİ
Hayatı derli, toplu bir düzen içindedir. Herkes kendisinin ne zaman, ne yapacağını bilir. Düzen, tertip ve doğruluk hayatlarının her alanına sirayet etmiştir. Müsvedde bir kâğıt parçasını bile buruşturup çöpe atmazlar, büyüklüğüne göre dörde-sekize katlayarak düzgün bir şekilde yırtıp çöp kutusuna öyle atarlar.
MTTB başkanlıkları esnasında zaman zaman Ankara’da içkisiz otellerde kaldıklarında yatak çarşafını gören görevliler sanki yatılmamış gibi buldukları yatağın düzgünlüğüne hayret edeceklerdir.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in sünnetine uyarak az yemeyi, az konuşmayı ve az uyumayı alışkanlık edinmişlerdir. Günde iki öğünden fazla yemezler, iki öğünden de birini, kendilerine hatırlatılmazsa, atlarlar; yedikleri zaman da son derece az yerler. Buna rağmen, belkemiği kırığı tedavileri esnasında kullandıkları kortizonlu ilaçlar sebebiyle Hak Te‘âlâ hazretleri kendilerine heybetli bir görünüm ihsan etmiştir.
Günde birkaç saat uyurlar, bazen bunu da yapmayarak 10-15 dakika uyku ile yetinirler yahut uykusuz günü geçirdikleri olur. Buna rağmen gün boyu kendilerinde uyku belirtisi görülmez.
Kendisiyle beraber bulunanların, yolculuk yapanların ittifakla söyledikleri husus, kendileri hiçbir zaman yemek istemezler, önlerine konursa yerler, aksi takdirde ne zamana kadar süreceği belli olmayan bir açlığa kendilerini bırakırlar. Hiç uyumadıkları geceyi takip eden gündüz de tabii hayatlarına devam ederler.
Misvak kullanma sünnetine son derece önem verirler, her abdest öncesi muhakkak misvak kullandıkları gibi misvakı yanlarından ayırmayıp sair zamanlarda da kullanırlar.
Abdestsiz asla dolaşmaz, bir şey yiyip içmezler. Pazartesi-perşembe oruçlarına devam ederler, tesbih namazına devam ederler ve devam edilmesini tavsiye ederler.
Rahatsızlıkları sebebiyle gidemedikleri zamanlar hariç beş vakit Mescid-i Nebevî’ye devam ederler. Medine dışında iseler beş vakit namazı sıhhatlerinin müsaade ettiği ölçüde camilerde kılmaya özen gösterirler. Hayatlarını namaz vakitlerine göre programlamışlardır. Muhterem Ömer Öztürk için namazın vaktinde kılınması her şeyden mühim ve önceliklidir.
Konuyla ilgili MTTB yıllarına ait bir hatırayı Erman Tuncer şöyle anlatır:
“İnsanın güzelliği, üçüncü kişilere, Allah (c.c.)’yu hatırlatması şeklinde tecelli eder. Muhterem Ömer Öztürk, Sâmi Efendi hazretlerinin göz bebeğidir. Sohbetlerinde bulunmak şerefine nail olduğum bu Allah dostunun kırk küsür yıldır Kur’ân ve sünnete aykırı bir davranışını görmedim. Gayesi insanları cennete taşımaktır. Birgün Fatih Gençlik Vakfı bünyesine dâhil ederek talebe yurdu yapmak üzere bir bina bulmuştuk. İstanbul Üniversitesi’ne de yakın bir yerdeydi. İstenilen fiyat da makuldü. Ancak fazla vergi öderim endişesiyle, mal sahibi tapuda gerçek değerini göstermek istemiyordu. Görüşmeler uzadı. İkindi namazını biraz geciktirerek kerahat vaktine bıraktık. Ömer Bey gerçekten müteessir oldu: “Bu alışverişten vazgeçelim. Bizleri namazdan alıkoydu” diyerek binayı almaktan vazgeçti.”
Gençliklerinde Hz. Sâmi’den (k.s.) aldıkları terbiye gereği susmayı itiyad edinmişlerdir. Son derece az konuşurlar. Hatta muhtereme valideleri, “Ömer’in ağzından kelimeleri kerpetenle çıkarıyoruz” diyerek bu yönlerini dile getirmiştir.
“Nefs-i mutmaînne olduğunda artık kişinin yediği nur olur, uykusu manevi tefeyyüze vesile olur, konuştukça da hem kendisi hem de çevresindekiler istifade eder” hakikati gereği hâlen sohbetleri ile Müslümanların istifadesine vesile olmaktadırlar.
Bu gerçeği;
“Televizyon, yaptığı yayını kendinden mi yapar? Hayır, anten vasıtası ile belli bir merkezden gelenleri yansıtır. Manevi yol da böyledir, kişi manevi sohbet yapıyorsa geleni yansıtır, hatta söylediklerini bazen kendisi bile ilk kez duyuyor olabilir” buyurarak kendi manevi durumları hakkında bizlere mühim ipuçları vermektedirler.
Gece Namazları
Gece ibadeti hayatlarında özel bir yer teşkil eder. Her gece -eğer yatmışlarsa- 02.00’de kalkarlar ve on iki rekat teheccüd namazı kılıp dua, gözyaşı, istiğfar ve zikir ile işrak vaktine kadar ibadete devam ederler.
Seyyid-i Kâinat, Sebeb-i Mevcudat (s.a.v.) Efendimiz’in;
“Bir erkek gecenin bir vaktinde hanımını uyandırır da her ikisi de namaz kılarsa çok zikreden erkekler ve kadınlar arasına yazılırlar.” hadîs-i şerîfini sık sık tekrar ederek herkesi teheccüd namazına teşvik ederler.
Cenâb-ı Hakk’ın: “Onlar, korkarak ve ümit ederek Rablerine ibadet etmek için yataklarından kalkarlar. Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de Allah için harcarlar. Hiç kimse, yapmakta olduklarına karşılık olarak, onlar için saklanan göz aydınlıklarını bilemez.” ve;
“Onlar gecelerini Rableri için kıyama durarak ve secdeye kapanarak geçirirler.” ayetlerinde beyan edilen zümreden olmaya gayret ederler.
Gençliklerinden beri süregelen bu âdetlerini yerine getirmek hususunda Cenâb-ı Hakk’ın yardımına mazhar olmuşlardır. Bir vesile ile şunu anlatmışlardır:
– ‘Yusufcuk’ cinsinden küçük bir kuşum vardı. Evleninceye kadar her gece saat 3’te gelir camı tıklar, beni teheccüde kaldırırdı.
03.00 olan teheccüde kalkma vakitleri daha sonra manevi bir emirle 02.00’ye alınmıştır. Çoğu geceleri hastalıklarla geçmesine rağmen hiçbir zaman bu ibadeti terk etmemişler, hatta dokuzay yatmalarına vesile olan trafik kazası geçirdikleri gece bile, kırık belle, yanlarındaki arkadaşlarının yalvarmalarına aldırış etmeden teheccüd namazı kılmışlardır.
Kur’ân-ı Kerim’e Olan İlgileri
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in, Kur’ân-ı Kerim’in okunmasına ilişkin umumi emirleri son olarak haftada bir hatim olarak sübut bulmuş, hafız olanların üç günde bir hatim inmelerine de izin verilmiştir.
Muhterem Ömer Öztürk, otuz küsur senedir her hafta bir kez Kur’ân-ı Kerim’i hatmetmeğe devam etmektedirler. Bunun dışında sabahları Tâhâ ve Yâsîn sureleri; akşamları Vâkı’a, Mülk ve Nebe surelerini okumanın yanında, günlük ve haftalık virdleri ile her gün okudukları Kur’ân-ı Kerim miktarı altı cüzü geçmektedir. Kur’ân-ı Kerim hayatlarının vazgeçilmez bir parçası olmuştur. Kur’ân’ı ehil ağızlardan dinlemek de özel zevkleri arasındadır. Abdulbâsit Abdussamed, Muhammed Sıddık Minşevi, Mustafa İsmail zaman zaman dinlediği kârîlerdendir. Haddizatında bütün hayatları Kur’ân hizmeti ile geçmektedir. Kendilerinin beş evladı da hafız olduğu gibi cemaatlerinden ve çevrelerinden yüzlerce kişinin hafız-ı Kur’ân olmasına vesile olmuşlardır. Hemen hemen her sohbetlerinde düzenli olarak Kur’ân okumanın öneminden ve gerekliliğinden bahsederler. Çoğu kez sohbetine katılanlardan her gün Kur’ân okuyacaklarına dair toplu söz alırlar.
Hayatlarında ‘Dua’nın Yeri
“Ed-duâ muhhu’l-‘ibadeti”; yani, Dua ibadetin iliği mesâbesindedir, “ed-Duâ silâhu’l-mü’min; yani, Dua mü’minin silahıdır, buyurulmaktadır. Çevresindekilere sürekli duayı tavsiye eden muhterem Ömer Öztürk’ün hayatlarında duanın işgal ettiği yer mühimdir. Ağızlarını açıp duasız kapattıkları kolay kolay görülmemiştir. Hayatları devamlı dualarla geçer, sünnet olan duaları ihmal etmezler.
Sohbetlerinde bu hususu şöyle açıklamışlardır:
“Elinizi açınca hamd, salâvat ve istiğfardan sonra ana-babaya, üstada ve bütün Müslümanlara dua edilir.
Nebi (s.a.v.), “Korkaklıktan, erzel-i ömre düçar olmaktan, kabir azâbından, dünya mihnetlerinden Allah’a sığınırım” duasına her zaman devam etmiştir.
Cenâb-ı Hakk, “Bana dua edin, duanıza cevap vereyim” buyurmaktadır. Nebi (s.a.v.), “Aceleci olmamak şartıyla, Allah katında her dua makbuldür” buyurmuşlardır. Kimse ‘Ben dua ettim de niye kabul edilmedi?’, deme hakkına sahip değildir. Biz (hâşa) âmir değiliz, biz Allah (c.c.)’nun kullarıyız. Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.) hazretleri; ‘Allah (c.c.)’ya dua ile yalvarmaktan gâfil olunmayacak’ buyururdu.
Yaptığımız her hareket de dualar neticesidir. Elini kaldırırken Cenâb-ı Hakk’tan izin istiyorsun. Allah müsaade ediyor da elini kaldırıyorsun. Bir başka zaman elime kramp girdi, diyorsun, kaldıramıyorsun. Her şeyimiz dua ile… Duamızdan başka neyimiz var?
Allah (c.c.); “Eğer duânız olmasa Allah size niye değer versin” buyuruyor.
Allah (c.c.)’nun kudreti her şeyin üstündedir. Dua ile her şey hallolur. Hacca ve umreye gitmek isteyenlerin bol bol dua etmesi gerekir. O mübarek topraklara para ile değil dua ile gidilir.
Ellerini açtıklarında yaptıkları mesnûn duaların yanında, “Allah’ım İslâm’ı severek yaşamayı nasîp et. Allah’ım kendinden başkasına muhtâç etme. Allah’ım son nefeste îmândan ayırma, âhir zaman fitnelerinden koru!” duaları da her zaman devam ettikleri dualardandır.
‘Vatan sevgisi îmândandır’ buyurulduğu için hiç terk etmedikleri dualarının arasında vatanımızın, memleketimizin düşman şerrinden korunması, bölünmemesi ve selâmete çıkması duası yer alır. Hatta bu duayı yerinde yapmak için bin kilometrenin üzerinde yol katederek bizzat Hakkari Yüksekova’ya gitmişler, Nakşi postnişinlerinden Taha’l-Hakkâri hazretlerinin kabr-i şeriflerinin başında murakabe yapmışlar, kendilerinden de istiğasede bulanarak memleketimizin bölünmemesi için dua etmişlerdir. “Taha’l-Hakkâri hazretleri burada hududu bekliyor” buyurmuşlardır.
Taha’l-Hakkâri hazretlerinden başka silsile-i âliyye-i Nakşibendiyye’nin büyük bir kısmını ziyaret etmek nasip olmuştur. 1998 senesinde çıktıkları bir seferde Türkistan’da Yûsuf-ı Hemedânî Hazretlerini; Özbekistan’da Abdulhâlik Gocdüvâni, Ârif-i Rivgerî, Mahmud İncirfağnevi, Ali Ramitâni, Muhammed Baba Semmâsi, Emir Külâl, Mahammed Bahâüddîn-i Nakşibendî, Alaaddin-i Attar, Ubeydullah Ahrar, Ebû Leys Semerkandî, İmâm-ı Matûridi Hazretleri’ni; Kazakistan’da Ahmed Yesevî Hazretleri’ni ve Hindistan’da da silsileden Muhammed Bâkibillah, İmam-ı Rabbâni, Muhammed Ma’sum Fâruki, Muhammed Seyfeddin, Nur Muhammed Bedayûni, Mazhar-ı Cân-ı Cânan, Abdullah Dehlevî (kaddessallahu esrârahum) hazerâtını ziyaret etmişlerdir. Bu ziyaretler esnasında gerçekleşen ilginç hadiselerden biri şöyledir:
Hindistan’da Muhammed Bâkibillâh Hazretlerinin kabrini ziyaret esnasında türbede temizlik yapılmaktadır. Bu vesileyle hazretin sandukası kaldırılıp gülsuyuyla kabir yıkanmıştır. Başuclarındaki kavuğu da çıkarıp tülbentini çözmüşler ve onu da gül kokusuyla kokulayıp sarmışlar ve sarığı, Muhterem Ömer Öztürk’ün “Bu size çok yakışır.” diyerek başına giydirmişlerdir. Türbedârın zâhiren hiç görmedikleri bir kişiye böyle bir muamelede bulunmaları hiç şüphesiz pek çok hikmetleri içeren bir hadisedir.
Kendileri anlatıyor: “Kara yolu ile hacca giderken üç arkadaşımla beraber kabri Şam’da bulunan silsile-i Nakşibendiyye’nin 29. post-nişîni Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’ni ziyârete gittik. Türbedar namaz sonrası kapıyı kapattı. Türbedara dedim ki; “Bak kardeşim, ben Türkiye’den geldim, hacca gidiyorum. Türbeyi kapattın. Ne zamanlar türbe açık oluyor? Biz içeri giremez miyiz?” Türbedar da dedi ki; “Eğer ikindi namazına kadar içeride durmaya râzı olursan, girin içeri, üzerinize kapıyı kapatayım, orada oturun.” Körün istediği bir göz Allâh verdi iki göz… “Tamam kardeşim, olur” dedim türbedara… Hac arkadaşlarımla beraber içeriye girdik, türbedar kapıyı üzerimize kapattı. İçeride ziyâretimizi yaptık, namaz vaktine kadar kendimizce bir şeylerle meşgul olduk. Çıkınca arkadaşlara; “Siz burada bir ses duydunuz mu?” dedim. “Evet duyduk” dediler. “Ne sesi duydunuz” dedim. “Yasin sûresi okunuyordu” dediler. “Peki siz okudunuz mu?” dedim. “Hayır biz okumadık” dediler. Türbede bizden başka kimse de olmadığına, bizim de Yasin sûresini okumadığımıza göre okuyan belli… Böylece Hazret’in kabrinde Kur’ân-ı Kerîm okuduğuna da üç arkadaşımla beraber şahit olmuş olduk. Gelmiş geçmiş en büyük velîlerden biriydi. Allâh (c.c.) şefâatlerine nâil eylesin (Âmîn).
İnsanlardan Müstağni Olmaları
Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor:
Resûlullâh (s.a.v.) elbiseleri aldı. Ben taşımak istedim. Fakat bana şöyle hitapta bulundu: ‘Kişi, kendi eşyasını taşımaya daha layıktır. Ancak taşıyamazsa Müslüman kardeşi ona yardım eder.”
Bu emre uyarak Muhterem Ömer Öztürk de kendi hizmetlerini kendileri yaparlar, kimseden bir şey talep etmezler. Bir vesileyle şöyle buyurmuşladır:
“Bugüne kadar çocuklarımdan bile ‘bir bardak su’ istemedim.”
Bununla birlikte hizmetine talip olan olursa reddetmezler. İğne ucu kadar hizmette bulunana bile teşekkür eder, dua ederler.
“Kula teşekkür etmeyen Allah’a şükretmez” hadîsini sık sık tekrarlarlar.
Hayatları boyunca kendi nefisleri için hiç kimseden bir şey istememeğe gayret etmişlerdir. Sayılamayacak kadar çok kişinin müşkülünü çözmüşler, ricalarını yerine getirmişler, iş sahibi olmalarına vesile olmuşlardır. Başkalarının işine; kendilerinin ve ailelerinin işinden daha çok önem ve öncelik vermişler, takip edip hallolmasını sağlamışlardır. Ama İngiltere’de tıp üzerine ihtisas yapan kendi oğulları Mahmud Sâmi Öztürk’ün yıllar önce vize ile ilgili bir sorununu, o dönemki dışişleri bakanı, Ömer Öztürk’ün MTTB yıllarında sekreterliğini yapmış ve bu sorunu rahatlıkla çözebilecek bir konuma sahip olmasına rağmen, bu konuda ondan bir talepte bulunmamışlar, tabii yollardan çözmeğe gayret etmişlerdir.
ÜÇÜNCÜ KISIM
MANEVİ HALLERİ
KERAMET
Tasavvuf ıstılahında keramet; îmân ve amel-i salih sahibi bir kişide meydana gelen harikulâde hâldir. Keramet, Cenâb-ı Hakk’ın veli kuluna bir ikramıdır ve iki kısımdır:
1. Manevi ve hakiki keramet ki bunlar; ilimde, irfanda, ahlakta, ibadette, taatte, amelde, edepte, insanlıkta ve adamlıkta gösterilen üstün meziyetler, hasletler ve faziletlerdir. Kısacası en büyük keramet, kişinin kötü huyları bırakıp iyi ve güzel ahlak sahibi olmasıdır.
2. Kevnî ve surî keramet. Buna âfâkî keramet de denir. Meselâ uzun mesafeyi bir anda almak, az bir gıdayı çoğaltmak, su üzerinde yürümek gibi…
Nakşibendî ricali bu çeşit kerametlere ehemmiyet vermez; bunu,“Çocukları eğlendiren oyuncaklara” benzetirler.
Bu mânâda ömürleri boyunca manevi keramete talip olan Muhterem Ömer Öztürk, maddi keramet izharından umumiyetle kaçınmışlardır. Buna rağmen ortaya çıkan bazı fevkalade hâlleri şöyle zikredilebilir:
Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz ile İrtibatları
Medine-i Münevvere’de yaşayan Dr. Âbid Özmen anlatıyor:
“Birgün yatsı namazı sonrası arkadaşlarımızdan birisi Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’i ziyaret eder. Hâlinden şikâyet edip işinin, parasının, pulunun olmadığını söyler. Herkesin her şeyi var, benim bir şeyim yok, diye dert yanar. Çıkışta Bâb-ı Sıddîk kapısında Ömer Ağabey’le karşılaşır. (Genellikle yatsı namazından sonra buluşma yerimiz Bâb-ı Sıddık idi.) Muhterem Ömer Ağabey arkadaşına dönerek;
– Neden Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’e bu şekilde şikâyette bulundun?, diyerek uyarır ve dilekte bulunmanın adabı, nasıl hareket edilmesi gerektiği hakkında nasihatte bulunur. Hâlbuki o kişi bu şikâyeti tek başına ve içinden yapmıştır.
Kendileri Ravza-i Mutahhara’da Bâb-ı Sıddık’ta otuz küsûr senedir Ramazan sofrası açmaktadır. Dört yüz bin kişilik mescidde yalnızca birkaç yüz kişinin sığabileceği bir alan olan ravzada hem de Bâb-ı Sıddık’ta sofra açmanın ne demek olduğunu, özellikle o noktada sofra açmak şerefine nail olmak için ne kadar çok ve üst kademede insanın uğraştığını bilenler, elbette bunun ne demek olduğunu anlarlar. Muvaffakiyet Allah (c.c.)’dandır.
Bir Ramazan günü Medine’nin zenginlerinden bir kişi yine o bölgede sofra açmaya teşebbüs edip yer bulamayarak geri çekilince kızarak; ‘Bu Türk’e neden orada sofra açtırıyorsunuz?’ diye söylenir. Yanında bulunan bir Harem ehli, eliyle Türbe-i Saadet’i göstererek ‘Sus, onun içeriyle arası iyi, yapacak bir şey yok’ der.
Muhterem Ömer Öztürk, Hz. Sâmi’nin (k.s.); “Allah onun duasını reddetmez” buyurarak teyid ettiği ve kendisini tanıyan, dua talep eden herkesin bildiği üzere duası müstecab kimselerdendir. Yani kendilerinden kim bir dua talebinde bulunduysa biiznillah müşkülünün hallolduğunu görmüştür. Binlercesinden bir misal:
Ürdün’de Diş Hekimliği Fakültesi’nde okuyan Ömer Özmen, bir dersten geçerli not alamamıştır. Yönetmeliğe göre de güz döneminde o dersi veremezse sınıfta kalacaktır. İmtihan yaklaşınca dua talep eder, Muhterem Ömer Öztürk de dua buyururlar. Ömer imtihana girer ve geçerli not alamaz. Sene kaybolmasın diye yatay geçiş için Suriye’ye gider. Orada bir üniversiteye ön kayıt yaptırır. Bu arada Muhterem Ömer Öztürk, Ömer’in babasına imtihanı sorar. O da kaldığını söyler. Tebessüm ederek “Geçti” der. Ömer ise bu arada kayıtlarını almak için Suriye’den Ürdün’e geçer. Arkadaşları Ömer’e;
“Neredesin, seni bulamadık. Annen seni Kadir Gecesi mi doğurmuş? Bir defaya mahsus bir dersten kalanlar bir üst sınıfa devam edebilir diye ilan astılar” diyerek ona müjdeyi verirler.
Afyon’da halı ve mobilya ticaretiyle iştigal eden Kadir Okyar anlatıyor:
2000’de Ramazan umresine gitmiştim. Ravza’da tesadüfen Muhterem Ömer Öztürk’ün sofrasına geldim. Son derece intizamlı, bembeyaz, şiir gibi bir sofraydı. Sofradakilerin hepsini sükut ve vakar içinde gördüm. Karşımda oturan zâta (Dr. Âbid Özmen): “Bir akşam da bu sofrayı müsâade etsenizde ben üstlensem” dedim. Sofranın sâhibi olan Muhterem Ömer Öztürk’ü işaret etti ve “O zâta mürâcaat et” dedi. Ömer Bey de bana “2 kilogram hurma al, sofraya kat. Böylece arzun yerine gelmiş olur” buyurdu ve akabinde bana, “Allah, ayağını buradan kesmesin” diye dua etti.
O duâdan sonra ve duânın berekâtıyla 14 yıldır kesintisiz Ramazan umresine geliyoruz… Ağabeyim, kardeşlerim, yeğenlerimle; hem de Mescîd-i Nebevî (s.a.v.)’de itikâfa giriyoruz. Sadece geçen sene 2013’te vize sıkıntısından dolayı Ramazan umresine gelmek kısmet olmadı.
2007’de yaşadığımız bir zorluğu da yine zât-ı âlilerinin duâsı bereketiyle aşmış olduk. İtikaftan çıkıp otele gelince eşyalarımızı otelin önüne yığılmış vaziyette ve bizi Suriye’ye kadar götürecek otobüsün yanında bulduk. Suudi Arabistan’ın hac ve umre organizasyonu “Bu otobüs sizi Suriye’ye bırakacak, kalan yolu kendi imkânlarınızla halledeceksiniz.” dedi. Meğer bizi getiren firma paraları ödemeden kaçmış. Suud yönetimi de bizi sınırdışı ediyor. Hemen muhterem Ömer Öztürk’ü arayarak duâ talep ettim.
Yolda; bizi Suriye’ye bırakıp acele geri döneceğini çünkü Ramazan sonu işlerinin yoğun olduğunu söyleyen şöför Suriye’ye gidince “Mazot parasını verin sizi Türkiye’ye götüreyim.” dedi. Ve arabadakilerin hepsini kendi memleketine bizi de Afyon’a evimize bıraktı. Bunlar hep Muhterem Ömer Öztürk’ün duası bereketiyle oldu.
Hz. Sami (k.s.) ile İrtibatları
MTTB eski genel başkanlarından Cemalettin Tayla anlatıyor:
“Zevcem 1991 yılında hastalandı, hekime götürdük. Pek çok hastanede 2-3 sene bir teşhis koyamadılar. Nihayet 1994 yılında Çapa Tıp Fakültesi’nde ve Hacettepe Tıp Fakültesi’nde Miyelom (ilik kanseri) teşhisi koyuldu. Hekimler hasta için en fazla iki sene yaşar dediler. Bu arada biz de hastamızı ilik nakli için Amerika veya İngiltere’ye götürmeyi düşünürken Muhterem Ömer ağabey Medine’ye dönmemizi buyurdular. Biz de Medine’ye döndük. Bu arada hastalık ilerledi, kan değerleri (hemoglobin) dörde kadar düştü. Tabii bir insan bu değerlerle komaya girerken, Elhamdülillah, hiç öyle bir koma hâli olmadı. O günlerde Cuma gecesi hatim programı bizim evde yapıldı. Muhterem Ömer ağabey sohbet sonrası hastamızın şifa bulması için ağlayarak ve bizi de ağlatarak uzun bir dua yaptılar.
Bu sohbetten bir müddet sonra hastamızı tedavi (kan vermek) için Medine Kral Melik Fehd Hastanesi’ne yatırdık. Muhterem Ömer ağabey telefonla beni aradı. Manevi bir müjdeyi bir zuhuratı kastederek,‘Hastana sor. Bu arada bir şeyler olması lazım’, dedi. Eşime Ömer ağabeyin sorusunu nakledince henüz bir şey olmadığını (görmediğini) söyledi. Cevabı Ömer ağabeye ilettim, Ömer ağabey, ‘Hayır olmaz. Muhakkak bir tebşirat olması lazım’ dedi. Ertesi gün öğleden sonra tekrar eşimi ziyarete gittiğimde bana sevinçle şu rüyasını anlattı:
“Sâmi Efendi hazretleri yanıma geldi. Damardan bana iğne yaptı ve gitti.”
Eşimin bu rüyasını Muhterem Ömer ağabeye anlatınca;
“Biz de bunu bekliyorduk. Artık bi-iznillah şifa bulur, bu hastalıktan da vefat etmez” buyurdular.
Bu tebşirattan kısa süre sonra hemoglobin seviyesi dörtlerden tabii kan seviyesi olan on bir buçuklara çıktı. Hekimler bile hayret ettiler.
Kopmak Üzere Olan Parmakları Tedavi Etmeleri
İstanbul’da kumaş ticareti ile uğraşan Refik Tayla anlatıyor:
“1976 senesinde Erenköy’den Muhterem Ömer ağabeyin, biri şahsi işlerinde, diğeri Hz. Mahmud Sâmi (k.s.) hazretlerinin hizmetinde kullandığı iki arabası ile yola çıktık. Boğaz Köprüsü’ne 100 metre kala arabalardan biri arızalandı. Arabayı iterken arkadaşlardan biri yanlışlıkla sağ arka kapıyı hızlıca kapattı, dört parmağım kapıya sıkıştı. Zorla kapıyı açtık. Parmaklarım kopacak derecede ezilmiş, mosmor olmuştu. Acılar içerisinde kıvranıyordum. Bu hâlde iken Muhterem Ömer ağabeyim yanıma gelerek bir şeyler okumaya başladı. Okudukça ağrım tamamen dinmiş ve parmaklarım eski hâline dönmüştü. Hepimiz hayretler içerisinde kalmıştık. Şaşkınlığımız geçip arabayı tamir ettirdikten sonra hiçbir şey olmamış gibi yolumuza devam ettik.
Allah (c.c.) Ömer ağabeyden bizleri ebediyen ayırmasın. İki cihanda onunla birlikte olmayı nasip eylesin.” (Âmin)
Uludağ’da Yaşanan Kaza
İstanbul’da babası ile birlikte kumaş ticareti yapan Ömer Tayla anlatıyor:
“2005 yılı Nisan ayında Uludağ’da kayak yaparken taklalar atarak yere düştüm. Öyle ki düşmenin etkisiyle kayak takımlarım paramparça olmuştu.
Ambulansla beni acilen İstanbul’a getirdiler. Hastanede yapılan tetkikler sonucunda hekimler bana boyun destek kemiğimin kırıldığını söylediler.
Kırılan boyun destek kemiği omurilik ile alakalı olduğu için bundan bütün vücudum etkilenmişti. Yürürken kollarımı hareket ettirirken zorlanıyordum; belimde, kollarımda ve bacaklarımda ağrılar oluyordu, yani dengem bozulmuştu.
2008 yılına kadar, Türkiye’nin bu konuda en meşhur hekimleri dâhil, gitmediğimiz hekim kalmadı. Gittiğimiz bütün hekimler tek çarenin ameliyat olduğunu ama ameliyatın hem kesin çözüm olmadığını hem de felç tehlikesi taşıdığını söylüyorlardı. Biz de başka bir çözüm bulur, ameliyattan kurtuluruz diye arayış içerisindeydik. Bu arayış 2008 yılı yazına kadar devam etti. Üç yıl sürekli o ağrılarla yaşadım.”
Manevi Tedavi
“Aslında bu kazanın başından beri Sâmi Efendi hazretlerinin Muhterem Ömer Öztürk hakkında; ‘Cenâb-ı Hak onun duasını reddetmez. Duası makbul ricâldendir o… Manen vazifelidir. Bizim manevi vazifelimizdir’ dediğini ve bu manevi hâllerinin de böyle hastalıklarda şifaya vesile olduğunu biliyorduk. Ama böyle nefsani bir iş yaparken başımıza gelen bir kazadan dolayı Muhterem Ömer Öztürk’e gitmeği gönlümüz pek arzu etmiyordu.
Üç yıl boyunca çalmadığımız kapı kalmadı, başka çaremiz kalmayınca babam durumumu bütün safahatıyla Muhterem Ömer Öztürk’e anlattı. Kendileri de:
– Bu tür işleri sıcağı sıcağına söylemek lazımdı. Şimdiye kadar neden söylemedin. Yine de getir Ömer’i… Şifa Allah’tan… demiş.
Babam da beni zât-ı âlilerine götürdü. Beni önlerindeki sandalyeye oturttular:
– Sen sürekli Hz. Sâmi (k.s.) Efendi’mizi düşünmeğe çalış, dedi.
Hem bir şeyler okuyor hem de boynumu, belimi, ellerimi ve ayaklarımı, masaj yapar gibi sıvazlıyordu.
Bir an öyle oldu ki ruhumun bedenimden çıktığını hissettim, sanki ben orada değildim, bir gökdelenin tepesinde oturuyordum. Vücudum sanki benim kontrolümden çıkmıştı. Elimi kaldıramayacak bir hâldeydim. Tarifi mümkün olmayan duygular içerisinde kendimden geçmiştim. Muhterem Ömer Öztürk:
-Tamam bitti. İnşallah iyi olursun, deyince kendime geldim.
O anda ilk hatırladığım şey ağrılarımın geçtiğiydi. Bir hafta sonra kendisini ziyarete gittim, durumumu sordu. Ben de:
– Efendim, Allah râzı olsun sayenizde ağrılarım tamamıyla geçti, ama ayaklarım biraz ağrıyor, dedim.
– O zaman bir daha okuyalım, dedi.
Bunun üzerine önceki seferde olduğu gibi beni önündeki sandalyeye oturttu, daha çok ayaklarımı masaj yapar gibi sıvazlayarak bir şeyler okudu. Ayaklarımın ağrısı da tamamen geçti. Üç senedir hayatımı karartan hastalıktan böylece tamamen kurtulmuş oldum.
Allahü Te‘âlâ’nın izni ve keremi, Sâmi Efendi hazretlerinin himmeti ve Mevla’nın katında duaları reddolunmayan Muhterem Ömer Öztürk’ün kıymetli duaları, nefesleri ve gayretleri sayesinde şifa buldum. Allah (c.c.) kendilerinden râzı olsun, başımızdan eksik etmesin.”
Ölüm Tehlikesi Olan Hastalık
Hâlen Konya’da ikâmet eden Avukat Kemal Temiz anlatıyor:
“1995 yılında kalın bağırsak kanseri hastalığına yakalandım. Hekimler çok tehlikeli bir hastalık olduğunu, kurtulma ihtimalimin çok düşük olduğunu söylediler. En son Konya Selçuk Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi hekimlerinden Prof. Dr. Adil Kartal’a muayene oldum ve ameliyat olmaya karar verdim. Hekim bey ameliyattan önce beni yanına çağırarak:
– ‘Kemal Bey çok ciddi bir ameliyata gireceksiniz. Durumunuz menfi, bunu bilmeniz lazım, dedi.
– Ameliyatın başarı ihtimali yüzde kaç? diye sordum.
– Senin durumun maalesef %99 menfi, dedi.
– Peki, %1 ihtimal nedir? dedim.
– Tıbbın bu konuda daha fazla söyleyebileceği bir şey yok, ama Allah’tan ümit kesilmez, dedi ve (ellerini semaya kaldırarak) ‘Allah’ dedi.
Ameliyata karar verdim, ameliyat öncesi tahliller yapılmaya başlandı. Bu arada Karaman’da doktorluk yapan Selahattin Özmen hastaneye yattığımı duymuş; beni telefonla aradı. Geçmiş olsun, dileklerini ilettikten sonra:
– Muhterem Ömer Öztürk ağabeyi aradın mı? diye sordu. Aramadığımı söyleyince:
– Derhâl Ömer ağabeyi ara. Böyle bir devlet varken bu devlete başvurmamak olur mu? dedi.
Ben de bunun üzerine Ömer ağabeyi aradım:
– İnşallah ağabey, Medine-i Münevvere’de huzur-ı Resûlullâh (s.a.v.)’de dua edin, diyerek durumu izah ettim. Ömer ağabey de çok ilgilendiler:
– Hayırlısı olur, Allah şifalar verir inşaallah, diye dua ettiler ve ameliyata girdim.
Ameliyattan sonra her tarafıma hortumlar bağlanmış şekilde bir hafta boyunca yoğun bakım devam etti. Hemşireler her 15 dakikada bir, tansiyon, ateş, vb. ölçümleri yapıyorlardı.
Bu arada Medine’de bulunan Rüştü Ecevit’in babası vefat etmiş. Türkiye’ye gelirken Ömer ağabey ona:
– ‘Bu zemzemi babanın köyü Kurucuova’ya gitmeden, Kemal’e götür, ona ver, ondan sonra git, diyerek bir şişe zemzem suyu göndermişti. Rüştü Ecevit babasının köyüne gitmeden hastanede yanıma geldi.
– Ömer ağabey senin sağlığın için Medine’de sana dua ediyor, diyerek emaneti verdi; sonra babasının cenazesine gitti. Medine’den gelen zemzemden kaşıkla ağzıma birkaç damla verdiler, zemzemi başucuma koydular.”
Mânâ Aleminden Gönderilen Kişiler
“O gece şimdiye kadar hiç görmediğim ve tanımadığım nur yüzlü iki veya üç kişi kapıdan içeri girdi ve doğruca yanıma gelerek:
– Sakin ol, sakın heyecanlanma, sakın korkma iyi olacaksın inşallah, dediler.”
Bu olayı o esnada Kemal Temiz’in yanında odada refakatçi olarak bulunan kayınbiraderi şöyle anlatır:
– “İki veya üç kişi içeri girdi, ayağa kalktım, onları karşıladım. Bana:
– Kardeş sen biraz yat, istirahat et. Bizim biraz işimiz var, dediler. Ben de yattım.”
Kemal Temiz anlatmağa devam ediyor:
“Gelen kişiler üzerimi açtılar, karın bölgemi yardılar. Karnımı tamamen boşalttılar, bütün iç organlarımı çıkardılar ve serumun asıldığı kancaya taktılar. Bu arada ben de hayret ve heyecanla, bir tamamen boşaltılmış karnıma, bir de kancaya taktıkları iç organlarıma bakıyordum. Kancaya astıkları iç organlarımı Ömer ağabeyin gönderdiği zemzemle yıkadılar. Bu arada da bana:
– Sakin ol, bir şey olmayacak, Allah’ın izniyle iyi olacaksın, bu iş tamam inşallah. Senin işin bitti, dediklerini duyduğum anda hemşire kapıyı açtı, içeri girdi, o kişiler de ortadan kayboldu.
Daha sonra anladım ki gelen kişiler Muhterem Ömer Öztürk ağabeyin mânâ âleminden gönderdiği kişilerdi. Ömer ağabey hem huzur-ı Resûlullâh (s.a.v.)’de bana dua ediyor, hem de mânâ âleminden gönderdiği kişilerle beni manen tedavi ediyordu. Ben o zamana kadar Millî Türk Talebe Birliği’nde Ömer ağabeyle birlikte bulunmuş ve çeşitli görevler almıştım. Ömer ağabeyi, Hz. Mahmud Sâmi Ramazanoğlu (k.s.)’nun vazifelendirdiği, bize İslâmî bir yön veren büyüğümüz, ağabeyimiz olarak biliyorduk, ama onun bu manevi tarafından haberimiz yoktu.
Ömer ağabeyin duası ve himmeti ile hastalıktan kurtuldum.
Ameliyattan sonra doktor Adil Bey:
– ‘Bu kalın bağırsak buraya nasıl bağlandı? Hâlâ anlamadım’, diyerek hayretini beyan etmiş, şükür kurbanı kesmişti.
Benimle beraber aynı hastalıktan hastaneye yatan üç kişi vefat etti. Ben hayatta kaldım. Bana, Muhterem Ömer Öztürk ağabey gibi manevi bir büyüğü nasip ederek şifalar ihsan eden Hak Te‘âlâ hazretlerine sonsuz hamd ü senalar ederim.”
Ölüm Döşeğindeki Hasan Kalyoncu
MTTB’nin kapatılmadan önceki son genel başkanı Vehbi Ecevit anlatıyor:
“2005 yılının başlarında, o zaman hayatta olan merhum Hasan Kalyoncu’nun âni bir rahatsızlığı olmuştu. Aort damarı yırtılmış, hastaneye yetiştirmişler, ancak kanın büyük bölümü vücuda boşaldığı için kurtulma ümidi hekimlere göre pek kalmamıştı. Ancak görevleri icabı gereken müdahaleyi yaptıktan sonra koma hâlinde saati beklemeğe başlamışlardı. Yanına kimseyi almıyorlar, bütün yakınları (ailesi, oğlu, kardeşleri) kapıdan çıkan hekimlerin ‘Başınız sağ olsun’ diyeceği anı bekliyorlardı.
Muhterem Ömer ağabey, 2005 yılında hac dönüşü İstanbul’a geldiklerinde Hasan Kalyoncu komada idi. Tıbbın yapabileceği bir şey kalmayınca iş Allah’a havale edilmişti. Hasan Kalyoncu’nun ailesi Muhterem Ömer ağabeyden müteaddit kereler, Siyami Ersek’te şuuru kapalı ve ümitsiz şekilde yatmakta olan Hasan Kalyoncu’yu ziyaret ve başucunda dua buyurmasını rica etmişlerdi. İlk müsait oldukları çarşamba günü muhterem Ömer Öztürk ziyaretine gitmişlerdi. Başhekim Prof. Dr. İbrahim Yekeler ile Hasan Kalyoncu’nun kardeşi Songül Hanım, oğlu Faruk ve öbür yakınları da orada idiler. Hastanın yanına dönemin Başbakanı Tayyip Bey dışında daha önce hiç kimseyi almamışlardı. O gün Muhterem Ömer ağabeyi yalnız olarak içeri almışlar, diğerleri kapı önünde ümitsiz şekilde bekliyorlardı. İçeride sadece görevli hemşire vardı. Hemşire hanım, Muhterem Ömer ağabeye:
– Hastanın elinden tutacak mısınız? diye sorar.
Sünnet-i Seniyye’ye göre hastanın nabzını tutup öbür elini de alnına koyarak şifası için dua edilir. Muhterem Ömer ağabey, ‘Evet’ cevabını verince hemşire hanım ortamı sterilize ettirerek zemini hazırlar.
Muhterem Ömer ağabey, Hasan Kalyoncu’nun elini tutar, öbür elini de alnına koyar ve dua ederler.
O anları olayın şahitlerinden biri şöyle anlatır:
– “Bizler öldü diye kapıda ağlıyorduk. Ömer Bey’i yalnız aldılar içeriye. Bizler (hekimler dahil) Ömer Bey çıkarken ağzına bakıyorduk. Bizi teselli edecek sözler söyleyecek diye bekliyorduk. Çıkınca oğlu Faruk ve kardeşi Songül ümitsizce durumunu sordular:
– Merak etmeyin, iyi olacak inşallah, diye cevap verir.
“Ben de sordum, belki gerçeği bana söyleyebilir diye. Bana da aynı cevabı verdi. Çıktık. Aşağıda arabada tekrar sordum. Şimdi baş başayız, yukarıda teselli edici şeyler söylemesi icap etmiştir, diye düşündüm:
– İyi olacak inşallah, bu iş tamam. Biraz daha ısrar etseydik, hortumları çıkarıp kalkacaktı, dedi.
Bu ziyaretten sadece iki gün sonra cuma günü Hasan Kalyoncu’nun yakınları Muhterem Ömer ağabeyi telefonla ararlar:
“Elhamdülillah. Hasan Bey duanız bereketiyle iyileşiyor. Telefonu kendisine veriyorum, diyerek, iki gün önce şuuru kapalı hâlde yoğun bakımda yatan ve hekimler ile yakınlarının ümitlerini tüketip ölümünü bekledikleri Hasan Kalyoncu’yu Muhterem Ömer ağabey ile telefonda görüştürürler. Bu telefon görüşmesinden dört gün geçmiştir. Yine bir çarşamba günü akşamı Muhterem Ömer ağabey, duaları bereketiyle şifa bulan Hasan Kalyoncu’yu tekrar ziyaret için hastaneye giderler. Zira Muhterem Ömer ağabey ertesi gün (perşembe) Medine-i Münevvere’ye döneceklerdir. Ziyaretin sonunda Muhterem Ömer Öztürk ağabey ayrılırken hekimlerin, ‘Aman kıpırdamayın!’ ikazına rağmen Hasan Kalyoncu; ‘Ömer ağabeyimiz için de kalkmayacaksak, ya kimin için kalkacağız?’ diyerek, destekle Muhterem Ömer ağabeyi hastanede asansöre kadar uğurlarlar.”
İlm-i Ledün ile Konuşmaları
Hadîs-i kudsîde Allahü Te‘âlâ, “Kulumu sevince gören gözü, duyan kulağı, tutan eli olurum. Artık o benimle duyar, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür.” buyurmaktadır. Bu hadisin sırrına mâ-sadak olan Muhterem Ömer Öztürk’ün sohbetlerine katılanlar genellikle sormadan zihinlerindeki soruların cevabını alırlar.
MTTB eski genel başkanlarından Dr. Abid Özmen anlatıyor:
“MTTB’deki idari vazifeyi devraldığım kongre, çok sıkıntılı geçmişti. İstihbarat güçleri bir sürü entrikalar çevirdiler ve Muhterem Ömer ağabeyi çok üzdüler. Fakat muvaffak olamadılar. Muhterem Ömer ağabey, MTTB’ye gelip gitmez oldular. Halledilmesi gereken birçok mesele ve yapılması gereken birçok faaliyet vardı. Onları soracağım, istişâre edeceğim kimse yoktu. Kendileri de birliğe gelmiyordu. Kafamda bir sürü mesele ve sorularla Azapkapı’daki işyerlerine ziyarete giderdim. Ve MTTB ile ilgili ne o bir şey sorar ve ne de ben bir şey söylerdim. Fakat orada kaldığım takriben bir saat civarındaki sohbetinden sonra sorularıma, takıldığım hususlara cevap almış, mesrur bir şekilde yanlarından ayrılırdım. Bu bir defaya mahsus olmayıp ne zaman gittiysem aynı şekilde tekrar etti.”
Üstadları Mahmud Sâmi Efendi Hazretlerine (k.s.) Bağlılık ve Teslimiyetleri
Muhterem Ömer Öztürk’ün şimdiye kadar kısmen bahsedilen güzel ahlakı kazanmaları ve ustaca gizlemelerinden ötürü en yakınlarının bile çok az bir kısmına vâkıf olabildikleri manevi hâllerine ve kemâlata kavuşmalarına en mühim sebep, şüphesiz mürşid-i kâmillerine olan teslimiyetleri olmuştur. Abdulkadir-i Geylâni (k.s.), “Bir kimse hakiki bir mürşide tam anlamıyla (yıkayıcı elinde ölü gibi) teslim olur ve yolunda giderse o mürşit, müridini Allah Resûlü’ne (s.a.v.) teslim eder. Ol Nebi-yi Muhterem’i (s.a.v.) bu dünyada baş gözüyle de görür” buyurmuştur. Tabii bu vesile ile o kişide artık insan-ı kâmile ait bütün güzellikler zahir olur.
Gençliklerinden itibaren Sâmi Efendi hazretlerinin gerek nefis tezkiyesi ile alâkalı, gerekse yapılacak hizmetlere dair her türlü talimatlarını yorum katmadan yerine getirmeye çalışmışlardır. Öyle ki Hz. Mahmud Sâmi (k.s.) Medine’ye geri dönmemek üzere hicretleri müjdesini kendilerine tebliğ ettiğinde “Kimseye haber vermezsiniz, yanınıza da fazla bir eşya almazsınız” sözü gereği, kundaktaki çocuğunu ve ailesini Cenâb-ı Hakk’a emanet ederek ve hicretle ilgili bir şey demeden, tek bir bavulla hicret yoluna revan olmuşlardır.
Yine Hazret’in “Gençliğe mürebbi olunuz” emrini halen yerine getirmeğe devam etmektedirler. (Allah (c.c.) gölgesini üzerimizden eksik etmesin.) Hz. Sâmi’nin (k.s.), “Bulunduğunuz yerin İslâm’a aykırı olmayan kurallarına uyarsınız” emrini en kapsamlı şekilde uygulamışlar, bu emir mucibince hayatları boyunca trafik kurallarına bile harfiyen uymuşlardır. 1970’li yıllardaki düşük hız sınırlarına bile daimi surette riâyet etmişlerdir. Tâ ki Sâmi Efendi hazretlerinin ihvana umumi olarak saatte 90 km’den fazla yapılmamasını söyleyinceye dek. Hazretin bu sözlerini emir kabul edip emirlerinin dışına hiç çıkmamışlardır. Kendileri 3 kez özel arabaları ile hacca gitmişler çoğu yerde yollar hızlı gitmek için elverişli, kendi araçları da müsait olduğu hâlde, bu üç yolculukta toplam 24 bin km. yolu 90 km hızla tamamlamışlardır. İşte teslimiyet ve sabır…
Yine Sâmi Efendi hazretleri, son ziyaretten önce “İhvana söyleyiniz; elimi öpmesinler, her elim öpüldüğünde ayrı bir ıstırap duyuyorum” buyurdukları için yaklaşık 400 kişiye tek tek bu emri tebliğ etmişler; Hazret’in her türlü talimatlarına olduğu gibi burada da bir emir eri hassasiyetiyle söylenileni olduğu gibi yerine getirmişlerdir.
Son devir Kayseri ulemasından ve Sâmi Efendi hazretlerinin ihvanından, Bağdat’ta ilim tahsil etmiş merhum İbrahim Eken Hocaefendi, Muhterem Ömer Öztürk için;
– Ömer Bey, Efendi hazretlerinden bir hadîs-i şerîf duysa, hadisin sıhhat derecesini araştırmaz; şu balkondan aşağı atla dese düşünmeden atlar; ÖMER ÖZTÜRK BİR EKOLDUR, demiştir.
Mekke’ye Yolculuk…
Hz. Sâmi’nin sağlığında Muhterem Ömer Öztürk’ün gözü kulağı Sâmi Efendi hazretlerinden gelecek bir habere, bir talimata göre ayarlıydı. Bunun sırlarla dolu örneklerinden biri:
Büyük kızının doğumundan bir hafta sonradır. Bir gece yarısı kapısı çalınır. Gelen kişi tanıdıktır. Şöyle söyler:
– Sâmi Efendi hazretlerinin talimatı var. Kimseye haber vermeden derhal evden çıkacaksın. Yaya olarak Mekke’ye gideceksin.
Eve bir şey demeden evden çıkarlar. Yürümeğe başlarlar. Aklından ‘nereden gideceğim’ diye bir yol haritası yaparlar. Erenköy’den Bostancı’ya kadar yürürler. Bu sırada sırtına bir el dokunur. Bu aynı kişidir.
– Geri dön Sâmi Efendi hazretleri sizi çağırıyor, der.
İşte teslimiyet!
Hz. Sâmi (k.s.) ile Aralarındaki Derin Bağ
Hz. Sâmi’nin (k.s.) hekimlerinden ve eski MTTB Genel başkanlarından Abid Özmen anlatıyor:
“Nefsimin azgınlaştığı, üzerimdeki her türlü nimete biiznillah vesile olan velinimetim Muhterem Ömer Öztürk ağabeyimi üzdüğüm günlerden birindeydi. O gün Türkiye’ye gidiyorlardı. Uğurlamaya gittim. Bana ayrılırken sadece ‘Allah (c.c.) rahatlık versin’ dediler. Daha sonra, sonda değiştirmek için Hz. Sâmi’nin (k.s.) huzuruna kabul olundum. Sondalarını değiştirdim. Hz. Sâmi (k.s.), normal zamanlarda, mübarek ellerini işim bittikten sonra yorganın (çarşafın) üzerine koyarlar ellerini öper, dualarını alırdım. O gün ellerini çarşafın altına soktular ve hiç çıkarmadılar. Bana biraz evvelki cümleyi aynen söylediler:
“Allah (c.c.) rahatlık versin.”
Aralarındaki derin muhabbet ve bağı anlamış oldum; Ömer ağabeyimizi üzen, Sâmi Efendi hazretlerini de üzmüş, Ömer ağabeyimize muhalefet eden Sâmi Efendi hazretlerine muhalefet etmiş oluyordu. Muhterem Ömer ağabeyimiz ile temasta olan arkadaşların onu atlayıp Efendi hazretlerine ulaşmasının mümkün olmadığını ayne’l-yakin görmüş oldum.
Vefânın Böylesi…
Hz. Mahmud Sâmi Ramazanoğlu’nun (k.s.) 1984’te irtihallerinden sonra Muhterem Ömer Öztürk, Medine-i Münevvere’de bulundukları zamanlarda her gün sabah namazı sonrası Hz. Sâmi’nin (k.s.) kabirlerinin bulunduğu Cennetü’l-Bakî‘ penceresine gelerek oradan ziyarette bulunurlar. Eğer sıhhatlerinden dolayı sabah namazına çıkamamış iseler yatsı namazı sonrası muhakkak ziyaret ederler. Bu durum tam 30 küsür yıldır, ve hâlen biiznillah hiç aksamadan her gün devam etmektedir.
Medine’de Yusuf Emmi’yi Ziyaret
Yine bir yakınları anlatıyorlar:
“Ömer ağabey birgün bizi (Refik Tayla, Ali Öztürk, Mahmûd Kirazoğlu) Medine’de yaşayan, Hz. Sâmi (k.s.) Efendi’mizin ihvanından Yusuf Emmi adında yaşlı bir zâtı ziyarete götürdü. Ziyarette hasbihalden sonra Ömer ağabey, Yusuf Emmi’nin sorduğu sorulara toprak gibi mütevazı cevaplar verdi. Bunun üzerine Yusuf Emmi şehadet parmağını Ömer ağabeye doğru uzatarak aynen şunları söyledi:
– Bana bak, senin nasıl biri olduğunu söylersem, manevî hâlini ifşa edersem, o zaman görürsün!’
Yani Yusuf Emmi:
– Bu kadar da mütevazı olma, ne olduğunu, manevi vazifeni en azından yanındaki arkadaşlarına söyle!’ demek istedi ama Muhterem Ömer ağabey bu hususta tavır ve davranışlarını hiç değiştirmedi.”
HZ. MAHMUD SAMİ
RAMAZANOĞLU’NUN (K.S.)
MUHTEREM ÖMER ÖZTÜRK
HAKKINDA SÖYLEDİKLERİ
Muhterem Ömer Öztürk, Hz. Sâmi’nin (k.s.) tabiri câiz ise kucağında doğmuş, onun terbiyesinde büyümüş, hayatını Hz. Sâmi’ye (k.s.) hizmete ve ondan istifadeye adamıştır. Hz. Sâmi’nin (k.s.) yolunu devam ettiren, manevî evladı ve hakiki vekilidir. Hz. Sâmi’nin (k.s.), Muhterem Ömer Öztürk hakkında, zaman zaman ihvanın huzurunda, söylediği bir kısım sözler şöylece zikredilebilir:
Hz. Sâmi (k.s.), 1976’dan 1984’e kadar zaman zaman şöyle buyurmuşlardır:
– Ömer Öztürk benim en emin ihvanımdır.
Medine-i Münevvere’de de müteaddit defalar aynı lafızla şöyle buyurmuşlardır:
– Ömer Öztürk benim en emin ihvanımdır. Kendisi manen vazifelidir.
1980’de Ömer Öztürk’ü tedavi için İstanbul’a gönderdikten sonra Medine-i Münevvere’de, müteaddit defalar ev halkına:
– Ömer Öztürk’ü tanıyor musunuz? diye sormuşlar.
– Evet efendim, tabii tanıyoruz, deyince;
– Onun şimdi nerede olduğunu biliyor musunuz? diye tekrar sormuşlar.
Ev halkı:
– İstanbul’da bulunuyor, deyince:
– Hayır, o şu an Mekke-i Mükerreme’de bulunuyor. O manen vazifelidir. Bizim manevi vazifelimizdir, buyurmuşlardır.
Muhterem Ömer Öztürk’ün İstanbul’da bulunduğu dört ay zarfında yukarıdaki suali hemen her gün sorup:
– O benim en emin ihvanımdır, buyurmuşlardır. Bu seyahat esnasında, hastalıkları ağırlaştıkça Hacı Anne’ye:
– Keşke şu hasta hâlimde Ömer Öztürk yanımda olsa idi. Ben onun son nefesimde yanımda olmasını arzu ediyorum, buyurmuşlardır.
Allahü Te‘âlâ bu arzularını yerine getirmiş, son nefeslerinde yanında bulunmak Muhterem Ömer Öztürk’e nasîb olmuştur.
Medine-i Münevvere’de birgün hâdimeleri Fatma’ya ve ayrıca Hacı Anne’ye de:
– Ömer Öztürk’ün ailesi örnek ihvan ailesidir, buyurmuşlardır.
Medine’de bir ziyaret esnasında, Muhterem Ömer Öztürk ellerini öperlerken;
– Ömer Öztürk kıdemli ihvanımızdır, buyurmuşlardır.
Ömer Öztürk’ün Medine-i Münevvere’de Abdüsselâm Efendi’nin evini kiraladığı kendisine bildirince:
– Elhamdülillah, elhamdülillah Ömer Öztürk bize komşu oldu. Ömer Öztürk bize komşu oldu, diyerek sevinçlerini beyan etmişlerdir.
Erenköy’deki devlethanede torunu Mahmud Kirazoğlu’nun İstanbul’a tayini esnasında Hacı Anne, Hz. Sami (k.s.)’nun huzurunda:
– Vallahi Ömer Öztürk kıyâmete kadar, en az Mahmud kadar bu evin evladıdır, diyerek yemin etmiş, Efendi hazretlerine dönerek:
– Öyle değil mi Efendi? diye sorunca kendileri de:
– Evet doğru söylüyorsun. Öyledir, buyurmuşlardır.
Erenköy’deki evlerinde bir konuşmalarında defalarca:
– Ömer Öztürk manen uyanıktır, buyurmuşlardır.
Yine birgün evde:
– Ömer Öztürk çok hâlisâne çalışıyor. Çok vefakârane hizmet ediyor. Allah kendisinden râzı olsun. Ömer Öztürk’ün bize çok muhabbeti vardır. Onun bize çok hizmeti vardır. Hizmet için fırsat kollar, buyurmuşlardır.
Hacı Anne birgün Efendi hazretlerine:
– Yahu Efendi! Devamlı her yerde Ömer, Ömer, Ömer diyorsun, ne oluyor? diye sorunca, Hz. Sâmi (k.s.):
– Onun bize çok muhabbeti var, buyurmuşlardır. (Allah, o muhabbet üzere haşretsin.)
Aslında burada Hz. Sâmi (k.s.), “Bizim ona çok muhabbetimiz var” demiş oluyor. Zira muhabbet büyükten küçüğe geçer. Nitekim Cenâb-ı Hak Ayet-i kerimede:
“Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.” buyurmuştur.
Alaaddin Attar (k.s.) ve Muhammed Parisa (k.s.), birgün Bahauddin Şah-ı Nakşibend hazretlerine sorarlar:
– Efendim biz mi sizi sevdik, siz mi bizi sevdiniz?
Bunun üzerine Hazret bir tasarrufta bulunur. İkisi de bir bakarlar ki kalplerinde hiçbir şey kalmamış.
– Aman efendim! Tövbe estağfirullah; biz tövbe istiğfar ettik. Böylece muhabbetin de sizden geldiğini anladık, derler.
O hâlde,“Ömer’in bize çok muhabbeti var” demenin mânâsı:
“Bizim ona çok muhabbetimiz var ki oda bundan ötürü bizi sevebiliyor” demektir ki Hz. Sâmi (k.s.) bunu onlarca kez söylemiştir. Dahası, Hazret birkaç defa:
– “Sizin sevdiklerinizi ben de seviyorum.” buyurmuşlardır. Allah onun söylediği tebşirata hepimizi nail eylesin. (Âmin)
Hz. Sâmi’nin (k.s.) Kendi Yerlerine Muhterem Ömer Öztürk’ü Oturtmaları
Şaban-ı Şerifin başlarında Mahmud Gezer ile (Allah rahmet eylesin Mekke’de vefat etti, Cennetü’l-Ma‘lâ’ya defnedildi) devlethanenin bahçesinde otururken Efendi hazretlerinin hadimesi kapının arkasından Ömer Bey’i çağırır ve:
– Ömer ağabey babam mahrem bir hususu size arz etmemi emretti. Bunu Ömer Öztürk’e anlat. Kendisinde kalsın. İcabını yerine getirsin. Fakat kimseye de bir şey söylemesin, der ve Efendi hazretlerinin:
– Ben Berat gecesini Ömer Öztürk ile değerlendirmek istiyorum. Kendisi bir imam bulsun. Ayrıca iki kişiyi de çağırsın. İsterse birisi kendi babası Mehmed Öztürk olabilir. Bir de başka ihvan, benimle birlikte hepimiz beş kişi olacağız. Akşam namazını burada evde kılacağız. İftarı beraber eder, akşam ve yatsı namazını beraber kılar, geceyi de beraber ihya ederiz inşallah.’ dediğini ilave eder.
Ömer Öztürk, babası ve Sâmi Efendi hazretlerinin son yıllarında namazlarını kıldıran Mahmud Hoca’ya haber verir.
Ömer Kirazoğlu ise ev halkından bu hadiseyi duymuş. Ardından Ömer Kirazoğlu, Ömer Öztürk’ün ağabeyleri İsmail ve Cevat Öztürk’ü çağırtır. Sâmi Efendi hazretleri, Mahmud Hoca, Mehmed Öztürk, Ömer Kirazoğlu, İsmail Öztürk, Cevat Öztürk ve Ömer Öztürk, akşam namazından evvel devlethanede toplanırlar. İftar, namaz ve yemekten sonra Sâmi Efendi hazretleri her zaman oturdukları demiryolu yönüne bakan koltuğa oturup biraz sonra karşı koltuğa geçerler ve Ömer Öztürk’ü çağırıp:
– Sen gel, buraya otur, burası senin yerindir. Ben de karşında oturacağım, diyerek kendi koltuklarına Ömer Öztürk’ü oturturlar.
Muhteşem bir sohbetten sonra yatsı namazı kılınır, tekrar aynı yerlerde oturularak sohbet, dua ve murakabe edilir. Akabinde izin alınarak evlere hareket edilir.
Göz Muayenesine Gidilmesi
Sâmi Efendi hazretlerinin ve Hacı Anne’nin göz hekimine gitmesi için hekimden randevu alınmıştır. Hazret’in hekime götürülme işini Ömer Öztürk’e emretmesine rağmen Ömer Kirazoğlu, götürme işini Cevat Öztürk’e söyler. Ayrıca durumu Ömer Öztürk’e de bildirir. Bunun üzerine Ömer Öztürk de, muayenehanenin önü kalabalık olur, Efendi hazretlerini getiren araba gelir muayenehanenin önünde park yeri bulamaz, Efendi hazretlerini uzakta bir yerde indirir, Hazret de yürüyemez diye saat 9.00’da Harbiye’deki muayenehanenin bulunduğu yere gider. O zamanlar oralarda park yeri bulunmuyordu. Önce arabayı geride durdururlar, ileriden araba çıktıkça yavaş yavaş ilerleyerek saat 11.30’da hekimin kapısının önüne gelmiş olurlar.
Bu arada Cevat Öztürk, Efendi hazretlerini götürme işini unutur. Hekime saat 13.00’te gelineceği hâlde ancak 14.30’da gelinebilir. Bu esnada meğer Hazret bir buçuk saat ayakta beklemiş…Efendi hazretleri:
– Bu nasıl ihvanlık, bu nasıl muamele? buyurmuşlar.
Efendi hazretleri muayenehanenin önüne gelince arabadan inip Ömer Öztürk’ü önlerinden yürütürler. Hekimin muayenehanesine gidilir. Ömer Öztürk, dönüşte de her hangi bir sıkıntı olmasın diye Hazret’i götüren arabayı arkadan takip eder. Devlethaneye gelince Efendi hazretleri âdetleri tersine celâlli olarak ayrılırlar. O şekilde evlerine çıkarlar. Hâlbuki her seferinde ‘Allah râzı olsun, teşekkür ederim’ derler, selâm verirler ve öyle giderlerdi. Bu durum üzerine Muhterem Ömer Öztürk, ‘Acaba hatalı bir iş yaptık da ona mı üzüldüler’ diye müteessir olurlar.
“İhvanımız İçerisinde Ömer Öztürk’ü Bulunduran Allah Azîmü’ş-şan’a Hamd Ederim”
Sâmi Efendi hazretleri eve girince Ömer Kirazoğlu’na pirândan Ali Râmitenî hazretlerinin şu kıssasını anlatırlar:
Ali Râmitenî hazretleri gusül abdesti almak için banyoya girmiş. O sırada su bitmiş. İhvandan birisinin aklına gelmiş:
‘Acaba hazretin tekrar suya ihtiyacı olur mu?’ diye. Bir kova suyu biraz seslice kapının önüne bırakmış. Hazret de kapıyı açmış, suyu almış ve gusül abdestini tamamlamış. Ali Râmitenî hazretleri tekkede ihvanın toplandığı yerde:
– ‘Suyu kim getirdi?’ diye sormuş. Getiren zât da:
‘Acaba yanlış bir iş mi yaptım? Sormadan ne diye Hazret’e su götürdüm. Sen kimsin, Hazret’e su götürmek kim?’ diyerek kendisini suçlamış. Ali Râmitenî hazretleri ikinci defa sorunca yine sesini çıkarmamış. Bunun üzerine Hazret:
– ‘Evladım büyük bir tebşirat var, kalk kimsen söyle!’ deyince suyu getiren zât ayağa kalkmış:
– Ben yaptım, demiş. Hazret de:
– Allah Azîmü’ş-şan şimdiye kadar bana ihsan ettiklerinin hepsini şu bir kova su karşılığında sana hediye etti. Tevdi ettik, buyurmuşlar.
Allah şefaatlerine nail eylesin. Hz. Sâmi (k.s.) Efendimiz bu kıssayı anlatmış ve:
– Elhamdülillah bizim ihvanımızdan da biz söylemeden bizi düşünen var. İhvanımız içerisinde Ömer Öztürk’ü bulunduran Allah Azîmü’ş-şan’a hamd ederim, diye dua buyurmuşlar.
“Ömer Öztürk Size Ravza’da Dua Etsin, Allah (c.c.) Onun Duasını Reddetmez”
Muhterem Ömer Öztürk’ün Sâmi Efendi hazretlerinin ikamet işlerini takip etmek üzere Medine’de bulundukları esnada hazretin torunu Mahmûd Kirazoğlu kendi ikamet işi için Efendi hazretlerinden dua talep eder. Bunun üzerine Efendi hazretleri; Mahmûd Kirazoğlu’na ve ev halkına şu kıssayı anlatır:
Ehlullahtan bir zât varmış. Ondan yağmur için dua talep etmişler. O da bir teneke yağ alıp çarşıya çıkmış. Başlamış bağırmaya:
‘Yağ ha yağ, yağ ha yağ!’ Birden öyle bir yağmur başlamış ki insanlar evlerine zor kaçmışlar. Yağmur uzun zaman ve şiddetli olarak yağmağa devam edince insanlar bundan zarar görmüşler. Aynı zâta müracaat ederek:
‘Aman efendim dua edin de şu yağmur kesilsin!’ diye ricâ etmişler. O zât da eline bir çuval ceviz alıp önüne gelene bir avuç vererek başlamış bağırmaya:
‘Yağma ha yağma, yağma ha yağma!’
Sonra birden yağmur kesilmiş. Daha sonra:
‘Sen de Ömer Öztürk ağabeyine selâmımı söyle. Senin ikametin için Ravza’da dua etsin. Cenâb-ı Hak onun duasını reddetmez. Duası makbul kişilerdendir O.’ der.
Hz. Sâmi’nin (k.s.) Muhterem Ömer Öztürk hakkında söylediklerini en iyi bilenlerden ve Hazret’in dâmadı olan Ömer Kirazoğlu ezcümle şöyle demiştir:
‘Babamın evde senin hakkında konuştuklarını not edecek olsak bir kaç cilt kitap yazmak gerekirdi.’
Bütün İhvâna Kılavuz
Muhterem Ömer Öztürk, Musa Topbaş ile beraber Sâmi Efendi hazretlerinin irtihallerinden kısa bir süre önce ziyarete giderler. Misafir odasına alınırlar. Sâmi Efendi hazretleri Ömer Kirazoğlu’nu çağırır. Ömer Kirazoğlu da gelenleri arz eder. ‘Buyursun’ diye izin çıkınca, Ömer Kirazoğlu tekrar, “Efendim Ömer Öztürk de yanında” der. Hz. Mahmud Sami (k.s.): “O da buyursun. Ömer Öztürk ihvana kılavuzdur. Musa Bey’e de kılavuz olsun” buyurur.
Ziyaretlerine gidip huzura kabul olunduklarında Ömer Kirazoğlu, “Musa Bey geldi” diye takdim eder. Sonra sıra Ömer Öztürk’e geldiğinde Ömer Kirazoğlu, “Kılavuz geldi, Ömer Öztürk geldi, Musa Bey’e ve ihvana kılavuz olsun buyurmuştunuz (yol gösterici olarak tayin etmiştiniz), işte kılavuz geldi.” der. O esnada Hazret’in ellerini öpmekte olan Muhterem Ömer Öztürk’e Hazret;
-“Elhamdülillah, elhamdülillah, elhamdülillah” buyururlar. Mübarek ellerini öptükten sonra, Hazret mübarek ellerini Muhterem Ömer Öztürk’ün kalbine uzatıp:
– “Selâmün aleyküm tıbtüm fedhulûhâ halidîn.” (Allah’ın selâmı sizin üzerinize olsun, ne güzel kulluk yaptınız şimdi ebediyyen cennetime giriniz) buyururlar. Bu da kendilerinin 20 Ocak 1984 tarihli dünya kelamı olarak son konuşmalarıdır.
Muhterem Ömer Öztürk, Hz. Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu’nun (k.s.) -tabiri caiz ise- kucağında doğmuş, onun terbiyesinde büyümüş, hayatını Hz. Sâmi’ye (k.s.) hizmete adayarak ortaokul çağlarındayken şöförlüğünü yapmağa başlamışlar, otuz yıla yakın bir zaman husûsi hizmetini görmüşlerdir. Öyle ki Medine-i Münevvere’ye hicretten sonra Hz. Sâmi (k.s.), “Ömer Öztürk’ten başkasının arabasına binmeyeceğim” buyurmuştur.
Allah Resûlü (s.a.v.)’in yolunda her hususta en büyük öncü olan Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.)’in yolundan gitmeye çalışan Muhterem Ömer Öztürk, 1979 yılında Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in Fahr-i Kâinât (s.a.v.) Efendimiz’e Medîne’ye hicretlerinde yol arkadaşı olduğu gibi Sâhibü’z-zamân Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.) hazretlerine yol arkadaşı olarak Medîne’ye hicret etmişlerdir.
Hz. Mahmûd Sâmî Ramâzanoğlu (k.s.), dünya hayâtlarının sonlarına doğru yakın dostlarının ve bazı ihvânın da içinde bulunduğu devlethânelerindeki bir sohbetlerinde; “Ömer Öztürk kılavuzdur.” buyurarak Muhterem Ömer Öztürk’ün ma’nevî derecesini îlân etmişlerdir.
Hak Yolda Kılavuz Ne Demektir?
Tarikatın her hangi bir yolunda yürümek, gözle görülen yolda yürümeye benzemez. Bu yol manevî ve gözle görülmeyen yoldur. Bu yolda yürümek isteyenler köre benzerler; bütün hayatları boyunca ana caddeyi arayıp da bir türlü bulamayan kör gibidirler. Kılavuza gelince; o, gün ışığında yürür gibi bu yolda uzun boylu yürüyen ve bu yolun tehlikeli, arızalı yönlerini gören ve bilen, inceleme ve denemeleriyle bu yolun her yönünü öğrenen bir kimsedir. Tıpkı hacdaki rehberlere benzer, yürüdüğü yolun neresi kapalıdır, neresi geçit verir, bilir. Karanlık bir gecede dahi yanındakileri varacakları yere kadar götürür. İşte böyle bir kılavuzu izleyenler, bu yolda emellerine sağ ve salim varmış olurlar. Bu yolda yalnız başına kılavuzsuz yürümek isteyenleri binbir tehlike bekler; belki de bir çukura düşerek hayatlarını kaybetmiş olurlar.
Hz. Sâmi (k.s.) yine husûsî bir sohbetlerinde, “Ömer Öztürk ma’nen vazîfelidir. Bizim görev yerimiz Medîne; onunki ise Mekke’dir.” buyurmuşlardır.
Ömürlerinin son demlerinde ise vasiyetlerinin tamâmını Muhterem Ömer Öztürk’e yapmışlar, techiz, tekfin ve defin işlerinin de ne şekilde yapılacağını kendilerine bizzât söylemişlerdir ki tasavvuf yolunda bunun mânası açıktır.
Muhterem Ömer Öztürk hâlen onun yolunu insanlara anlatan manevi evladı, vazîfelisi ve vekilidir.
Muhterem Ömer Öztürk, kendilerini, Cenâb-ı Hakk’ın ‘İçinizde iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir cemaat bulunsun’ emr-i celilesi mucibince büyük küçük demeden her türlü irşad faaliyetlerine adamıştır. Kendileri hâlen Medine-i Münevvere’de ‘Bâb-ı Sıddık’ın Hadimi’ olarak ümmet-i Muhammed’e (s.a.v.) yol göstermeğe ve senede iki kez de Türkiye’ye gelerek hizmetlerine devam etmektedirler. Allah (c.c.) zât-ı âlilerini uzun ömürle muammer etsin. Allahü Te‘âlâ iki cihan serveri Resûlullâh (s.a.v.)’in nurlu yolunda gidenlere cümlemizi dâhil eylesin. Sevdiklerinden bizleri ayırmasın. Şefaatlerine nail eylesin. (Âmin)
ZÂHİRÎ VE BÂTINÎ FEYZ KAYNAKLARI
Hz. Sâmi’den (k.s.) Başka İstifâde Ettiği Âlimler
Kendisine sorulan soru üzerine Muhterem Ömer Öztürk istifade ettikleri âlimleri şöyle anlatmıştır:
“Burada iddia olmamak üzere bir düstur zikredeceğim. Nebi (s.a.v.):
‘Kim bildiklerinin mucibince amel ederse, Allah ona bilmediklerini öğretir’ buyuruyor. Yani burada en mühim düstur; hepimizin yapacağı, bildiklerimizin mucibince hakkıyla amel edersek Allah bilmediğimizi öğretiyor. Burada esas mesele bu. Biz bunda ne kadar muvaffak olduk veya oluyoruz, onu sadece Allah Azîmü’ş-şan bilir. O hususta bir şey demek bana da yakışmaz. İstifade ettiğim kişilerden aklıma gelenler şunlardır:
Birincisi Hasan Efendi amca, Hacı Hasan Akbaşgil; Adana’dan Efendi hazretlerinin hakiki halifesi; Sâmi Efendi hazretleri başka hiç kimseye el yazısı ile yazıp hilâfet vermemiştir.
Sohbetlerinden, derslerinden, ziyaretlerinden istifade ettiğimiz sair kişiler şunlardır:
Ömer Nasuhi Bilmen; 1971 yılı sonunda vefat etti, Allah rahmet eylesin. O zamana kadar her fırsatta vaazlarına, sohbetlerine, derslerine devam ederdik. Evine ziyarete giderdik. O da pederin ve Sâmi Efendi hazretlerinin evlerine gelirdi.
Seyyid Şefik Efendi; Sultan Ahmet Camii’nin imamıydı. Hakiki seyyiddir kendisi. Nebi (s.a.v.) ahfadındandır. Eyüp Sultan’da otururdu.
Bekir Haki Efendi; O da son Osmanlı âlimlerindendi.
Ali Haydar Efendi; Mahmud Efendi’nin şeyhi. Sâmi Efendi hazretleriyle ziyaretlerine gittiğimiz zaman ondan epeyce istifademiz olmuştu, elhamdülillah.
Abdullah Develioğlu Hoca; Adana Müftüsü idi, sonra İstanbul’da bulundular. Talebe Birliği’nden arkadaşları da götürürdüm. ‘Hac bir keredir’ diye sohbetlerinde, derslerinde devamlı söyleyip sonra Hacı Baba ile beraber hacca gidince fikrini değiştirerek Arafat’ta şunları söylemişti:
– Mehmed Bey, bu millete, ‘hac bir kere’ diyorduk, ben farzın bir kere olduğunu söylemek istiyordum, ama bu manevi havayı görünce fikrimi değiştirdim, isteyen istediği kadar gitsin.
Allah gani gani rahmet eylesin.
Sarıyerli Nuri Efendi hazretleri; Esad Efendi hazretlerinin halifelerinden. O da; senede üç dört defa olmak üzere ziyaretine gidip -en az üç dört saat olmak üzere-uzun uzun sohbetlerinde bulunup istifade ettiğimiz bir zât idi.
Küçük İdris Efendi; Sütlüce’de oturan âlim bir zâttı. Allah şefaatine nail eylesin. Her hafta Erenköy’e derse, sohbete, vaaza gelir ondan sonra da pederin evine götürüp orada sohbetlerini dinlerdik. Kendi evine de ziyaretine giderdik.
Muhammed Mütevelli Şaravî hazretleri; Medine’de bu zâtın sadece iki defa sohbetinde bulundum. Sâmi Efendi hazretleri ile Hasan Efendi hariç, böyle kimse görmedim, Allah gani gani rahmet eylesin. Yani senin istifade etmeye niyetin varsa, bir sohbette, iki sohbette neticeye ulaşırsın. Bu zât öyle bir zât idi. Birer saatten iki saat sohbetinde bulunduk, ama ağzını açıp konuşmağa başladığı zaman pür dikkat dinletirdi. Mükemmel ve beliğ bir hitabeti vardı.
Arap Hoca lakaplı Mustafa Efendi; Sokullu Camii’nin imam-hatibi… Elhamdülillah onunla da aşağı yukarı 5 yıl komşuluk, arkasında namaz kılma ve sohbetlerinden, derslerinden, hutbelerinden istifade etme imkânımız oldu.
Salih Cemal Esirger Hocaefendi; kendisi zülcenaheyndir, bir tarikatında postnişinidir. Fahreddin Paşa Medine’den çıkarıldığında, bu zât da Medine’den çıkarılanlardan… Aslen Türkistanlı’dır. Eskişehir’de oturur, senede en az beş altı kere İstanbul’a pederi ziyarete gelirdi. Bizim de kendisini ziyaret etmişliğimiz vardır. Allah şefaatlerine nail etsin.
Bunlardan başka beraber bulunup konuştuğumuz, istifade ettiğimiz Çolak Mehmed Efendi hazretleri, Gönenli Mehmed Efendi hazretleri ve Alasonyalı Cemal Efendi gibi kimseler de oldu. Âlimleri çok sevdiğimiz için devamlı onlarla oturup kalkmaya, sohbetlerinde bulunmaya can atardık. Allah istifade eden kullarından eylesin. (Âmin)
SALİH RÜYALARLA GELEN TEBŞİRAT
Sâf ihvandan Murat Ercan rüyasını anlatıyor:
“Rüyamda geniş bir yolda yürürken iki kişi kendi aralarında konuşuyorlardı. Bunların sözlerini duymayayım, ayıp olur diye yolun karşı tarafına geçmek istedim. Yolun yarısına geçince beni çağırdılar. Yanlarına vardım, aramızda şöyle bir konuşma geçti:
– Yolun yanındaki bu köşkü sana gezdirelim mi?
– Niye gezdireceksin bana orayı?
– Burası Ömer ağabeyin köşkü.
Köşk bana çok muazzam ve lüks geldi.
– Ömer ağabey böyle bir yerde oturmaz ki, sonra siz hangi Ömer ağabeyden bahsediyorsunuz?
– Ömer Öztürk.
– Yok yok, siz karıştırıyorsunuz. Benim Ömer ağabeyim böyle bir yerde oturmaz.
– Karıştırmıyoruz. Burası Ömer Öztürk ağabeyin köşkü, gel sana içerisini gezdirelim.
İçeri girdim, köşkün duvarlarında mozaik yerine mücevherler vardı. Köşk hem çok yüksek, hem çok büyüktü. Aklımdan, ‘Acaba buranın temizliği nasıl oluyor, bu kadar büyük köşk nasıl temizleniyor’ diye geçti. ‘Kızları ve gelinleri gelip yardım eder herhâlde’ diye düşündüm.
İçimden geçirdiğim şeylere cevap veriyorlar, yanlış söylüyorsam yanlışımı düzeltiyorlardı. ‘Burası cennet, burada kirlenme olmaz’ dediler. ‘Ömer ağabeyin eşi, kızları ve gelinleri burada yok’ demediler; sadece ‘Burada kirlenme olmaz’ dediler. Biraz daha yürüdük içeriye doğru tavan çok yüksekti ve çok fazla penceresi vardı. Köşkün camlarını saymak istedim. Hz. Ebû Bekir (r.a.) aklıma geldi. Bilindiği gibi Hz. Ebû Bekir (r.a.) köşkünden yetmiş ayrı vechile Cenâb-ı Hakk’ı müşahede edecek. Ömer ağabey de ömrünü Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in yoluna adamış bir insandır. Acaba bu köşkte de yetmiş pencere var mı diye düşündüm ve saymağa başladım. Sonra beni dışarı çıkardılar. Köşkün etrafında hiç ev yoktu.
– Burası cennet diyorsunuz ama çevresinde hiç ev yok, cennette biz yok muyuz? Bizim evlerimiz yok mu?
– Var, sizin de evleriniz var.
– Arkadaşlarımızın evleri yok mu?
– Onların da evleri var, ama uzaklarda.
– Peki biz nasıl gelip gideceğiz Ömer ağabeyin evine? Dünyadayken gelip giderdik, ziyaret ederdik.
– Burada da gider gelirsiniz.
Bu rüyayı Ömer ağabeyin yaptırdığı caminin açılmasına çok az zaman kala gördüm. Acaba şu hadîs-i şerîf ile te’vil edilebilir mi diye düşünmeden edemedim:
“Kim bir mescid (cami) yaparsa, Allah onun için o mescidin bir mislini cennette yapıp hazırlar.”
Veli Aras anlatıyor:
1989 Şubat’ında bir rüya gördüm. Vehbi Ecevit kardeşimiz: “Ağabey, sana Ömer ağabeyden telefon var; seni istiyor, dedi ve ahizeyi uzattı. Ahizeyi kulağıma götürdüm. Muhterem mürebbimiz, “Hakk! Hakk! Hakk!” diye zikrediyorlardı. Kitâblardan, ulaşabildiklerimden, Esmâü’l-Hüsnâ’dan “Hakk” ismiyle kimler zikrederler; bu zâtlar, ehlullâhın hangi tabakasındandır diye okumağa öğrenmeye çalıştım. Şu bilgiye rastladım:
“Fiillerini ve sıfatlarını, Vücûd-u Hakîkî’nin sıfatları, fiilleri ve tecellilerinin azameti karşısında yok edenlerdir.”
Başka bir rüyayı da 16 Nisan 1995 Pazar günü işraktan sonra gördüm. Muhterem büyüğümüz bir geminin kaptanı ve dümendeler. Gemide kimse yok. Kaptan köşküne giriyorum. Başımın sağ tarafını mübarek omuzlarına koyuyorum. Buyuruyorlar ki; “Bu gemiyi bana Şâh-ı Nakşibend hazretleri verdi.”
Mânidar Bir Rüya
Yine Murat Ercan anlatıyor:
“Birgün rüyamda Ömer ağabeyi gördüm. Yanında bir zât duruyor, ama kim olduğunu bilmiyorum. O zât sordu:
– Beni tanıyor musun?
– Hayır, tanımıyorum, dedim.
– Ben Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, dedi.
Ben de ‘Peki efendim’ dedim. Yaşarken görmemiştim hiç. Daha sonra.
– Bunu tanıyor musun, benim Ömer evladım, dedi.
Ömer ağabeyi işaret ederek:
– Tanıyorum; bu benim Ömer ağabeyim, dedim.
Ömer ağabeyin elini öpmeye yöneldim. Ömer ağabey, Sâmi Efendimiz’in elini öpün diye işaret etti. Sâmi Efendimiz’in elini öpmek istedim, müsaade etmedi. Daha sonra geldim, Ömer ağabeyin elini öptüm.
Sâmi Efendimiz’i dünyada göremedim ama rüyada görmek nasip oldu.”
İSTANBUL BAŞVÂİZİ
MUSTAFA AKGÜL’ÜN KALEMİNDEN MUHTEREM ÖMER ÖZTÜRK
Muhterem Ömer Öztürk, Bir Neslin Ömer Ağabeyi
Türkiyemizin çok yönlü tarihî faaliyetleri olagelmiştir. Düşünce tarihi, sanat tarihi, siyasi tarih bunlardan bir kaçıdır.
Bir de eğitim tarihi, bir de üniversite gençliği tarihi, bir de îmân ve İslâm adına aksiyon tarihi vardır. İmam-Hatip okulları, eğitim tarihinde çok mühim bir yer tuttukları gibi, ‘üniversite, gençlik, îmân ve İslâm’ adına, aksiyonerlik adına, Millî Türk Talebe Birliği’nin yeri pek müstesnadır. Bu Birlik,Türkiye’nin yakın tarihinde çok mühim hizmetlere, faaliyetlere imzasını atmış, oldukça önemli fonksiyonları icra etmiştir.
Millî Türk Talebe Birliği’nin en mühim meyvelerinden biri de, bu teşkilatta görev yapan zevatın Türkiye’de mühim yerlerde görev almaları olmuş, gittikleri yerlerde MTTB’de aldıklarını yansıtmışlar, hizmetlerine ömür boyu devam etmişlerdir.
Muhterem Ömer Öztürk’e gelince o sadece Millî Türk Talebe Birliği başkanlığı yapmakla kalmayıp müttefakun-aleyh bir tasavvuf çeşmesinden beslendiği, Mahmud Sâmi Efendi hazretlerinden feyz aldığı için, hizmeti de zülcenaheyn olmuş, hem Türk fikir hayatına, hem eğitim hayatına, hem de tasavvuf ekolüne uzun seneler hizmet vermiş, vermeğe devam etmekte, yaşadığı sürece de vereceğini ispat etmiş bulunmaktadır.
İlim, irfan, ihlas ve sebat onu en iyi ifade eden kelimelerdir. 40 yıl önce ne söylüyorsa bugün de aynısını söyleyebilmek; nefsin, şeytanın ve çevrenin aksi tesirlerinden uzak kalabilmek ancak manevi bir kontrolde bulunan maneviyat ehli kişilerin yapabileceği bir iştir. Günümüzde; Hz. Peygamber (s.a.v.)’in; “İslâm garip başladı, başladığı gibi (bir hâle) dönecektir. Ne mutlu gariplere!” ölçüsünün sırrına inşallah mâ-sadak olan bir kimsedir Ömer Öztürk.
İlimdeki ve dindeki derin vukufiyeti, salâbeti, ashabın ahlakıyla ahlaklanıp yaşayarak tebliğde bulunmasıyla Ömer Öztürk bir ekol olmayı başarmış bir şahsiyettir.
Fatih Gençlik Vakfı, onun hem evladı, hem delikanlısı, hem mirasçısıdır. Vakıf bünyesinde gerek hizmet veren, gerek hizmet alan gençler ise onun moral kaynağı ve hiç yan etkisi olamayan antibiyotiğidir. Kendisini bu vakıf faaliyetleri münasebetiyle tanıdım, çeyrek asırdır aynı antibiyotiğin küçük dozajını kullanmanın zevk-i ruhanisini yaşadım.
Üstad Necip Fazıl’ın;
‘Başını bir gayeye satmış kahraman gibi,
Etinle kemiğinle bu dâvânın malısın’
sözü, Ömer Öztürk Bey’i belki en iyi anlatan beyittir.
Ömer Öztürk Bey’i farklı kılan bir başka yön de inandığı dünyaya göçünü gerçekleştirmiş olması, Medine-i Münevvere’ye yerleşmiş olmasıdır. Bu husus sözle, lafla gerçekleştirilecek bir iş değildir. Bu iş Halep’te 30 arşın atlayacağını iddia edip 3 arşın bile atlayamayanlara karşılık 50 arşın birden atlama işidir.
Kendisi siyasete karışmadığı hâlde siyaset dünyasındaki itibarı onu ‘siyaset üstü’ kılmış, siyasetin içine girenlerdeki ‘solma, pörsüme, eskime’den de onu kurtarmıştır.
Ömür boyu hizmet, sıhhat, afiyet dileklerim ve hürmetlerimle…
HAKKINDA YAZILAN ŞİİRLER
Harem ehlinden 16 yaşında bir gencin Muhterem Ömer Öztürk İstanbul’a gittiğinde yazdığı şiir:
Ey Efendimiz (Muhterem Ömer hazretleri) sen gittin sanki burası gündüzken aniden gece oldu,
Ümmet-i Muhammed’in (s.a.v.) gençleri mürebbilerine hasret kaldı,
Bu hasrete derman bulunamazdı,
Ve saat 17:30; kapıdakilerin gözleri yollarda kaldı, seni bekliyorlardı,
Bab-ı Sıddık’taki fakirler seni bekliyordu, sanki aniden çıkıp gelecekmişsin gibi,
Ravza ehli sana hasret kaldı, titriyorduk senin mübarek zâtını hatırlayınca,
Belki hep titriyorduk, çünkü zât-ı âlinin aklımızdan çıkması imkânsızdı,
Ve mübarek yüzün gözlerimizin önüne gelince yanıp eriyip kül oluyorduk,
Ve akşam namazından sonra Ravza’da sanki senin zât-ı âlini görüyorduk ve gül kokun burnumuza geliyordu,
Ve Kur’ân okurken senin sırtımızı sıvazladığını hissediyorduk. O an hatıra gelince gözyaşlarımıza hâkim olmamız imkânsızdı,
Yatsı namazından sonra ziyarete giderken seninle olan anlarımız hatırımıza geldi,
Ve huzurda yalvardık Rabbimize (Ya Rabbi onu sağ salim Medine’ye döndür, bizleri ondan mahrum etme, bizleri ona layık kıl, dünyada da ahirette de ayırma bizleri, âmin
Sesler yankılanıyordu Medine’den bizleri bırakma ya Şeyh Ömer,
Sen yokken bizim hâlimiz güneşe hasret kalmış bir bitki, susuz kalmış bir gül gibi ya Muhterem Mürebbimiz,
Yetiş ya Şeyh Ömer.
Yemeğin kıymetini aç kalan bilir
Suyun kıymetini susuz kalan bilir
Hergün binlerce kez nefes alsak da
O nefesin kıymetini nefessiz kalan bilir.
Efendim kıymetinizi bilemeyenlere şaşarım
Bir kimse âmâ da olsa sağır da olsa
Ve dokunsa bir ipeğe bir de kumaşa
Aradaki farkı anlar sadece dokunmakla
Efendim biz güneşi gördüğümüz gibi
Sizi gördüğümüz hâlde
Sizin de muhteşem zâtınızı hakkıyla idrak edemedik…
Affınıza sığınıyoruz
Hâlbuki gören göz için her şey yeterince açık efendim
Dünyada arkanızdan gelen Huzur-ı Nebî’de,
Bâbu’s-Sıddîk’ta oturma şerefine nail oluyor
Sadece bu bile sizin mübarek zâtınızın kıymetini ortaya koyarken
Biz sizi hakkıyla bilemedik ey efendim
Lütfen affedin bizleri
Efendim dünyada Habîbullah’ın huzuruna getirdiniz
Yalvarırız ahirette de bırakmayın bizleri
Başka bir şiir de bir ilim erbâbından. Bursa Başvaizi Ahmed Arda Hocaefendi’den:
Salih İnsan Ömer Öztürk
Ölümü hatırlatır,
Mevlayla tanıştırır
En kısa yoldan seni
Rabbine Kavuşturur
Ömer-i Faruk gibi
Zannedersin kendini
Tek gayesi tevhiddir
Üstün görür her şeyden
Rabbinin dediğini
Kalkandır onun için Hz. Muhammed’in (s.a.v.) sözleri…
(Ahmed ARDA, Bursa Başvâizi)
Başka bir şiir:
Muhterem Ömer Öztürk’e…
Ey efendim,
İştiyâkı sanadır ol kâinat sultânının,
Kıymeti paha biçilmezdir senin her ânının.
Sen ki ayrı düştün babandan ve kardeşlerinden,
Yalnızca koştun Rabbinin rızâsının peşinden.
Hakk’ın rızâsı için, dünya malını terk ettin,
Nefsini ol tevâzun ile hor ve hâkir ettin.
Şöhrete ve mâsivâya asla rağbet etmedin,
“Ya Rabbim! Şu kalbim yalnız sana aittir.” dedin.
Muhabbetullah ile mağmum ve mahzûn biçimde,
Durursun mescidler sultanı Mescid’in içinde.
Verirsin kalbini Cenâb-ı Rabbü’l-Âlemîn’e,
Bağlarsın rûhunu seni iyi bilen Emîn’e.
Müjde sana Sultan’ım, Kâinat Efendisi’nden,
Bir hastalığın efdaldir bir yıl ibadetinden.
Daha efdaldir, senin tek bir tesbihin içinden,
Tüm dağlar kadar altın bağışlayanın ecrinden.
Sadece bakmakta bile, ecir var Beytullah’ta,
Sana bakmaksa daha sevimlidir İndallah’ta.
Senin sevindirdiğin, Hak sevindirmiş gibidir.
Seni it‘am eden, Hakk’ı it‘am etmiş gibidir.
Hantal günahkârlar oturunca senin yanına,
Hakk’ın rahmet nazarı iner hepsinin alnına.
Hiçbiri kalkmazlar günahları affolmadıkça,
Kimseler bulamaz bu rahmeti, sen olmadıkça.
Senin içindir Nebî’nin ol inci gözyaşları,
Nebî sana müştaktır, sanadır iştiyâkları.
Senin içindir duâsı, Âlemlerin Rabbi’ne:
“Rabb’im koru onları, yardım et kendilerine.
Gözyaşım onlara kavuşma iştiyâkımdandır.
Kıyâmette benim gözümü onlarla nûrlandır.”
Evliyâya müjdeyi ekledi duânın hatmine,
Dedi: Lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûne”
Ahmed KULOĞLU
Şair Câhid Ercan’dan:
Aldım selâmını muhterem kardeş
Şükrânımı arza diller perişan
Hâzan Erenköy’de kahır ile eş
Dostun bahçesinde güller perişan
Bir gizli derdim var durmayıp taşan
Her gün fazlalaşan, dağları aşan
Gözümün yaşıyla çağlayıp coşan
Deryalar, ummanlar seller perişan
Sildiler defterden başım dik diye
İsmimiz yazıldı, “ baron, dük” diye
Anılmaz adımız dile yük diye
Rabbime açtığım eller perişan
Seslerim gelen yok elbet çağrıma
Bakan yok lâlime şu kalb ağrıma
Firkatin nârıyla yanan bağrıma
Ateşini veren göller perişan
Çekecek tâkat yok ömrüm yaşımı
Siler bir gün ecel gönlüm pasını
Resûl-i Zîşânın râyihâsını
Âleme dağıtan yeller perişan.
Herkes gitti, yazık dosttan eser yok
Uzlet köşesinde derdime yer yok
Kadir kıymet bilen âlemde er yok
Bu halle şehirler, iller perişan
Sine-î efgânın dinmeyen âhı
Bilmedim bu gönlün nedir günâhı
Rabbim kader etmiş bahtı siyâhı
Ufkuma gerilen tüller perişan
Selâmın başüzre kardeşim Ömer
El kalem tutmuyor, dilde yok hüner
Gözümden ırmaklar durmayıp iner
Yaşımın medfeni göller perişan.
28 Ocak 1981 / Erenköy
NELER ÖĞRENDİLER
Üniversite Öğrencilerinden Mektup
Esselamu Aleyküm Muhterem Efendimiz,
“İnsanlara teşekkür etmeyen kimse, Allah’a şükretmiş olmaz.” hâdis-i şerîfi mucibince, sizi tanıdığımızdan bu yana üzerimizdeki değerli emekleriniz için üniversiteli arkadaşlar adına şükranlarımızı âcizane ifade etmek istedik. Sürç-ü lisan ettiysek affola.
• Bizi Müslümanlar olarak yaratan, Habib’ine (s.a.v) ümmet olma lütfunu bahşeden, bu ümmet içerisindeki ehl-i sünnet cemaatine ve İmam-ı Azam’a tabi olmayı nasip eden Cenab-ı Hakk’a daima hamd ve şükr içinde olmamız gerektiğini,
• O (c.c.)’nun rızasını her şeyin üstünde tutmamız gerektiğini,
• Bu rızaya ulaşmak için de O Nebi-yi Muhterem (s.a.v.)’e tabi olmamız gerektiğini, her hususta sünnetine riayet edip dişimizle, tırnağımızla sımsıkı yapışmamızı, emrettiklerine uyup nehyettiklerinden kaçınmamızı, sevdiklerini sevip sevmediklerine buğzetmemizi, dostlarına dost düşmanlarına düşman olmamızı,
• Her işte ölçünün Resulullah Efendimiz (s.a.v.) olduğunu,
• Ashab-ı Kiram (r.a.e.) efendilerimizin her birinin erişilmez faziletlerini zihinlerimiz kavramakta zorlansa da en azından hayal edip, bizler için en büyük örnekler olduklarını ve hepsinin yanında komutan karşısındaki er gibi olmamız gerektiğini,
• “Kişi sevdiğiyle beraberdir” hadîs-i şerîfi mucibince ehl-i beyti, ezvac-ı tahiratı, ashab-ı kiramı, mezhep imamlarını, İmam-ı Azam Efendimizi ve evliyaullahı çok sevip onlarla beraber olmayı arzu ederek, onlara karşı hiçbir zaman haddimizi aşmamamız gerektiğini,
• Efendimiz (s.a.v.) ve Hz. Ebu Bekir (r.a.) başta olmak üzere sahabe-i güzin efendilerimiz için hüzünlenip ağlayabilmeyi, onlara yapılan hiçbir saygısızlığı kabul etmeyip Efendimiz (s.a.v.)’in buyurduğu üzere; yapabiliyorsak elimizle, yapamıyorsak dilimizle müdahale etmeyi, onu da yapamıyorsak en alt mertebe olan, kalbimizle buğzedip oradan uzaklaşmamız gerektiğini, özellikle Hz. Ebu Bekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.), Hz. Osman (r.a.), Hz. Ayşe (r.anha)’ya dil uzatıp iftira atanlara karşı uyanık olmamız gerektiğini, Hz. Ali (r.a.) efendimizle Hz. Muaviye (r.a.) arasındaki ihtilafın ictihad farkı olduğunu ve bu hususta yorum yapma hakkımızın olmadığını,
• Tarikatın nâ ehil kimseler tarafından asıl amacından saptırıldığını, halbuki tarikatı, İmam Gazali Hazretleri’nin buyurduğu gibi “Şeriat billur bir vazo, vazonun içindeki bal İslam’ın hakikati ve bu balı yemenin yolu da tarikattir” şeklinde anlamamız gerektiğini,
• “Bir mezhebe tabi olmaya gerek yok, herkes içtihad yapabilir” diyenlere karşı; mezheblerin İslam’dan ayrı birer müessese olmadığını, dört hak mezhep imamının ilminin silsile olarak Efendimiz (s.a.v.) dayandığını, mezhebler arasındaki farklılıkların hadîs-i şerîfte “Ümmetimin ihtilafında rahmet vardır” olarak buyrulan rahmet olduğunu ve ancak bu zatlardan birinin yolundan giderek Hak yolda olabileceğimizi,
• Efendimiz (s.a.v.)’e îmân etmeden de cennete gidilebileceğini iddia edenlerin ömür boyu La ilahe illallah deseler de Muhammed-en Resulullah demeden cennete giremeyeceğini,
• Efendimiz (s.a.v.)’in, Cenab-ı Hakk’ın zâtı hakkında düşünmemizi yasakladığı halde bazı kimselerin Allah (c.c.)’nun zâtı hakkında yorum yapacak kadar ileri gittiklerini,
• Dünyada İslam adına çalıştıklarını savunan terör örgütlerinin aslında beyne’l minel güç teşkilatları tarafından kurulmuş olduğunu ve İslam’la hiçbir alakaları olmadığını,
• Ehl-i sünneti içten yıkmaya, bizi İslam’ın özünden uzaklaştırmaya çalışan tüm bu tahrif hareketlerine karşı çok dikkatli ve uyanık olmamız gerektiğini,
• Fıkıh kitaplarından başlayıp, çokça okuyarak dinimizi öğrenmemiz gerektiğini; tarihimizi doğru anlatan kitaplardan da tarih okuyarak iyi bir tarih şuuruna sahip olmamız gerektiğini,
• Kur’an Kerim’in mealini hüküm çıkarmak için değil, namazda okuduğumuz sureleri düşünmek için okuyabileceğimizi ve ehl-i sünnet âlimlerinin tefsirlerinden istifade etmemiz gerektiğini,
• İslam’ın aksiyon değil, amel dîni olduğunu, kitle psikolojisiyle yapılan bazı eylemlerin bizleri deşarj ettiğini ve Müslümanlar olarak bizim şarj olmaya ihtiyacımız olduğunu,
• Mehdi-Âli Resul hazretlerinin geleceği gün için çok çalışıp onun ordusunda olmak için dua etmemiz gerektiğini,
• Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s) Efendi Hazretleri’nin bize nasihat ettiği beş şey olan; az yiyip oruç tutmaya, zikrullaha devam etmeye, teheccüdde kalkmaya, salih ve sadıklarla beraber olmaya, ibadet ve duayı huzur ve huşu içerisinde yapmaya her zaman çaba göstermemiz gerektiğini,
• En gerisinde bile olsak Müslümanların içinde bulunmanın şerefinin bize yettiğini,
Ve daha nicelerini, bizlere gerek İstanbul’a teşriflerinizde, gerek Cuma sohbetlerinizde gerek anlattıklarınızı kendi hayatınızda bizzat tatbik ederek öğrettiğiniz gerek bizleri umreye götürerek, Medine’de yaşama arzumuzu güçlendirdiğiniz için zat-ı alinize sonsuz şükranlarımızı sunuyoruz. Tüm bunları sağlık sorunlarınıza rağmen gerçekleştirip İslâmi gençliğin yetişmesine büyük hassasiyet gösterdiniz. Üzerimizdeki emeğinizi ve hakkınızı asla ödeyemeyiz. Allah sizi başımızdan eksik etmesin. Size ve Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretlerine hakkıyla evlat olabilmemiz için duanızı talep ediyoruz. Cenab-ı Hakk’tan, bizleri, sizin ve Efendi Hazretleri’nin yanında, Firdevs cennetinde, aşığı olduğunuz Resulullah Efendimiz (s.a.v.)’in sofrasında, Cemalini çokça seyreden zümreden etmesini niyaz ediyoruz. Âmin.
2014 – İstanbul
MUHTEREM
ÖMER ÖZTÜRK’ÜN
MÜSLÜMAN GENÇLİĞE VASİYETİ
“Bismillâhirrahmânirrahîm
Hamd, kâinatın mutlak sahibi, yaratılışta herkese hakkını veren Allah (c.c.)’yadır. Salat ve selâm, hakkında, ‘Habibim sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım’ buyurulan, âlemlere rahmet vesilesi Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hazretlerinin üzerine olsun. Allah (c.c.)’nun rahmet ve bereketi, ehl-i beytin, güzide ashabın, onları seven, nurlu yolunda gidenlerin üzerine olsun.
Cenâb-ı Hakk’ın, ‘Habibim; de ki Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı örtsün’ diye açıkça beyan ettiği ve âlemlere rahmet olarak gönderdiği Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hazretlerine her konuda tâbi olmayı Müslüman kendisine şiar edinmelidir. ‘Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik’ ayet-i kerimesindeki sır, bizleri derin bir tefekküre sevk etmelidir.
Mü’min kişi, Resûlullâh (s.a.v.)’e bütün hâl ve hareketleriyle tam olarak uymak mecburiyetindedir. İslâmiyet, Peygamberimiz (s.a.v.) ile tebliğ edilmiş ve yine O (s.a.v.)’inle kemale ermiştir. Yani ilahi rahmetin tecellisi yine burada ortaya çıkarak, İslâmiyet’in kâinata yayılması Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in yüzü suyu hürmetine gerçekleşmiştir.
İslâm, sözlerde ve eserlerde kalıcı bir manzume değildir. Bir hayat nizamı, yaşam tarzıdır.
Nefisleri ve bütün azaları Resûlullâh (s.a.v.)’in hayatına göre aynı usulle terbiye etmeliyiz. İslâm gençliğinin metot tartışmaları ile kaybedecek vakti yoktur. Bunun için her fert, her mü’min, özellikle Müslüman gençlik, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hazretlerini, giyinişleri, oturuşları, yürüyüşleri, konuşmaları, yemek yemeleri, kısacası bütün hâl ve hareketleri ile örnek alıp kendi hâl ve hareketlerini ona uydurmağa çalışmalıdır. Mesela, boş konuşuyor ve gıybet ediyorsa terk edip ya hayır söylemeli ya susmalıdır. Sol eliyle yemek yiyorsa terk ederek sağ eliyle yemeli, israfa son verip orta hâlli olmalı, şaka da olsa yalan söylememeli ve verdiği sözü mutlaka yerine getirmeli; işlerinde acele ediyorsa terk edip akıllı ve dikkatli hareket etmelidir. Yol budur. Başka yollar çıkmazdadır. Müslümanın boşa geçirecek zamanı yoktur. Her anının hesabını vereceğinin şuurunda olmalıdır.
Ve sallallahu alâ seyyidinâ ve nebiyyinâ Muhammedin ve âlihi ve ashâbihi’t-tayyibîne’t-tâhirin. Ve’l-hamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn.”
Öğrencilere yaptıkları bir sene sonu sohbetinde de şöyle buyurmuşlardır:
“İki şey size vasiyetim olsun: Birincisi; kat’iyyen yalan söylemeyin. Sürekli doğruyu söylerseniz sırtınız yere gelmez. İkincisi; namazlarınızı her zaman vaktinde ve cemaatle kılın.”
MUHTEREM
ÖMER ÖZTÜRK’ÜN BAZI VECİZ
SÖZLERİ ve TAVSİYELERİ
– Allah (c.c.) kendi yolunda bulunan kulunu imtihan eder, ama mahrum etmez.
– Kimin istikameti daha düzgün ise o Allah’a (c.c.) daha yakındır.
– Sabırla muamele, hayırlı neticeler getirir.
– Vazifemiz Allah demektir, kullara da Allah dedirtmektir.
– Ancak, dünya muhabbeti kalbini saran kimseler faiz alıp verebilir.
– Toplumun temeli tesettüre dayanır.
– Aile reisinin en temel görevlerinden ikisi tesettüre uymağı sağlamak ve eve helal rızık getirmektir.
– Bu dünyada (nefs ve hevasına uyarak) yaşama hakkını kullanan kimse, ahiretteki yaşama hakkını kaybetmiştir.
– Müslümanın tatili iş değişikliği yapmaktır. Müslüman bu şekilde dinlenir.
– Şeriat, tarikat, zikir ve fikir, hepsinden maksat, ahlakı güzelleştirmektir.
– Ta‘zîm ile yapılan ibadet kişiyi Allah (c.c.)’nun zâtına yaklaştırır.
– Peygamberlerden sonra insanların en üstünü Hz. Ebû Bekir (r.a.)’dir. Çünkü Nebi (s.a.v.)’nin yolunda her şeyini feda etmiştir.
– Bir tek bilen vardır: O da Nebi (s.a.v.)’dir. Söylenen söz ancak onun (s.a.v.) sözüne uyuyorsa muteberdir.
– Edebe riâyet etmezsen yıktığın yaptığından fazla olur.
– Edebi zayi edersen, İslâm’ı muhafaza edemezsin.
– İslâm, tahâret-i kâmile (tam bir temizlik) dinidir.
– Para cepte olabilir, kasada olabilir; ama kalpte olması caiz değildir.
– İslâm’ın propagandaya ihtiyacı yoktur. En güzel propaganda onu sünnete tam uyarak yaşamaktır.
– İslâm aksiyon dini değildir, amel dinidir. Allah ve Resûlü (s.a.v.) emreder, biz yaparız. Nehyeder, biz de terkederiz.
– Bir meclisin (oturumun) şer’an caiz olabilmesi için bir şey öğrenmek veya öğretmek şarttır.
– Oldum demek, öldüm demektir.
– Tecrübe para ile satılan bir şey olsaydı bütün paranızı verip almanızı tavsiye ederdim.
– Hacca, umreye para ile gidilmez, dua ile gidilir. Yani ihlas ile dua edene, maddi durumu müsait olsun veya olmasın Allah bir kapı açar.
– Günah olmayan şeyi yapmak ayıp değildir. Günah olan bir şeyi yapmamak da ayıp değildir.
– Her gün tevbe-i nasuh ile tevbe ediniz.
– Kalb-i selim, kimseyi incitmemek, kimseden de incinmemektir.
– İslâm’ın altıncı şartı haddini bilmektir. Yani haddini bilen kişi, İslâm’ı hakkı ile anlayıp yaşayabilir.
– Peygamberler hariç hiç kimsenin hüsn-i hâtimeyle (îmânla) ölme garantisi yoktur.
– Önümüze bakarak yürümeliyiz, gözler de zina eder.
– Kişinin kalbinde Allah (c.c.)’dan gayri ne varsa o, kişi için puttur.
– Hiçbir Müslüman’ın ve Müslüman grubun arkasından konuşmayalım.
– Evimizde, iş yerimizde İslâm’ı ilan edip uygulayalım, yaşayalım.
– Dava, ‘La ilahe illallah’ davasıdır. Bunu yüceltmektir.
– İslâm demokrasisi olmaz, demokraside halkın dediği, İslâm’da Hakk’ın dediği olur.
– İslâm, Hak idaresi; demokrasi halk idaresidir.
– Asıl keramet yirmi dört saat istikamet üzere olabilmektir.
– Sünnet, Resûlullâh (s.a.v.)’e götürür. Sünnete uymayan üstada uyulmaz.
– Tarikat, İslâm’ı yaşamak içindir.
– Şeriatsız tarikat olmaz. Şeriata uymayan tarikat zındıklıktır.
– İşleri başarmak için işin peşini bırakmamak, gayret etmek lazımdır.
– Allah yaratılışta her şeye hakkını vermiştir.
– En büyük cihad, vaktinde kılınan namazdır.
– İnsanın derecesi, sünnete uyduğu ölçüdedir.
– Ölümü çok hatırlamalı, ona hazırlanmalıdır.
– İlim, Hak erlerinin sohbetinden (ağzından) öğrenilir.
– Müslüman’ın her nefesi (nefes alıp verişi) en kıymetli zebercetten daha kıymetlidir.
– Aramaktan maksat bulmaktır.
– Helalin hesabı var, haramın cezası var.
– Derviş demek, Allah (c.c.) ve Resûlullâh (s.a.v.)’in askeri demektir.
– Cemaate devam edelim. Bu din camilerde kuruldu. Yine orada ihya edilecektir.
– Yaşlıları baban gibi, emsallerini kardeş gibi, küçüklerini evladın gibi bilerek ziyaret etmeli.
– İzzet ve şeref olarak Müslüman olmak yeter.
– Din, fıkıh okuyarak öğrenilir. Fıkıh okuyunuz.
– Şefaat-i Peygamberî (s.a.v.) olmadan hiç kimse kurtulamaz, cennete giremez.
– Bir Müslüman, içinde Müslüman’ın olmadığı bütün insanlardan daha değerlidir.
– Din, kuru temenni ile olmaz. Yaşamalı, yaşamaya gayret etmelidir.
– Haset etmeyiniz, komünizm hased üzerine bina edilmiştir.
– İslâm’ı öğren, yaşa; öğret, yaşat.
– EK –
MÜRŞÎD-İ KÂMİL’E KARŞI ÂDAB
Hak yolda hatırda tutulması lâzım gelen en mühim şartlardan biri; “Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla berâber olun!” âyet-i celîlesindeki emirdir. Bu emre göre sâlihlerle sohbette bulunarak onların hâl ve tavırlarının, yâni onlarda tecellî eden maddî ve mânevi güzelliklerin sende de tecellî etmesi, onlardaki taze ve güzel varlığın, güzel hâlin sana geçmesi gerçekleşmiş olacaktır.
Herşeyin bir âdâbı olduğu gibi sâlih kimselerin (mürşîdin) meclisinde bulunmanın da âdâbı vardır:
Mürşidin huzurunda; yüzüne, gözünü dikmeden boynunu bükerek durmak gerekir. Bir kaçak nasıl dîvâna alınırsa o şekilde hudû hâlinde olmalı, mürşidin emri olmaksızın oturmamalı ve mühim bir problemi olmadıkça söze başlamamalı ve mürşidin huzurunda bulunan diğer kimselerle konuşmamalıdır. Mürşidine olan muamelesini tıpkı Resûlullâh (s.a.v.)’e olan muamelesi gibi bilmelidir. Zira hadîs-i şerîfte, “Âlimler, nebîlerin vârisleridir” buyrulmuştur.
Bu hadîs-i şerîfte kastedilen âlimden murâd, ilmiyle amel eden ârif-i billâhtır. Zira ilmiyle amel etmeyen âlim, kitap yüklü eşeğe benzetilmiştir.
Mürşid-i kâmil huzurunda dikkat edilmesi gereken diğerhususlar şunlardır:
(Huzûruna girerken) öncelikle kalbini tam mânasıyla boşaltmalıdır. Boş bir testi nasıl çeşme önüne tutulur ve dolarsa kalbini boş testi gibi tutup, gafletten (dikkatsizlikten), kötü hatıra ve fena düşüncelerden, îtimadsızlık ve imtihan gibi vesveselerden kalbini tamamen arındırmalıdır. Mürşidinin feyzine intizâr etmelidir. Aksi takdirde, yâni gönlünde yukarıda kaydedilen güzel hâllerin yerine, fena hâtıra ve düşünceler gelirse, mürşidin gözünden ve gönlünden düşmeye neden olur. Allah muhafaza buyursun, bu hususa çok dikkat etmek lâzımdır. Ehl-i Hak nazarından düşmek, Allahü Te‘âlâ’nın nazarından düşmek demektir.
Bununla beraber onlarda öyle bir gönül vardır ki, düşmanlarına bile dâima hayır ve iyilikleri ve nefislerinin ıslâhı için duâda bulunurlar. Allah onlardan razı olsun. Âmîn. Ecmâîn.
Mürşîdin huzurunda fazla kalmamalı ki mürşidin hoşnutsuzluğunu mûcib olur. Şayet mürşidin sözleri devam ediyor ve oturması hususunda mürşidi tarafından teklif varsa, biraz daha oturabilir. Bununla beraber anlayışlı davranarak mürşidin zamanını almamaya çalışmak gerekir.
Bir de mürşidin meclisinde; mürşidin, başkasıyla meşgul olması dolayısıyla, benimle neden meşgul olmuyor diye hatırına bir şey getirmemelidir. Bu da mürşide itikadın zayıflığından, ve kötü zandan hâsıl olur. Halbuki mürşid öyle bir mertebededir ki halk onu Hakk’tan ayırmaz.
Mürşidin yanında ve huzurunda ve huzurdan ayrıldıktan sonra dâima hürmet ve edebi muhafaza etmelidir. Çünkü ehlullah kalplerin câsusudur. Hak Te‘âlâ hazretleri bu mübarek zâtları, müridlerin işlerine ve taşıdıkları iyi hâllere muttalî eder. Fakat bunu müridlerine açıklamazlar.
Bir de mürşîdin, görünüşte kendisine karşı iyi muamele etmesine ve gülmesine kat’iyyen güvenmemelidir. Zîra bâzı ulu kişiler, müride zâhir muamelesi edip, iç sevgi ve rahmetten mahrum eder. Bunun için mürid, şeyhinden zahir muamelesi etmemesini rica etmelidir.
Bir de mürşidin, kendisine ta’zimde bulunmasını beklememelidir. Zira mürşidin müride tâzîmi zehirdir. Bu hâl müridi yabancı olarak görmesi demektir. Mürşîd, müridi bütün hâllerinde tecrübe ve imtihan eder, bâzen sert muamelede bulunur. Bu da ilerlemesi içindir.
Bir kimse bir mürşidden istifade ediyorsa, onun söz ve işlerine itiraz etmemeli, eğer kalbinde bir îtiraz veya kuruntu oluşursa derhâl istiğfar etmelidir. Zira o kuruntu ve îtiraz, mürîdi zehirleyip öldürür. Çünkü evliyaullaha îtiraz sû-i hatimeye (îmânsız ölüme) götürür. Bu da ehl-i keşif tarafından defalarca tecrübe olunagelmiş, kitaplara yazılmıştır.
Ancak şu da unutulmamalıdır ki kişide ehl-i tarîk olanlara ait tasarruf ve alâmetler bulunmazsa (manen görevlendirilmiş bir kimse olmadığı ve silsiledeki zâtların kavuştuğu hallerden mahrum olduğu hâlde şeyhlik yaptığı anlaşılırsa), hâline îtiraz ve inkâr vâcib olur. Çünkü bu zamanın şeyhleri, çölde serâb misâli, gerçekten istekli tâlipleri ve bu yola sülûk edecek kâbiliyetleri,-Allah korusun- sarp ve çıkmaz yollara götürürler. Kalb gözleri açık olanlar, bunları pek iyi anlarlar. Çünkü bu nasîbsizlerin kendileri muhtac-ı himmet iken, başkalarına himmet etmek gibi bir durumları yoktur. Bu hususta idrâk ve iz’an sâhiblerinden yardım ve bilgi istemek ve tahkîk etmek gerektir. “Her gördüğüne gönül verme ki yolunu sarpa uğratır”, sözünü düstûr edinmek lâzımdır.
Edeblerden biri de, mürid, mürşid tarafından teklîf vâki olmadıkça, mürşid ile beraber yemek yememeli, onun mekânında oturmamalı onun vasıtasına binmemelidir.
Diğer bir edeb de, mürşidin uyarı ve tâzîrine gücenmemeli, bunu lütuf bilmelidir. Aksi hâlde mürşidinden incinirse, müridin manevi derecesi düşer. Tevbe ve istiğfara muhtaç olur.
Edeblerden bir diğeri de mürşidi tarafından sorulan şeylere doğru cevab vermelidir. İçini mürşidinden başka kimseye açmamalıdır.
Edeblerden biri de mürşidinin muhabbet ettiği kimselere muhabbet etmeli, buğz ettiğine de buğz etmeli, (Ehl-i Sünnet çizgisinin dışına çıkan) her türlü bid’at ehlinden, erbâb-ı gafletten ve tarikatları kabul etmeyen kimselerden uzak durmalıdır.
Edeplerden biri de, münkirlerin yemeğinden yememektir! Çünkü o yemek kırk gün feyiz ve rahmet kapısının kapalı olmasına vesile olur.
Edeplerden biri de, nefsini şiddetli kızgınlık ve öfke ile çok gülmekten esirgemelidir. Zîra bunlar kalbi öldürür.
Mâlâyâni (boş ve faydasız lâfları) terk edilmelidir.
Bunların hepsinin kıyamette Allah (c.c.)’nun huzuruna arz olunacağından utanıp azîz ömrü boş yere zayi etmemeli ve bu kıymetli cevheri fırsat ve ganîmet bilip zikrullaha ve Hak ile huzura sarf etmelidir.
Maneviyat büyüğünü ziyaret edeceği zaman izin alıp, sonra ziyaret yapılması, o büyüğü üzecek sözlerden sakınılması, konuşurken sesin kısılması da âdabdandır.
Huzurda bulunduğunda, mürşid konuşmaya başladığı zaman, mürşidin sözlerini kalb ve lisâniyle tasdik etmelidir. Gerek lisân ve gerek kalble büyüklerin sözlerine “hayır” ile karşılık vermemelidir. Böyle yapan mürid ebediyyen iflah olmaz. Çünkü velîlerde bâzı işler vardır ki yalnız kudret-i Hakk’tan doğar. Bâzı işler de hikmete dayanır. Hikmetten suâl edilmeyip boyun büküp tasdîk eylemek daha iyidir.
Ey mürid! İçindeki îtirazın zamanını bekle. Sonunda göreceksin ki, evliyâullahın her sözünün içi sırlarla doludur. Er ya da geç bu itirazın giderilir. Mürşidin o sözünün sırrını göremeden ölmezsin ve o zaman velînin sözünün doğruluğunu anlarsın.
Edeblerden biri diğeri de bir sıkıntılı hâli veya her hangi bir derdini arz için huzurda bulunduğun zaman, kalben bunu mürşidine arz eyle, mutlaka oradan ayrılmadan sana sıkıntının çözümü açıklanacaktır.
Rüyâ tâbîri ve gayb ile ilgili sorulardan çekin. Mürşidi rahatsız etme.
Bir mürşidin büyüklüğü kerametlerinden anlaşılmaz. Allah’a yakınlığı ve irfanı ile anlaşılır.
Edeplerden biri de her hangi bir yolculuğa çıkmadan önce mürşidinden izin talep etmektir.
Öbür bir edeb de hizmet edebidir. Bu da mâl ve beden ile yapılan hizmetin, Peygamberimiz (s.a.v.)’e, dolayısıyla Hak Te‘âlâ’ya râci olduğuna inanıp, o hizmetin, Hak Te‘âlâ’dan kendisine lütuf ve ihsan olduğunu düşünmeli, şükretmelidir.
Mürşid-i kâmil tarafından kendisine verilmiş olan vazifeyi hiç bir surette geri bırakmamalıdır. Velev ki kendi aleyhinde olsa dahi… Mürşid-i kâmilin ağzından çıkanları vakit geçirmeden yerine getirmek gerekir. Çünkü mürşidin himmet ve yardımı ile yapılacak iş kolaylıkla vücûda gelir. Bu yaptığı iş ve hizmetlerden yalnız Allah (c.c.)’nun rızasını düşünmelidir ve bu hizmetler sonucunda kendinde bir varlık görmemelidir.
Mürşidine bir hediye vereceği takdirde gizli vermeli, ikramını mürşide açıklamamalı, doğrudan doğruya mürşidine vermeyip hizmetçisine teslim etmelidir. Mürşidine vermek istediği hediyeyi malının en iyisinden vermeli, kabulünü minnet bilmeli ve bundan dolayı Hak Te‘âlâ’ya şükür etmelidir.
“Benden en az bir sâlih kulumdan utandığınız kadar utanın” hadis-i kudsîsine göre kendisini devamlı mürşidinin murakabesi altında hissetmelidir. Son nefese kadar bu hâlini devam ettiren sâlik elbette son nefesinde, mürşidinin rûhâniyyetinin yardımıyla selâmetle ruhunu Allah (c.c.)’a teslim eder. Kabirde de sorgu meleklerinin cevâbını kolaylıkla vermek mümkün olur. Biiznillâhi te‘âlâ.
Malûm olduğu üzere şeytân mürşid-i kâmilin cisminden ve ruhundan kaçar. Yine bilindiği üzere ruhâniyyette perde, madde ve müddet yoktur. Kardeşlerimizden bâzıları vefat eden müridin kabrine teveccüh edince kabirde mürşidin ruhaniyetini keşif ile görüp, ona imdâd ve teselliyet verdiğini ve kabir dehşetini teskîn eylediğini müşahede etmiştir. Bu işlerin kudretullaha âit olduğu şüphesizdir.
Kudret-i Hakk’a îmân etmek, îmânın başıdır.
Bu babda aklın tasarrufu ve te’sîri bulunmadığına inanmalıdır.
“Bana, Rabbime ulaşmakta vâsıta ancak şeyhimdir” diye düşünerek hiç kimsenin kınamasından korkmamalıdır.
Beyit:
Tutagör yâr eteğin,
Ko, ne derse desinler…
Ancak şeyhine karşı bir hata yapmaktan korkmalı ve şöyle düşünmelidir: “Eğer beni şeyhim reddederse ondan evvelki dahî beni tard eder (kovar) ve bu tard ediş, silsile yoluyla Resûlullâh (s.a.v.)’e ulaşır.”
Mürşidinin uykusu, kendisinin gecelerini ihya etmesinden ve mürşidinin yemesinin, kendinin orucundan hayırlı olduğunu, onun bir nefeste yaptığı manevi ilerlemenin, kendinin bütün ömründeki ilerlemesi kadar olduğunu bilmelidir.
Sâlik, çalışmasına güvenmeyip mutlaka Hakk’ın fazlına ve merhametine sığınmalı, dayanmalıdır. Bununla birlikte talep ve istek noktasındaki gayretini son noktaya vardırmalıdır.
Şunu da kayıt ve ilâve edelim ki mürid olan kimse, mürşidiyle irtibatı, hakikî sevgiyi ve hizmeti ne kadar arttırırsa o nisbette füyûzâta mazhar olur.
Ve sallallahu aleyhi ve ‘alâ âlihi ve sahbihi ve sellim.
Da’vâhüm fihâ subhânek’allahümme ve tahiyyütüm fihâselâm. Ve âhiru da’vâhüm en’ilhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn.